Prof. Dr. Bilal Kemikli, iki senedir Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin dekanı olarak güzel işlere imza atmaya devam eden bir hocamız. Fakültelerinin öncülüğünde, İki sene içinde iki sempozyumla Kütahya'nın iki önemli tarihi şahsiyetini, Ahteri Muslihiddin Efendi ve Ergun Çelebi ve Kütahya Mevleviliği'ni kamuoyunun gündemine taşıdılar, tanınmalarına katkıda bulundular. Böylece Kütahya'nın birikimine mütevazı da olsa bir katkı sunuldu, şehrin yerel dinamikleri bu vesilelerle Kütahya'nın tanıtılması için aynı amaç etrafında birleşti.

Biz de Bilal Kemikli ile hem daha önceki çalışmalarını, hem “şehir” ve “şehirli”yi, hem de Kütahya'da yaptıkları bu ve benzeri çalışmaları konuştuk.

Hocam iki senedir Dumlupınar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin kurucu dekanlığını yürütüyorsunuz. Fakülte bu süre zarfında akademik anlamda hangi yolları katetti? Ülkemizdeki ilahiyat fakülteleri arasında gerek yayınlar gerekse akademik personel ve öğrenci anlamında konumu nedir?

Kütahya ilim geleneği olan bir şehrimiz… Germiyanlı’dan başlayarak bütün bir Osmanlı döneminde ilim tarafını korumuş önemli şehirlerimizden birisidir. Fakat üniversiteye geç kavuşmuş, bu anlamda geri kalmıştır. Eğitim-öğretime değer veren bir ahali var. Mesela Tavşanlı; hem üniversite mezunu nüfusu bakımından, hem de sanat-edebiyata ilgisi bakımından dikkat çeken bir şehir. Merhum Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu bin adet bastığı dönemde, bunun beş yüze yakınının Kütahya ve Tavşanlı’da satıldığını öğrenmiştim. Bir ilgi, bir merak var. Gediz, Simav bölgesi de öyle…

Bu müspet hale rağmen üniversite geç geliyor; İlahiyat Fakültesi ise, üniversiteyi kuran akıl tarafından başlangıçta düşünülemiyor. Oysa ilahiyat tahsili bakımından da bu şehir bereketlidir. Buradan değerli ilahiyatçılar yetişmiştir.

İşte, her şeyin bir vakti, saati vardır. İlahiyat Fakültesi, şehir eşrafının çalışmaları, halkın talepleriyle, bu yeni dönemde kabul görüyor, açılıyor. Üniversite yönetimi, Rektörlük ve diğer birimler halkın taleplerini yerine getirmiş, bir ihtiyacı gidermenin yolunu aramıştır.

Neticede bendeniz buraya 2012’nin Ekim’inde göreve başladım. Rektörlük makamının tahsis ettiği küçük bir koridorda hizmete başladık. Hem şehir, hem de Üniversite'nin samimi destekleriyle kısa zamanda iyi bir konuma geldi. Kuruluşunun ilk yılında alt yapısını tamamlayarak, YÖK’ün talep ettiği öğretim üyesi ve elemanı ihtiyacını karşılayarak öğrenci aldık. Fakülte iki bölümden oluştu: İlahiyat ve İDKAB (İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü). Bu iki bölüme 40’ar öğrenci aldık, şehir ikinci eğitimi de zorladı. Dolayısıyla daha ilk yılımızda 170’e yakın öğrencimiz oldu. Şimdi üçüncü yılın içindeyiz, 42 öğretim üyesi ve elemanıyla, 400 civarında öğrencisiyle hizmet veren bir fakülte olduk. Rektörlük makamının tarafımıza tahsis ettiği müstakil, klasik kültürün çizgilerini taşıyan bir binada çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Tabii biz İstanbul'dayız. Kütahya ile ilgili haberleri ancak medyadan alabiliyoruz. Bir yerde Kütahya'ya yeni bir İlahiyat Fakültesi binası kazandırmaktan bahsediyorsunuz. Bu bina sanırım bazı özellikleriyle öne çıkacak. Nedir bunlar, kısaca bahseder misiniz? "İslam Medeniyeti Uygulama ve Araştırma Merkezi" de bu kompleksin içinde mi?

