Sekiz kitapta Selçuklular tarihi

Yaklaşık bin yıl önce, bin yıl sürecek bir dönem başlatan Selçuklular, Horasan’da 1040 yılında kurulduklarında diğer dünya devletlerini tehdit edecek düzeyde güçlenmişlerdi. Selçuklu idarecilerinin istikrarlı genişleme politikaları sayesinde, çok kısa diyebileceğimiz bir sürede İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da hâkimiyeti ele alırken, bölgenin siyasi ve iktisadi gelişmesine de katkıda bulundular. Konar-göçer olarak başladıkları hayatlarına, İslâm ve Türk geleneklerinin itici gücüyle de şehirleşmeye hız verdiler. İşte Selçuklunun bu ve ileriki dönemleri, Batı tarafından uzun yıllar boyunca kendilerinden “barbar göçerler” diye bahsedilmesine yol açtı. Günümüzde Batı her türlü mecra yoluyla kodlarımızla öyle oynamış ki biz bile ister istemez çelişkiye düşmekteyiz kendi tarihimiz hakkında. Batı, daha çok Selçuklular dönemi üzerinden bizleri, yani Türkleri ve Müslümanları aşağı göstermeye çalışmaktadır. Ve bu yüzden önemli gördüğüm Selçuklularla ilgili son yıllarda çıkan kitaplardan sekizini, elimizden geldiğince anlatmaya gayret ettik. Faydamızın olması temennisiyle.

Selçuklu’nun Mirası/Gulâm ve Iktâ

Türk tarihinde önemli bir yeri olan “gulâm” ve “ıktâ” sistemlerinin gerçekte ne olduğu konusunun akıcı ve anlaşılır bir dille Erhan Göksu tarafından kitaplaştırılmasının alanındaki bir boşluğu doldurduğuna şüphe yoktur. Erhan Göksu’nun, “Selçuklu’nun Mirası/Gulâm ve Iktâ (Kölelik mi, Efendilik mi?)” başlıklı ve ilk baskısı 2017’nin Kasım ayında Kronik Kitap’tan çıkan çalışmada “gulâm” ve “ıktâ” sistemleri enine boyuna ele alınıyor ve haklarında bilinen yanlışlar düzeltilmeye çalışılıyor. Kitap üzerinden gulâm sisteminden bahsedecek olursak, esir veya köle olarak hizmete alınan kimselerin, kabiliyetleri ve aldıkları eğitim neticesinde kazandıkları beceriler doğrultusunda başta ordu olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerinde istihdam edilmesi suretiyle işleyen mekanizma olarak tarif edilebilir. Çalışmada özellikle belirtildiği gibi gulâmlar köledir ama özeldir ve diğer köle sistemleriyle karıştırılmamalıdır. İslâm öncesi Türk medeniyetlerinde de izlerinin görüldüğü “gulâmlar” tam olarak benzemese de Hz. Ömer döneminde ve Emeviler döneminde de izlerine rastlanılmıştır. Kitapta “gulâm sistemi”nin doğuşu ile gelişimi detaylandırılırken yine gulâm sistemi ve ücretli askerlik kavramları izah edilmeye çalışılmıştır. Fakat gulâmlar diğer kölelerden farklıdır. Emir rütbesine kadar yükselebiliyor, her ne kadar Sultan’ın “kölesi” olsalar da onlar da bir “efendi” olabiliyordu:

“Devlet hizmetlerine giren gulâmlar, sahip oldukları mevki ve unvanları nisbetinde devleti temsil etmişler, bilhassa üst düzey askerî ve idarî makamlara yükselenler, devletin emretme hak ve yetkisini kullanmaları, güç ve otoritesini temsil etmeleri münasabetiyle kelimenin tam anlamıyla ‘devletlü’ olmuşlardır. Bu durumda onlar, her ne kadar Sultan’ın ve devlet nazarında sadık birer ‘hizmetkâr’ olarak kalsalar da aslında devletin askerî ve idarî işlerini yöneten birer efendiden farksızdılar.”

