Ne zaman bu şehirden gitmek istesem tramvaya biner, Suriçi’nde inip Sirkeci’ye kadar yürürüm. Gidişim bu kadardır, bir şeyciğim kalmaz. Bu noktada, İETT’de biriken alacaklarım, bundan sonra ömrüm boyunca ücretsiz kullansam yeter sanırım.
Bu kez şehirde yürüyeceğiz, göğe bakma duraklarından gökyüzüne bakacağız, iyi çayı ucuza içebileceğimiz çay içme duraklarına uğrayacağız. İyisi mi siz şimdiden kendinize çay söyleyin. Bir denizcilik şirketinde çalışmam hasebiyle iş hayatımın çoğu Yenikapı ve Sirkeci’de geçti. Kabataş ve Bakırköy’ü de eklemeliyim buna. Çapa ya da Fındıkzade durağında tramvaydan inip yürüyordum genellikle. Bu şehirde sürekli Fatiha okusanız yine de yetişemezsiniz ölülerinizin ardından. Her sokakta değilse de her semtte, her mahallede, her cami avlusunda bir tarihi kişiliğin, bir zâtın kabriyle karşılaşırsınız. Ölülerimizle bir arada yaşıyormuşuz. Şimdi olabildiğince uzaklara götürüyoruz canlarımızı, sevgililerimizi. Ölülerimizle dirilemiyoruz, dirilerimizle nasıl dirilelim. Ölümü uzaklaştırmak istiyoruz, o yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi yapışıyoruz dünyaya.
İlk Fatiha tramvayda Merkez Efendi sakinleri için, sonra Fındıkzade’de bir apartmanın bahçesi kadar küçük bir kabristanlıkta Molla Gürani Hazretleri’ne. İnsana iyi gelen yollar, güzergâhlar vardır. Bu şehirde bana iyi gelen güzergâh Fındıkzade’de inip Aksaray’ın karmaşasını aşıp Beyazıt’tan Sirkeci’ye vasıl olmak. Eskiden Türk Edebiyatı Vakfı’nda ya da Caferağa Medresesi’nde içiyordum çayı. Artık buralarda çay çok pahalı. Şimdi Tarihi Sirkeci Tren Garı’nda TCDD Emeklileri Sosyal Yardımlaşma Derneği’nde, o tarihi mekânda içiyorum yorgunluk çayımı. Ama yine de Caferağa Medresesi’ne uğrayıp şöyle bir turluyorum mekânı. Sirkeci Garı’nda simit ya da çantanızda taşıdığınız ekmek arası bir şeyler atıştırmanıza kimse karışmaz. Garson gelip ikide bir başınızı ağrıtmaz. İstediğiniz kadar oturun, okuyun, yazın. Çayınızı yudumlarken tren katarlarına binip, geride kalanlara el sallar, uzun zihni yolculuklara çıkabilirsiniz. Balkanları Avrupa’yı dolaşabilir, Kosova’ya, Priştine’ye, Üsküp’e, Makedonya’ya, Saraybosna’ya ve Bosna Hersek’e gidip tarihin izlerini sürebilirsiniz. Hüzünle mutluluğun; gurbetle sılanın aynı anda yaşandığı mekân burası. Nice gözyaşları dökülmüştür, yarım kalkan ellerin gölgesi var duvarlarda. Mekânın dili olsa da konuşsa, dili yok mekânın ama bir ruhu var kalbi olana.
Sonra Eminönü’nden, bir insan selinin arasından geçip onlarca oltanın pusuya yattığı Galata Köprüsü’ne varırsınız. Fosforlu iplerin yem olarak sihirli iğnelere takıldığı oltalar, oltalarda çırpınan istavritler. Hayat böyle bir şey, gördüğümüz her ışıltılı ve renkli şeylerin peşine düşmemek lazım. “Cahildim dünyanın rengine kandım”. Balıkların böyle sahte yemlerle avlanması bana bir garip gelmiştir hep. Yeraltı Camii’ni ziyaret edip iki rekât ziyaret namazının ardından başlayabilirsiniz Beyoğlu’nu adımlamaya. Tarihi tüneli de kullanabilirsiniz ama ben Komando merdivenlerini tırmanmayı tercih ediyorum. Günlük iki ak-bil kullanma hakkı veriyorum kendime, buna riayet etmeliyim. Galata Kulesi’nin gölgesinde nefeslenip, Aslıhan Pasajı sahaflar çarşısına kadar uzanıyorum. Günün ikinci çayını sahaflar çay ocağında kitap kokusu çekerek, ya da Suriye Pasajı’nda geleneksel kıyafetiyle sunumda bulunan Ağrı’lı Mustafa Emmi’nin elinden içiyorum. İşine ruh katan insanları seviyor hatırı için bir bardak fazla içiyorum. Buraların da iyi çayı ucuza içebileceğimiz duraklardan olduğu aklımızda olsun. Sahaf esnafından çayını içecek kadar sohbeti ilerlettiklerimiz de var, selam olsun. Esnafla iki kelam edebilene aşk olsun. Oysa önce çay eşliğinde sohbet edilir, sonra alışveriş yapılıp helalleşerek ve selamlaşarak vedalaşırlardı eskiden. Bu münasebet her iki tarafa da iyi gelirdi.
