Anlam arayışı hepimizin yaşamındaki başlıca uğraşlardan. Beşeriyetten insaniyete geçişimizi gerçekleştirecek tekâmül sürecindeki bu çabamız, diğer canlılar arasında biricik ve eşsiz olmamızı sağlayan bir hususiyet. Ancak “anlam” ihtiyacına vereceğimiz doyurucu bir cevap sayesinde gerçekten yaşanmış bir hayatın sahibi olabiliyorken, cevabımızın sığlığı ve boşluğu doğrultusunda ise gerçekte yaşanmamış ama tüketilmiş ve israf edilmiş bir ömrün sahibi olabiliyoruz.
On yedinci yüzyılın önemli fizikçisi ve matematikçisi Isaak Newton’un bilimsel düşünme şekli bütün dünyayı sarıp sarmalamaya başladığında insanların anlam arayışlarında elde ettikleri cevaplar da indirgemeci bir yaklaşımla tutku derecesinde materyalist ve mekanik bir yapıya büründü. Değer denen olgu neredeyse tamamen kıymetten ve gündemden düşerken insan benliği “zihin”, “kalp”, “ruh” olarak ayrı ayrı etiketlenmiş odacıklara ayrılarak parçalara bölündü. Hâlbuki insan, hiç biri ihmâl ve biri diğerine tercih edilmeksizin, ancak hem maddi hem de manevi tarafıyla ele alındığında doğru tanımlanabilen ve anlaşılabilen bir varlıktı. İnsanın maruz bırakıldığı bu parçalanmışlık, hâliyle insan hayatına ve o hayatların bileşkesinden oluşan dünya hayatının gidişatına da yansıdı.
Ersin Nazif Gürdoğan, İki Dünyanın Hesaplaşması adlı kitabının satır aralarında kendine has ve akıcı üslubuyla bir taraftan Newtonsal düşünce sistemiyle hareket eden batılı(laşmış) toplumlarla, Kuantum ile ifade edebileceğimiz düşünce sistemi doğrultusunda hareket eden doğulu toplumların birçok alanda karşılaştırmasını yaparken; bir taraftan da geçici olan dünya ile kalıcı ama aynı zamanda dünyanın öteki yüzü olan ahiretin apayrı dünyalar gibi görünmelerine karşın aslında birbirinden hiç de bağımsız olmayan helezonik yapısına dikkat çeker. “Dünya ve öte dünya madeni paranın iki yüzü gibi bir bütündür.” diyen yazar, dünya ve ahireti birbirinden bağımsız olarak ele almadığı gibi insanı da bölüp parçalara ayırmaz.
Deneme türünde her biri birbirinden güzel yirmi üç ayrı başlığın yer aldığı kitabın ilk bölümünde yazar; sanat, sanatçı ve sanat eserleri üzerine görüşlerini dile getirir.“Sanat, ölümlü dünyada ölümsüz dünyayı arama serüvenidir” yazar için. Sanatçı; iki dünyanın, insan dışında olduğu kadar insan içinde de ayrılmaz bir bütün olduğunu olanca zenginliği ile ortaya koyan/koyabilen kişidir. Sanatçı gücünü, insanı sadece erdemleriyle değil tutkularıyla da ele alabilme ve birbirine zıt bu iki eğilimin sahibi olan insan ruhunun derinliklerine inebilme becerisinden alır. Sanatın derinliği ise, hayatı bütün boyutlarıyla kavrama yolunda çekilen çilelerle alakalıdır.
7 güzel adama dair değerlendirmeler
Kitabın ikinci bölümünden on üçüncü bölümüne kadar olan kısımda Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Fethi Gemuhluoğlu, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Akif İnan gibi kimi vefat etmiş kimi hâlâ hayatta olan; ama her hâlükârda yaşadığı zaman ve mekâna iz bırakmış, gönül dünyamızı zenginleştirerek ve aydınlatarak gönüllerimizde taht kurmuş isimler üzerinden onların farklı alanlardaki örnekliklerinden hareketle hayatın anlamını bulabilme noktasında bizlere ipuçları sunmaya çalışır.
Mehmet Akif’i kökleri geçmişte, dalları gelecekte olan büyük bir Anadolu çınarına benzetir. Onun gönül dünyasının Anadolu insanının her rüyasını gerçekleştirecek genişlikte ve zenginlikte olduğunu ifade eder. Akif’in düşünce ve eylem dünyasında; misyonun simgesi olan Fatih’in vizyonun simgesi olan Harbiye’den önce geldiğini; imanının ise “tek dişi kalmış canavar”a bigâne kalmasına izin vermediğini düşünür.