Selçuklular devrinde önemli bir yeri olan “gulâm” ile “ıktâ” hakkında, İbn Haldun ile Nizamülmülk’ün de değerlendirmelerine yer verilmiş. Taşınmazlar hakkındaki hukuka dayalı iktânın Hz. Muhammed (s.a.) ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerinde başladığına ve süreç içerisinde teamül hâlini alan bir sistem olduğuna dikkat çekilen kitapta şu ifadelere de yer verilmiştir:

“Iktâ konusu klasik dönem fıkıh literatürünün vakıf, cihad, maden, ihyâü’l-mevât gibi arazi hukukuyla doğrudan veya kısmen ilgili bölümlerinde veya emvâl, haraç, el-ahkamü’s-sultânniye türü eserlerde böyle bir yaklaşımla ele alınmıştır. Bunun sonucu olarak literatürde ıktâ’ya konu olan taşınmazın malların özellikleri, kamu otoritesinin bunları tahsis yetkisi ve şekli, ıktâ’dârda aranan şartlar, tahsisin devamlılık arz edip etmeyeceği ve ıktâ ile mülkiyet naklinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği gibi hususlarda ayrıntılı fıkhî tartışmalara rastlanır.”

Malazgirt/Kıyametin İlk Günü

Selçukluların 1040 yılında Gaznelileri mağlup ederek Dandanakan zaferine ulaşmasından ve 1055’te Abbasî Halifesi’nin Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyi siyasi güç olarak Bağdat’a davet etmesiyle başlayan 1071’e kadar geçen zamanın anlatıldığı Mustafa Alican’ın “Malazgirt/Kıyametin İlk Günü” isimli kitabı daha önce 2013 yılında okurla buluşmuştu. Kitabın ikinci baskısı ve gözden geçirilmiş hali 2017’nin Ocak ayında Kronik Kitap bünyesinde tekrar raflardaki yerini aldı. Tarihçi ve tarih öğrencilerinden ziyade her kesime hitap eden kitapta, Selçukluların İslâm’ın nasıl siyasi gücü olduğu ortaya konurken -ki bu güç Sünni-İslâm’ın korunması etrafındadır- Sultan’ın güçlendiği bir dönemde asıl hedefinin Bizanslıların olmadığı, tek gayesinin İslâm’ı, hâkim olduğu coğrafyalarda daha belirgin hâle getirmek olduğu da vurgulanmaktadır. 1055 yılından sonra Mısır’a kadar Sünni-İslâm’ı yaymak ve sağlamlaştırmak isteyen Selçuklular, Suriye tarafını ve özellikle Halep’i hakimiyeti altına almaya çalışırken günlerce süren kuşatmalar yaparak şehrin kendi rızasıyla teslim olmasını beklemiştir. Halbuki Sultan isteseydi rahatlıkla Halep’i alabilirdi fakat Müslüman kanın dökülmesi bir yana Bizanslıları ürkütmüş olacaktı. O hâlde Sultan, önce ümmeti bir arada tutmalıydı, Bizans tehir edilmişti. Sultan’ın tam Mısır’ın fethi hazırlıklarını yaptığı sırada, Bizanslılar, tehdit olarak gördüğü Selçukluları coğrafyadan silmek adına yola koyulur. Sultan ters ve ani bir manevrayla Bizans’ı karşılamaya gider ve Selçukluların, dolayısıyla Türklerin Anadolu’da yurtlarının sağlamlaştıracak Malazgirt savaşı da gerçekleşmiş olur. Ayrıca kitap da Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in hazin sonuna ustaca yer verildiği de dikkat çekmektedir.

Selçuklular’da Vezirlik

1055-1194 yılları arasında Selçukluların siyasi ve idari yapısının anlatıldığı, vezirlerin nasıl bir sahip olduklarının anlatıldığı Carla L. Klausner tarafından kaleme alınan, tercümesinin de Mehmet Fatih Baş ile Sinan Tarifci’nin yaptığı, 2019’un Ocak ayında Kronik Kitap’tan çıkan “Selçuklularda Vezirlik”, monografik bir çalışmadır. Selçuklular hakkında en çok bilginin vezirlerle ilgili olduğunu kitaptan öğrenirken yine Selçuklular döneminde vezirliğin İslâmi devlet modelinin en oturmuş müesseselerinden olduğunu anlamış oluyoruz. Bütün vergi toplayıcılarının ve diğer memurlarının başı vezirdir. Sultan’a hesapları sunan kişi de vezirdir:

“Sultanın şahsi hazinesi vezir ve sivil idarenin gözetimi dışındaki bir görevlinin sorumluluğundaydı. Yine de sultanın hazinedarı, sultanla doğrudan temas hâlinde olması ve vezirin ya da diğer üst düzey görevlilerinin lehine veya aleyhine nüfuzunu kullanabilmesi sebebiyle sivil idarenin işlerine müdahale edebilecek konumdaydı.”