Dönüşte Cihangir’in farklı sokaklarından Tophane’ye inip Ebu’l Fadıl Mehmet Efendi Camii’nin ya da Cihangir Camii’nin avlusundan Tarihi yarımadayı, Boğazın mavi sularını, Üsküdar’ı, Kadıköy’ü temaşa edebilirsiniz. Bu iki caminin avlusu İstanbul’u temaşa etmenin en güzel duraklarından diyebilirim. Sonra dışarıda akıp giden gürültülü hayattan insanı çekip alan, sarıp sarmalayan Kılıç Ali Paşa Camii’nin avlusuna iner, vakit yakınsa ezanı bekleyebilirsiniz. Mustafa Kutlu’nun; “Bu şehri gezecekseniz cami merkezli gezmelisiniz” bu minvalde bir sözü var. İstanbul’da ancak bir caminin avlusunda nefeslenebilirsiniz. Yeri gelmişken bir hatırlatmayı da hatırlatayım hatırınız için. Daha yakın zamana kadar bir arkadaşımızla buluşacağımız zaman, bir cami ve bir vakit namazı üzerinde anlaşırdık. Şimdilerde ise kafelerde nargile dumanı altında buluşuyoruz. Vaktin ise önemi yok, “mekânımız geç saatlere kadar hizmet vermektedir.”
Vaktim müsaitse Karaköy Tarihi Simit Fırını’ndan sıcak simit alıp yolu Kabataş’a kadar uzatır, tramvaya binip eve dönerim. Bu yolculuk bir müddet götürür beni. Benim gibi ıvır zıvır küçük alet edevatı seviyorsanız şayet, bir başka gün, Beyoğlu’ndan Karaköy Hırdavatçılar Çarşısı’na inip çarşının dar ara sokaklarını arşınlayabilirsiniz. Hırdavatçıların akıl sır ermeyecek çeşitliliği ilgimi çekmiştir hep. Hele de urgancılar arastasını gezmek zihnimdeki kendir kokusunu canlandırır. “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir, kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa, yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa o şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir.” Sonra bir ikindi vakti Tarihi Arap Camii’nin avlusuna inersiniz. Rivayetlere göre İstanbul’da ilk ezanın okunduğu, bazı rivayetlere göre farklı amaçlar için kullanılan bu caminin mimarisi ve iç ahşap dizaynı bütün yorgunluğumu alır. Çarşıda akşam telaşı başlamış bunca malzeme içeri alınacak ve kepenkler bir-bir kapanıp birazdan çarşıya bir öksüzlük çökecek. Ben de varıp kendimi Karaköy tramvay durağına bırakayım.