Evet, Rektör Bey aradığında, “gelin görüşelim, bir fakülte kurmak istiyoruz” dediğinde bendeniz Trovnik’teydim. O sene Saraybosna Üniversitesinde Şarkıyat’ın misafiriydim. Saraybosna’da Tayyip Okiç merhumun kabrinin de bulunduğu mezarlığı seyreden bir yerde evim vardı. Ailecek haftada bir gün mutlaka merhum Prof. Okiç’i ziyaret ederdik. O sene Okiç ve Aliya’lı senemiz oldu… Trovnik de bizim açımızdan önemli, ilim tarih olan bir şehir. Oradaki medreseyi bilirsiniz; işte orada o medresedeyken Türkiye telefonum çaldı, açtım, bilmediğim bir numaraydı. Rektör bey Prof. Dr. Ahmet Karaaslan arıyor, davet ediyordu. Gerçek anlamda bu görevle ilişkimiz işte bu görüşmede başlamış oldu. Trovnik medresesi bir işaretti, yeni bir fakülte kurulacaksa, binası da yeniden yapılacaksa, evvelemirde şehrin ilim ve mimari tarihine uygun olmalıydı. Bu konu bendenizi çok meşgul etti, işin felsefî temelini oluşturmak için Aydın Sayılı’nın ilim tarihi ve medreselerle ilgili çalışmalarıyla ve Turgut Cansever’in mimari tarihimize ilişkin tespitlerini yeniden okuma fırsatım oldu.

Sonuçta bina, ne olacak ki” demeyin. Cambridge ve Oxford’un bazı kolejlerini evvelce gezmiştim; binalar yeni olsa da geleneksel çizgiler sizi zengin bir tarihe götürüyor. Ufuk veriyor, derinlik kazandırıyor. Şimdi bizim üniversitelerimiz maalesef ilköğretim okulları gibi planlanmış; daraltıyor, küçültüyor insanı. Ama Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde yapılan eserler, Arif Hikmet Koyunoğlu’nun tasarladığı binaları düşünün; orada bir ufuk var. Öğrenci ve asistanlık dönemlerimde Ankara’da DTCF, Hukuk ve Mülkiye binalarına hayrandım. Bizim Ankara İlahiyat'ın eski ana binası da biraz o çizgiye yakındır. İçeri girdiğinizde geniş bir alan… Hayat. Şimdi fuaye alanı diyorlar. İnsan bir ferahlık duymalı. Ankara Üniversitesi binalarında bir kişilik vardı, yenileri için söylemeyeceğim. Gazi’nin eskiden kalan birkaç binası da öyle; kişilikli, rahatlatıcı, huzur verici. Fakat Hacettepe başta olmak üzere yeni tasarımlar, Karadenizli müteahhitlerin eseri gibi.

Kimse kusura bakmasın, buralardan ilk beş yüze çıkma çabası, bir özveri işidir. İlme verilen değer, daha mekanın tasarlanmasında başlar. Şimdi kadromun bulunduğu Uludağ Üniversitesi, maalesef Bursa Eğitim Vadisi’ndeki orta öğretim kampüsünü andırıyor. Bunu kim böyle yapmış, neden hâlâ aynı kafayla yeni binalar yapılır, şaşıyorum. Üniversiteler, şehrin tarihi dokusuna uygun, oradaki öğretim elemanına ve öğrenciye tarihi birikimi hatırlatacak, özgüvenlerinin gelimesine fırsat verecek şekilde inşa edilmelidir. Bu anlamda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde bir kişilik bulursunuz; ama hemen ileride İktisat Fakültesi veya biraz ilerde İlahiyat Fakültesi; aceleye gelmiş işler olarak görülür.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok, kampüs şehrin tarihi dokusuyla uyumlu olmalı… Fakülteler ise, ilgili bilim dallarının felsefî birikimini yansıtmalı. Biz bu anlayışla yola çıktık, güzel bir proje oluştu. Medrese geleneğindeki, özellikle Bursa Ahmet Paşa Medresesi'ndeki gibi U biçiminde, şehri ve vadiyi seyreden bir bina olacak. Sınıflar, anfi, kitaplık gibi temel birimlerin yanında kıraat ve musiki odası ile gelenekli sanatlar atölyesi olacak.