Vezirin mali görevleri dışında askeri görevleri de vardır:

“Çoğunlukla, özellikle de her yöne birçok seferin icra edildiği hızlı yayılma döneminin başlarında, asker toplama işinden sorumluydu. Ancak Melik-Şâh devrinden sonra göreve gelen, Muhammed b. Melik-Şâh’ın veziri Sa’dü’l-Mülk gibi vezirler, sultanın hizmetindeki askeri birliklerin teşkilinden sorumlu olmuşlardır.”

Sultan Alp Arslan – Fethin Babası

2016 yılında Kronik Kitap’tan okurun ilgisine sunulan, Cihan Piyadeoğlu tarafından kaleme alınan “Sultan Alp Arslan – Fethin Babası” isimli kitapta da Selçuklular hakkındaki yanlış bilgiler düzeltilme yoluna gidilmiştir. Konuyla alakalı birçok çalışmada, özellikle yakın tarihte çıkan eserlerde, daha önce yayımlanmış eserlerdeki hatalar bir şekilde düzeltilmeye çalışılıyor. Bunun en büyük nedeni daha önce de zikrettiğimiz gibi Selçuklular hakkında yeterli bilgilerin olmayışıdır. Batılı araştırmacılar ile İslâm araştırmacılarının kimi tespitleri bazen birbirlerine zıt olup örtüşememektedir. Günümüzde yapılan yeni araştırmalarla kaydettiğimiz bilgi yetersizliği, bir şekilde de olsa giderilmeye çalışılmaktadır. Ve bu yüzden yeni çıkan tarih kitapları önemsenmeli ve öncelikli olmalı. Sultan Alp Arslan’ın yaptığı seferlerinin detaylandırıldığı çalışmada Gürcistan, Azerbaycan ve Nahcivan üçgenindeki gelişmelerin de kaleme alındığı kitapta olay örgülerini birbirlerine bağlamak için hayli uğraştığı görülmektedir.

Kitapta Abbasiler ile Fatimiler arasındaki çekişmeye de yer verilmiş:

“Mısır’ın Selçuklular tarafından ele geçirilme ihtimali, farklı manalar da içeriyordu. İslâm dünyasının bu önemli devleti adını Hz. Fâtıma’dan almış, devletin kurucuları da bu sayede soylarını İslâm peygamberi Hz. Muhammed’e dayandırmıştı. İlk faaliyetlerini düşünce temelli gerçekleştiren ve İsmâili hareketi esas alan Fâtimiler, fiili anlamda İfrikıye’de ortaya çıkmıştı. Hareketin lideri İmam Ubeydullah e-Mehdi’nin, 29 Rebiülahir 297/15 Ocak 910 tarihinde Ağlebiler’in başkenti Rakkade’ye girmesinden sonra “Mehdî-Lidinillah” ve “Emîrü’l-müminîn” lakaplarını alarak halife ilan edilmesiyle birlikte, devletin temelleri de atılmış oldu.”

Malazgirt Zaferi/Bin Yıllık Miras

Mustafa Alican tarafından hazırlanan, alanında uzman on iki yazarın kaleme aldığı metinlerden oluşan “Malazgirt Zaferi/Bin Yıllık Miras” isimli kitap 2018 yılının Ağustos ayında Kronik Kitap’tan çıktı. Kitapta Malazgirt Zaferi’nin tarihi, edebi, askeri ve psikolojik yönleri Cihan Piyadeoğlu, Abdüllatif Tüzer, Adnan Eskikurt, Mustafa Alican, Yusuf Ayönü, Mehmet Akif Ceylan, Ünal Taşkın, Kemal Ramazan Haykıran, Ercan Çağlayan, Turan Güler, Bahattin Çatma ve Hidayet Kara tarafından incelenerek kaleme alınmış.