Bir başka gün, Kabataş’tan o tarihi çınar ağaçlarının bulunduğu yola vurursunuz kendinizi. Önce Yıldız Korusu’nun girişindeki Küçük Mecidiye Camii’ne sonra da o taş döşeli kısa şirin yokuşu çıkar, Yahya Efendi Dergâhı’na varıp, manevi huzurda bir süre ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Kabristanlığın içinde kısa bir yürüyüşe de çıkabilirsiniz. Abdest almak isterseniz zaten kısa bir kabristanlık yürüyüşü yapmış olacaksınız. “Kim var imiş, biz burada yoğ iken.” Boğazın serin sularını, gemilerin akışını seyre dalar, bir alt caddeyle bura arasındaki tezatlar dünyasında gidip gelirsiniz. Sonra yolunuzu biraz daha uzatırsanız Ortaköy Camii’ne (Büyük Mecidiye Camii) vasıl olursunuz. Kıyıda bir köy, köyün kıyısında bir cami, Ortaköy Camii. Mimar Nigoğos Balyan’ın yorumuyla vücuda gelen bu iki cami, son dönem mimari özelliklerine sahip. Diğer camilere göre gün ışığından daha fazla yararlanıldığından daha aydınlık. Deniz burada önünüze serilmiş mavi bir atlas gibidir. Ateş topu güneşi avuçlarına alan deniz, bir ışık oyununa çevirir ortalığı, dalıp gidersiniz. Gittiğim her şehirde eski semtleri, arka ara sokakları ararım. Ortaköy’ün arka sokaklarında pencerelerinde ve kapı önlerinde çiçek saksılarının bulunduğu eski evler, antika dükkânları. Pencerelerin çoğunda ve kapı önlerinde çiçeklerin olması sokaklara ayrı bir güzellik katmış. Eski semtlerde pencere önlerinde bu çiçek yetiştirme kültürü yaşıyor hâlen. Aynı manzarayla Samatya’da da karşılaşmıştım. Yeniyetme şehirler, ilçeler betona teslim, ürkütücü. Buralardaki antika dükkânları oldukça zengin. Tarihe, yaşanmışlıklara, geçmişe dokunabilirsiniz incitmeden. Günün sonunda, Kabataş tramvay durağına kadar tekrar yürüdünüz mü ayaklarınıza karşı mahcubiyetiniz kalmaz, ayaklarınıza sağlık.
Şehir yürüyüşleri dediğim bu yürüyüşler bazen Vezneciler’den Süleymaniye’nin arka sokaklarına düşüp Küçükpazar’a uzanır. Buralarda umulmadık yerlerde haziresinde birkaç kabrin bulunduğu tarihi küçük şirin camilerle karşılaşırsınız. Küçük ve tenha camiler. Bir şekilde yolunuzu Tarihi Ali Paşa Hanı’na düşürüp o günün yorgunluk çayını bu hanın orta bahçesinde içebilirsiniz. Simitler han kapısının önündeki tarihi fırından. Bir başka çay içme durağı olan bu mekânda çay uygun, müdavimleri arasında sohbet koyu. Aynı zamanda esnaf çay ocağı görevini de yerine getiriyor. Vakit müsaitse, zamanında kalkmayı başarabilirseniz yolu Zeyrek’e kadar uzatabilirsiniz. Zeyrek’ten bir göğe bakma makamı gibi gökyüzünü, Süleymaniye’yi seyredebilirsiniz. Şu İMÇ blokları ne kadar çirkin duruyor değil mi? Unkapanı’na indiğinizde Süleymaniye’yi iki blok arasından görebilirsiniz. Bir boşluğuma geldi, o boşluğa Süleymaniye’ye bakma boşluğu adını verdim. Zeyrek Camii’nde namaz kılıp tenha kuytu köşelerinde bir müddet vakit geçirebilirsiniz. Bütün o eski ara sokaklarda, eski evlerin sıcak ortamında semti dolaşır; çay ocaklarında insanların yüzlerinden hikâyelerini okuyabilirsiniz. Buralarda çay ocakları çok, hikâye bol. Eve dönüş için kendimi ya Eminönü tramvay durağına ya da Unkapanı otobüs durağına bırakmam gerekecek.