“Çile”nin şairi olarak bilinmek isteyen Necip Fazıl, düşüncesiz şiirin derinliksiz, şiirsiz eylemin de etkisiz olacağının bilincindedir. Ona göre şiir; hayatı bütün boyutları ile erdemli kılmanın yolunu aydınlatan ve dünden bugüne büyük sanatçıların elden ele taşıdığı bir meşaledir ve Necip Fazıl o meşalenin sönmez ışığını, geçirdiği büyük bir entelektüel kriz sonrasında yakalamıştır. En güçlü ve en başarılı olduğu bir dönemde, sahip olduğu her şeyi bırakarak büyük bir arayışa çıkan Gazali’de kendini gören Necip Fazıl, insanlığın geleceğinin birbiriyle çatışan akıl kaynaklı düşünce akımlarında değil, uyumsuzluk ve düzensizliğe yer olmayan kutsal kaynaklarda olduğunu görmüştür. Şiirin insanın iç dünyasının derinliklerinde yer aldığını düşünen şair, insanın kendi içindeki cenneti bul(a)madan, göklere uzanan merdiveni de bulamayacağını ifade eder.
Bir dost sevdalısı olarak çıkarır karşımıza yazar, Fethi Gemuhluoğlu’nu. O mülk zengini değildir, dost zenginidir. İnsan insanın kurdu değil yurdudur ona göre ve bu yüzyılda insanların gönülleri ekonomik silahlarla değil, kültürel değerlerle kazanılabilir. Yeni yüzyılın barış yüzyılı olabilmesi için, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın odak noktasına Allah sevgisinin yerleştirilmesi gerekir.
Karakoç için “öte dünya” hayatın ve varoluşun anlamıdır. Öte dünyanın ışığı olmadan dünya anlamlı kılınmadığı gibi, yaşanır da kılınmaz. Dünya, öte dünyanın görünen yüzüdür ve öte dünya, hayatın ölümü içinde taşıması gibi dünyayı içinde taşır. Nasıl ki hayatı yaşanılır kılamayanlar, ölümü güzelleştiremezlerse, kendilerine bağışlanan dünyayı değiştiremeyenler de öte dünyada kurtuluşa eremezler. Bunun için dünyanın kaynakları değerlendirilirken Batı’da olanın aksine ekonomik getiri yanında metafizik getiri de göz önüne alınmalıdır.
Gürdoğan, edebiyatın, insanın iç dünyasıyla birlikte dış dünyasını da dönüştürdüğünü ve insanın dışına yansıyan güzelliğin kaynağının insanın iç dünyası olduğunu savunur. İç dünyası yoksul olanların, dış dünyası da zengin olmaz ona göre ve bu meyanda kutsal geleneğin bütün peygamberleri kuşatan sonsuz hazineleri yanında Batı’nın bilimsel ve teknolojik başarıları çok yoksul kalır. Bunun için de Gürdoğan’a göre düşünceyi eyleme dönüştürmek ve eylemle zenginleştirmek noktasında hem düşünce hem eylem ustası olan Nuri Pakdil oyunu hep edebiyattan yana kullanır.
Zarifoğlu dünyaya bütüncül bakar
Zarifoğlu’yla birlikte Mavera’dan da bahseder yazar. Mavera bilginin tek ve değişmez kaynağının “vahiy” olduğuna inananların dergisidir. Mavera, materyalist dünyanın bakış açısına inat sadece edebiyat ve sanata değil dünyaya da bütüncül bir gözle bakar. Mavera yazarları dünyada öte dünyayı, öte dünyada da dünyayı görürler. O yüzden Zarifoğlu kalabalıklar içindeyken münzevi yaşamayı becerebilmiş bir insandır. Onun sanatının derinliği de dervişliğinden gelir. Zarifoğlu, şiirle eylemi birbirinden ayırmaz, eylemsiz şiirin de şiirsiz eylemin de yüzeysellikten kurtulamayacağını savunur. Şiir ve eylem arasındaki uyum ve düzeni sağlama konusunda ise eşsiz bir örnek olur.
Özü ve sözüyle bulunduğu yeri güzelleştiren bir insandır Akif İnan. O, politika ile sanat arasında doğru orantılı bir bağ olduğuna inandığı gibi, sanattan kopuk politikanın yalnızca yönetimi değil bütün bir toplumu sığlaştıracağını düşünür. Ona göre yöneticiler sanata yatkın olmakla kalmamalı, sanatın her dalında kendine yetecek kadar bir birikime de sahip olmalıdır. Ömrünün son yıllarını eğitime adayan İnan, eğitimin amacının öğrenmeyi öğrenmek olması gerektiğini düşünür. Ona göre öğrenmeyi öğrenmek düşünce ve eylemin ana kaynağıdır ve eğitim düzeyi yükseldikçe, insanın iç zenginliği ile birlikte dış zenginliği de yeni boyutlar kazanır. İnan’ın Hoca Ali Efendi’yi tanıması, hayatının dönüm noktalarından biri olarak kabul edilebilecek bir olaydır. Bilgi ve eyleme tutkunluğu tasavvufun potası içinde çok boyutlu, çok renkli bir zenginlik kazanır.