Kitabın giriş bölümünü kaleme alan Mustafa Alican’ın bu metnindeki “Anadoluculuk”, “ulusçuluk” ve “batılılaşma” ile ilgili tespitlerini buraya alıyorum:

“20.yüzyıl itibariyle, diğer bütün tarihi hadiselere olduğu gibi Malazgirt Savaşı’na da devrin hâkim paradigması olan ulusçuluk ya da ulus devlet anlayışı bağlamında yaklaşılmış ve inşa edilmesi arzu edilen ulus ile ilişkisi hakim düşüncenin sahipleri tarafından kabul görmediği için de savaşın sahip olduğu önemin yeterli oranda anlaşılması mümkün olamamıştır. Nitekim Türk tarihini gerek yatay gerekse dikey bir şekilde Anadolu (ya da Selçuklu) öncesi referanslarının dışında bir kavrayışla ele almak suretiyle bu coğrafyadaki Türk tarihinin Malazgirt Zaferi ile birlikte başladığını ve İslâmi bir tarih olduğunu ileri süren Anadolucu perspektifinin Batılılaşmayı birincil hedef olarak benimseyen Türk ulus devletinin “resmi” anlayışı bakımından genel anlamda muhalif bir konumda olması, cereyanın merkezi bir önem atfettiği Malazgirt’in “genel idrake” konu olma bakımından bilinçli ya da bilinçsiz biçimde hariçte kalması (ya da yeterli ölçüde ele alınamaması) sonucunun doğurmuştur.”

Büyük Selçuklular/Yeni Bir Devrin Başlangıcı

Selçuklularla ilgili en derli toplu tarih kitabının 2020’nin Ağustos ayında çıkan “Büyük Selçuklular/Yeni Bir Devrin Başlangıcı” olduğunu söylesek büyük ihtimal yanılmamış olacağız. Kronik Kitap’tan çıkan eser, Cihan Piyadeoğlu’nun itinalı araştırmasına dayanıyor. Selçuklularla ilgili aşağı yukarı önemli olan ne varsa paketlenip kitaplaştırılmış gibi duran çalışma renkli görsellerle de desteklenmiş. Görseller okurun çabucak konuyu kavramasını da kolaylaştırmaktadır. Büyük Selçuklular’ın geniş bir coğrafyaya yayılmasında önemli katkısı olan Sultan Melikşah’ın 38 yaşında zehirlenerek ölmesinin enine boyuna ele alındığını görüyoruz. Ava çıkan Sultan’ın, avladığı yabani bir kuşu yemesi sonrası zehirlenerek hayatını kaybettiği anlatılırken, yine Sultan’ın hizmetçisi tarafından zehirlendiği iddiası da okurun ilgisine sunulmuş.

Nizamülmülk’ün Selçuklular’ın ne kadar büyük olduğunu göstermek adına Ceyhun’daki kayıkçıları Antakya’ya yönlendirme çabası da kitapta işlenmiş. Rivayete göre Karahanlılar üzerine başarılı bir sefer düzenleyen Melikşah’ın geri dönerken Ceyhun’u geçmek üzere hizmet aldığı kayıkçıların ücreti; Nizamülmük tarafından Antakya’ya havale edilir. Yani Ceyhun’daki kayıkçıların alacağı ücret tâ Antakya’da ödenecektir. Kayıkçılar hayıflanarak Sultan’a gelip dertlerini anlatırlar:

“Ey dünyanın hâkimi! Biz fakir bir topluluğuz. Bizim geçimimiz bu sudan geçmek isteyenleri karşıya geçirmek ile sağlanır. Eğer bizden bir genç, parayı tahsil için Antakya’ya giderse yaşlanmış olarak geri döner.”

Sultan Melikşah veziri Nizamülmülk’e bu işin yanlış ve gereksiz olduğunu söyler. Nizamülmülk de neden böyle yaptığını Sultan’a şöyle anlatır:

“Ey hükümdar! Bunları Antakya’ya göndermeye gerek yoktur. Öyle ki bizim onların paralarını altınla ödeme imkanımız burada da vardır. Ben, bu ücreti; Sultan’ın emri altındaki vilayetleri, ülkenin büyüklüğünü göstermek, bütün dünyanın, memleketimizim genişliğini ve hükümdarın hükmünün nereden nereye ulaştığını görmeleri ve nakilcilerin bu durumu tarihlerde yazmaları için Antakya’ya havale ettim.”