Başka bir zaman Süleymaniye’nin haziresinde mezar taşları arasında oturup kendinizi bir ders halkasına dâhil edebilirsiniz. Ulu mabedin gölgesinde zihinsel tarihi bir yolculuğa çıkar, az sonra ezanların şehre ruh verişine, bir yeniden dirilişe şahitlik edersiniz. Gök kubbeyi andıran o kubbenin altında, umutla açılmasını beklediğin rahmet ve merhamet kapısı gibi mihrabın önünde diz çöker secdeye kapanırsın. Ellerini semaya açıp gök kapılarının açılışına şahit olursun. Sonra Mimar Sinan’ın yol ağzında dar alanda kalan türbesinin önüne gelir, bir Süleymaniye’ye, bir de türbeye, türbenin bulunduğu dar alana bakarsınız. Fatiha, minnet ve şükran duygularından başınızı kaldırdığınızda, türbenin yanı başında, ayakucunda, bir çatı katta ‘Mimar Sinan’ adı verilen derme çatma bir kafe karşılar sizi. Bu tabelayla uyanırsınız, silkinirsiniz, tekrar bakarsınız. Tarihi simaların, manevi sembollerin, isimlerin değerlerin nasıl hoyratça kullanıldığına, harcandığına ve tüketildiğine şahit olmak kahreder. Hiçbir kaidemiz, kuralımız yok mu bu isimler verilirken? Kimsenin dikkatini çekmedi mi, kimse görmedi mi bunu? Etrafında bulunan tarihi yapılarda olan kurumlar ve bu kurumlardaki görevliler, yöneticiler geliyor aklınıza. Bir itirazda bulunulmuş mudur acaba? İyisi mi ben bir yerlere yazayım bakalım ne cevap alacağım… Muhtemelen gün akşam oluyordur. Esnaf bir telaş içinde dükkânlar kapanıyor, bir insan seli Eminönü’ne Sirkeci’ye doğru akıyor ve ben de o sele kapılıp Eminönü’ne iniyorum. İnsanlar iskelelere koşuyor kapılar kapanmadan, halatlar çözülmeden vapurlarda yerlerini alıyorlar. Martı sesleri vapur düdüklerine karışıyor, vapurların bacalarından çıkan duman, mavi gökyüzüne siyah bir tül gibi yükselirken deniz kaynıyor ve birbirine giriyor. Şu banklara oturayım, Üsküdar’ın yangın çıkan pencerelerini boğazın serin sularıyla söndüreyim. Tramvayın kaçacağı yok, bir sonrakine, daha sonrakilere biner dönerim eve.
Bir başka gün Beyazıt sahafları ziyaret edip Beyazıt Camii’nde kılınan namazın ardından (bu bir Cuma namazı olabilir) Gedik Paşa’nın deri kokan ara sokaklarına ve Kadırga’ya süzülebilirsiniz. Önce Sokullu Mehmet Paşa Camii’nde, o eşsiz sükûnet içinde çocukların okuduğu Kur’an tilavetine şahit olursunuz. Uzunca vakit geçirmek istediğim camilerden biri de bu camidir. Sonra Kadırga’nın bütün o tarihi sokaklarından yürüyüp, Küçük Ayasofya Camii’nin avlusunda ezanı beklerken zihinsel bir tarihi gezi eşliğinde ikindi çayı içebilirsiniz. Bir zamanlar şu mihrabın önünde Enver Baytan Hoca Efendi o nüktedan üslubuyla vaaz verirdi. Vaazın ardından bağırmadan kısa öz bir dua ederdi. O vaazlar ve dua kulaklarımda hâlen. Rahmet olsun, amin amin… Sonra Sultanahmet Meydanı’na çıkar, Sultanahmet ve Ayasofya Camii’leri arasında karşılıklı okunan akşam ezanına şahit olursunuz. Namazı Ayasofya Camii’nde eda eder, güne veda edersiniz.
Bir başka zaman, Laleli durağında inip Şehzadebaşı Camii’nin avlusuna varıp Üstad Sezai Karakoç’a selam vermeden, Fatiha okumadan geçmezsiniz sanırım. Avlusunda vakit geçirmeyi sevdiğim bir diğer camidir Şehzadebaşı. Gün boyu oturabilirim burada. Vefa’da boza isteğinize kalmış, ben Ebu’l Vefâ Hazretleri’nin manevi huzuruna vasıl olmak istiyorum. Bir müddet huzurda kalıp sonra bütün o arka sokaklardan, yıkık dökük evlerin arasından yine Küçükpazar’a ulaşabilirsiniz. Oralarda bir yerde suyu akan bir çeşmeyle karşılaşmıştım, not ettim. Suyu akan kaç çeşme var acep İstanbul’da. Hatırladığım bir de Cerrahpaşa’da görmüştüm. Ha bir de geçen Beyoğlu’nda rastladım, Cihangir’de. Son bir yıldır fırsat buldukça tarihi yarımadayı, Nefs-i İstanbul’u yürüyerek ziyaret ediyorum. Bunu bir kez daha hatırlatayım. Ziyaret diyorum çünkü başında da söylediğim gibi her mahallede, her köşe başında neredeyse bir hazretle karşılaşıyorsunuz. Geçen Sirkecibaba’yla karşılaştım Küçük Mustafa Paşa’da. Apartmanların arasında bir nefes alma yeri olarak kalmış. Bazı evlerin duvarlarına bir resim gibi gömülmüş mezar taşları gördüm. Böyle bir kabirle Zeyrek’te karşılaşmıştım. Arsanın duvarı hazretin baş taşına denk gelmiş, ya da şöyle diyelim, hazret gelmiş adamın evinin dibine yatmış.