Görünen dünya ile görünmeyen dünya arasına aşılmaz duvarlar inşa eden seküler kültür, iki dünyayı birbirinden ayırmış ve ölümün unutulmasına sebebiyet vermiştir. Erdem Bayazıt’a göre fizik ve metafizik dünyalar arasına inşa edilen duvarları yıkmada en etkili ve güçlü silah şiir olacaktır. Ona göre insanı kutsal kültürden koparan seküler kültürünün duvarları sanatla yıkılacaktır. Bayazıt, Anadolu insanının Viyana’da duran yürüyüşünün son yüzyılın başında yeniden başladığına inanmaktadır ve onun Avrupa Birliği’nde yer alması ona sadece Viyana’nın değil bütün Avrupa başkentlerinin kapılarını açacaktır. Tarihin hiçbir döneminde, Anadolu ve Avrupa’da yaşayan Türkler'in bugünkü kadar büyük bir nüfusa ulaş(a)mamış olduğunu ifade eden Gürdoğan, aslında bu durumun Müslümanlar açısından bir avantaja çevrilebileceğini düşünür ve Necdet Subaşı’nın Kamusal Maneviyat isimli eserinde de değindiği gibi “Avrupa İslamı”nın hiç beklenmedik bir şekilde Avrupa’nın Müslümanlar tarafından “fethedilip” dönüştürülmesine yol açıcı imkânlar var edebileceği, fikrinin savunucuları arasında görünür.
Şehirler, medeniyetlerin üniversiteleridir
Kitabın on dördüncü bölümünden itibaren şehirler gündeme gelmeye başlar. Yazar şehirleri bir yaşama biçimi olan medeniyetlerin üniversiteleri mesabesinde görür. Tarih içindeki her medeniyetin duvarsız ve kapısız üniversitelerinin bulunduğunu, bu manada İslam medeniyetinin bu fonksiyonu üstlenen şehirlerinin Mekke, Medine ve Kudüs olduğunu ifade eder.
Mekke; İslam’ın doğduğu, Allah’ın evinin bulunduğu, insanla birlikte tabiatın bütün diğer unsurlarının da korunduğu, dünyanın neresinde doğarsa doğsun her inananın anavatanı olarak gördüğü kutsal bir şehirdir. Dünya ile öte dünya, gökyüzü ve yeryüzü gibi Kâbe’de bütünleşir. Medine, Nebi’yi bağrına basan şehirdir. Peygambere bağlananların şehridir. Mekke’nin kalbi Kâbe ise Medine’nin kalbi Mescid-i Nebevi’dir. İslam düşünce tarihinde Mekke ile Medine birbirlerine olan üstünlükleri yönüyle hep tartışılagelmiştir. Kudüs, medeniyetin aşkın alanının temsilcisi konumundaki üç dinin kesişme noktasıdır. Dünyada barışa giden yollar Kudüs’ten geçer. Kudüs’te barış olmazsa dünyada da barış olmaz. Kutsal geleneğin üç temsilcilerinden biri tek başına Kudüs’ü kendine başkent yapmaya kalksa, barış şehrini savaş şehrine çevirir. O yüzden Osmanlılar dört yüz yıl yönettikleri Kudüs’ün İbrahimî dinlerin başkenti olduğunu bildikleri için kendilerini şehrin sahibi olarak değil hâdimi olarak görmüşlerdir. Kudüs'ün değişmez sahipleri peygamberlerdir.
Gürdoğan, kitabının son bölümlerinde ise; Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel alanda dünya gücü olabilmesi için kendi medeniyet değerlerini inkâr etmeden, başka medeniyetlerin değerlerini içselleştirerek, yeniden köklü bir paradigma değişikliğine gitmesi gerektiğini savunur. Türkiye’nin AB’de de yer alması gerektiğini düşünen yazar, Türkiye AB’ye kabul edilsin ya da edilmesin her halükârda üretim gücünü Batı ülkelerinin seviyesine çıkarması gerektiğini düşünür. Çünkü ona göre ancak üretim yapanlar güçlerine güç katarken dünya standartlarında üretim yapamayanlar her alanda hızla yoksullaşmaktadır.
Medeniyeti, bir dünya görüşünün zaman ve mekân boyutunda tezahür ve tecessüm etmesi olarak tarif eden İbrahim Kalın’ın medeniyet anlayışı üzerinden hareket ettiğimizde Gürdoğan’ın “başka medeniyetlerin içselleştirilmesi gerektiği” yönündeki teklifinin yerinde bir teklif olup olmadığı zihinlerde soru işareti oluşturuyor. Zira bir toplumun hangi kriterlere göre medeni sayılıp sayılmayacağı sadece felsefi değil aynı zamanda “siyasi” bir sorun olarak karşımızda dururken ve modern düşüncenin insanı anlamsız bir varlık mesabesine indirgeyen çelişkilerinin yanında, klasik İslam düşüncesinin insanı büyük varlık dairesi içine yerleştiren anlayışındaki yücelik orada bizimle buluşmayı beklerken ve aslında yazar da bütün bunların farkındayken “kendi medeniyet değerlerini inkâr etmeden başka medeniyetlerin değerlerinin içselleştirilmesi gerektiği”nden tam olarak ne/neyi kastediyor, bilemiyorum. Bu konuya biraz daha açıklık getirilseydi daha iyi olurdu, diye düşünüyorum.
Ersin Nazif Gürdoğan, İki Dünyanın Hesaplaşması, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011
- - - - -