Selçuklu Çağında Yaşamak/Ortaçağ’da Türk Şehri

Tülay Metin’in kaleme aldığı ve 2020’nin Kasım ayında yine Kronik Kitap’tan çıkan Selçuklu Çağında Yaşamak/Ortaçağ’da Türk Şehri isimli kitabın Selçuklular tarihiyle ilgili önemli bir boşluğu doldurduğuna inanmaktayız. Kitapta; Türklerin şehirlere verdiği önem incelenirken Batı’nın ısrarla, hâlâ, “barbar” ve “eşkıya sürüsü” gibi gördüğü Selçukluların modern şehir yaşantıları anlatılmakta. Söz konusu çalışmada Farabi ve İbn Haldun’a da yer verilmiş. Selçuklu şehirlerinde gayrimüslimlerle müşterek hayat, şehrin güvenliği, çarşı ve pazarların ekonomideki yerleri hakkında yeni ve önemli bilgiler okurla paylaşılmış.

Yazar Tülay Metin; Selçuklu şehirlerinin oluşumu, iskânı, savunma yapıları, idarî yapısı, müesseseleri ve şehir halkının kültürel, dinî ve sosyo-ekonomik yaşantılarını bölümler halinde inceleyerek kaleme almış. Eserin, alanında önemli bir boşluğu doldurduğu dikkat çekmekte. Kitabı diğer Selçuklu çalışmalarından ayıran en belirgin özelliği deyim yerindeyse “eşsiz” oluşu. Daha çok bozkırlarda veya çöllerde hayal edilen Selçuklular bu kitapla, şehirde.

Selçuklular şehirlere unvanlar da vermişlerdir:

“İslâm ile birlikte Doğu’da eski şehirler toparlanıp yükselişe geçmiş, yeni büyük şehirler kurulmuştur. Bu durumda bazı şehirler siyasî, ilmî, dinî, kültürel ve sosyal bakımdan kendine has bir takım belirgin hususlarla öne çıkmış ve önem kazanmıştır. Bu önem neticesinde anlam kazanan şehirlere isimlerinin dışında unvanlar verilmiştir. Bu unvanlar Ortaçağ’da şehirlerin logosu olmuştur. Şehirlerin taşıdıkları manaya izafeten unvan verilmiştir. Şehirler bu manayı kurucularından, üzerlerinde yaşattıkları değerlerden, taşıdıkları misyondan kazanmışlardır.”

Sultan Tuğrul Bey/Selçuklu İmparatorluğu’nun Kurucusu

Kronik Kitap’tan 2020’nin Aralık ayında okuruyla buluşan ve Ergin Ayan tarafından kaleme alınan Sultan Tuğrul Bey/Selçuklu İmparatorluğu’nun Kurucusu isimli kitap, Selçuklular hakkındaki diğer kitaplardan hayli farklı olarak önümüze düşmektedir. Çalışmada, hayli emek sarfedilip derinlemesine araştırmalar yapıldığı görülmekle beraber konuyla alakalı kitaplarda görmeye alışık olmadığımız Ermeniler de karşımıza çıkmaktadır. Bizanslılar ile Oğuz/Selçuklular arasında kalan Ermenilere kitapta çok geniş yer verilmiş. Söz konusu kitap, sadece Selçukluları anlatmıyor, biraz daha gerilere gidilerek deyim yerindeyse “Türklerin kökeni”ne kadar gidiyor. Klasik olarak 1040’ta başlayan Selçuklu hakkındaki eserlerin aksine bu kitapta, “biraz”dan daha fazla geriye gidildiği dikkat çekmektedir. Kitabın başlığı her ne kadar biyografi ya da portre çalışması gibi dursa da göründüğünden daha fazla bilgiyi içermektedir. Böyle olunca da okur, ister istemez keyifleniyor. Zira elinde tuttuğu bu eser, aynı zamanda dönemin ve Türk-İslâm tarihinin külliyatı gibidir. Böylelikle eser vazgeçilmez bir arşive ve kaynak kitaba dönüşüyor.

İmâdüddin el-İsfahânî’nin “gül bahçesi” diye tanımladığı Sultan Tuğrul Bey’in devrini merkeze alarak hazırlanan kitapta devletin kurumsal teşkilât yapısı, muhtelif mezhepler ve yerel hânedanlar arasında devletin hâkimiyet mücadelesi ve onları denetim altında tutmak için uygulanan stratejiler, devletin izlediği siyaset ile diğer devletlerle kurulan ilişkiler anlatılıyor.

YORUM EKLE

banner36