Devam ediyoruz, çayları tazeleyebilirsiniz, daha yolumuz var…
Bu sefer Yusuf Paşa durağında iniyoruz. Murad Paşa Camii’nin avlusunda bir miktar vakit geçirip hazirede yatanlara Fatiha okuyoruz. Bu caminin içi de çok hoştur. Kademeli alanı, yan hücreleri. Sonra Aksaray meydanında yetmiş iki milletin arasından Sofular Hamamı’nın bulunduğu dar sokağa, Sofular Tekkesi’ne ulaşırsınız. Eski sofular böyleymiş, önce beden temizliğiyle başlarlarmış işe. Önce bedeni temizler, sonra ruhu arındırırlarmış. Selam verip Fatiha okuyoruz. Kıztaşı’ndan Fatih Camii avlusuna varıyorsunuz. O iki ulu çınar duraydı, cami böyle çıplak kalmazdı, güneşli havada insanın gözü kamaşıyor. Sultan Fatih’in türbesini ve hazireyi ziyaret edip âlimler, paşalar, gönül sultanlarının arasında bir süre vakit geçirerek, büyük ruhların arasında ruhunuzu sükûna erdirebilirsiniz. Bir kedi bulur mutlaka sizi, gelip dokunur, sırtını okşamanız yeterlidir, kucağınıza kurulup hırıl-hırıl uykuya dalabilir. Benim de burada kısa şekerlemeler yaptığım doğrudur. Hele de kıştan yeni çıktığımız güneşli bir günse… Sonra duvar dibinde hasır iskemleye oturup çay içerek üzerinizdeki mahmurluğu atabilirsiniz. Sonra Çarşamba’dan Yavuz Sultan Selim’e. Yavuz Selim Haliç’in terası gibi bütün Haliç’i, Balat’ın evlerinin çatılarını ara sokakları seyretmek ve tarihe bir yolculuk yapmak mümkün. Sonra Haliç’in karşısı, yeşil olarak kalmış öte dünyalıların yaşadığı birkaç mahalle. Aklınıza şu geliyor; “ölüler olmasa diriler nefes alamayacak.” Daha ilerilerde tiksinti veren kibir kuleleri. Yavuz Selim Camii ziyaretini namaz vaktine denk getirmek en doğru olanı. O yüzden namazı Fatih Camii’nde kılmadık. Sultan’a selam verip Fatiha okuyup camiye geçiyorum. Tek kubbe üzerine kurulmuş, güzelliğini izah edemeyeceğim için “harika” deyip geçiyorum. Mudurnu’daki Yıldırım Beyazıt Camii’ne benzetiyorum bu camiyi. Sonra Balat’a inip Kariye Camii’ne uzandığımız günler, ya da Edirnekapı’dan başlayıp Balat ve Küçük Mustafa Paşa’nın bütün dar ara sokaklarını, şirin pencerelerinde sardunya yetiştiren evleri. Küçük Mustafa Paşa’da ilk kez rastladığım kiliseden dönme camiyi, yine mavi beyaza boyanmış, gökyüzüyle bütünleşen küçük şirin camiyi konuşmaya kalksak yeni bir çay demlemeniz gerekecek.
Son olarak, Çapa Şehremini durağında inelim ve ayrı bir yazının konusu olabilecek, Yedikule’yi, Samatya’yı, Kocamustafapaşa ve Cerrahpaşa’yı, avlusunda asmaların bulunduğu adım başı küçük şirin tarihi camilerini, dar ara sokaklarını, pencerelerinde çiçek olan eski evlerini zihnimize kaydedelim. Yahya Kemal’in “Kocamustafapaşa” şiirini de ekleyelim buna. Sümbül Efendi’nin manevi huzuruna varıp bereketli vakit geçirelim, sonra Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin avlusunda bir Cuma vaktine vasıl olmanın hazzını yaşayalım. Ara sokaklardan tren yolu hattını takip ederek Cerrah Mehmet Paşa Camii’ne çıkalım ve bir ikindi vaktine denk getirelim zamanı. Caminin kıble yönünden Marmara’ya bakmaya vaktimiz olsun. “Yürümek için bir çift ayak, görmek için bir çift meraklı göz yeterlidir.” Sonra nasıl olsa Yusuf Paşa durağından biner döneriz eve.
Belki vapura binip karşıya, Üsküdar’a, Kadıköy’e, Beykoz’a geçeceğimiz günler de gelir.
Selam ile…
Çok güzel abi