Her şehir kendine özgü özellikleriyle bir yer inşa eder zihinlerimizde. Bir şehrin adını duyduğumuzda zihnimizde bir şehir fotoğrafı belirir. Her ne kadar ihtiyaçlara göre farklılık arz etse de ortak bir fotoğraf çıkar ortaya daima. Kayseri dendiğinde pastırma da akla gelebilir, ama ortak fotoğraf Erciyes’tir. Urfa denilince kebap gelir belki akla, ama ortak fotoğraf İbrahim Halilullah’tır, Balıklı Göl’dür. Mesela Bursa’da Ulucami, Uludağ’ın önüne geçer çoğu zaman. Konya deyince bu sefer bir gönül eri Mevlânâ gelir aklımıza. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
İstanbul’a gelince, zihnimizde oluşan siluet minaredir öncelikle, kubbedir, camidir. Her ne kadar gökdelenlerle bu silueti hançerlemiş olsak da betonla kirlenmiş bir cami silueti var zihinlerimizde yine de. Sonra şehre ayrı bir estetik katan su gelir akla İstanbul için. Bazı şehirlerin içinden ırmak geçer, çay geçer, İstanbul’dan deniz geçiyor.
Böyle bir girizgâhtan sonra oturmanın çok fazla bir manâsı yok, yürüyelim. Yürümek okumaktır aynı zamanda, yürürken okursunuz, düşünürsünüz, hayret edersiniz nefesiniz yorulur dinlenmek istersiniz. İşte şehri ayet ayet okumaya kalktığınızda camiler, ayetler arasındaki (vakıf) duraklardır, secâvend harfleridirler. Küçümen, bodur minareli camiler benim için ara duraklar. Büyük, selatin camiler ise ana duraklar. Çoğu durakları durmadan (vakıf) geçmek caiz değildir. Buna dikkat ediyorum, nefesleniyorum, dinliyorum, dinleniyorum, manâyı anlamaya çalışıyorum.