Evvela ilahiyatçının ufku açık olsun, o yüzden yüksek bir yerde inşa edilecek ve şehri seyredecek. Şehri seyretmesini özellikle arzu ediyorum, zira bu ilim ehli ahaliyi seyretmeli, onların ihtiyaçlarını bilmeli, çözümler aramalı. İçine kapalı ortam, kendini tekrara ve kibre götürür. Bu bakımdan milleti unutmayan bir eğitim anlayışına ihtiyaç var. Zaten “milli üniversite, millete hizmet eden üniversitedir” düşüncesindeyiz. O bakımdan U’nun ucu şehre doğru, milleti kucaklayacak şekilde açık kalacak.

İslam Medeniyeti Araştırma ve Uygulama Merkezi, medeniyet tasavvurumuz üzerinde araştırmalar yapmak, ilmi toplantılar düzenlemek ve bunları akademik dille neşretmek gibi gayelerle kurulmuştur. DPÜ bünyesinde, İlahiyat Fakültesi’nin öncülüğünde ve içinde kurulmuştur. Elbette yeni kurulacak bina içinde yeri olacak, güzel çalışmalara ortam hazırlayacaktır.

Daha önce Ankara, Van, Isparta, Elmalı ve Bursa'da bulunmuşsunuz hocalığınız ve diğer idari görevleriniz icabı... Elmalı'da "Elmalı'nın Canları İrfan ve Sevgi Sempozyumu" faaliyetini başlattığınızı biliyoruz. Bunlar şüphesiz bahsekonu yerlere değer katan, iz bırakan faaliyetler... Neler yapmaya çalıştınız geçmişteki görev yerlerinizde?

Efendim, Elmalı’da resmi bir görevim olmadı. Onu tashih edeyim. Ankara ilk göz ağrımız. Orada okuduk, orada sevdalandık, orada ıstırap çektik. Fakat doktora sonrası ihtiyari sürgünlükle Van’a gittik. Ankara için, o vakit her halde sakıncalıydık, uzaklara gitmek nasip oldu. Van, Ankara’dan sonra benim için ikinci okul olmuştur. Prof. Dr. S. Mehmet Şen, orada akademinin sakıncalılarını toplamıştı; ötekileştirilen, cins kafalar. Şimdi ülkemizdeki pek çok üniversiteyi bu kadro kurmuştur; bunun da bilinmesi lazım. Ankara siyaset, bürokrasi, hız ve hareketi temsil ediyordu; Van ise, durmayı, düşünmeyi ve yazmayı. Yazmayı diyorum, zira konuşacak pek ortam yoktu. Farklı kulaklar vardı, o sebepten Ankara’daki rahat konuşmanın yerini, düşünerek, derinlemesine tahlil ederek konuşmak ve daha çok da yazmak aldı. Güzel bir kitap okuma gurubumuz vardı. Yalnızlığımızda Yunus Emre’nin ve Mevlana’nın yoldaşlığı, bize yeni ufuklar kazandırdı. Celalde cemali saklayan, kahırda lütfu sunan Rabbim, bu sürgün zamanlarını ilim, sanat ve irfan açısından bereketlendirdi.

Isparta ise hiç aklıma gelmezdi. “Gel” emri oldu, kalkıp gittik. Bır durak yeridir Isparta, iki sene kadar kaldım; ama köklü dostluklar kuruldu orada. İnsan gittiği şehirlerden gıdalanıyor, böylece kendi oluyor. Fikri sabit, içine kapalı kişiler için söylemiyorum; aramak, yenilenmek isteyenler için seyahat, nakil ve sürgünler bereket vesilesidir. Fikrî açıdan sağlamlaşıyor, mukayese yapma imkanınız oluyor. O bakımdan lisansta mezun olunan üniversitede yüksek lisans ve doktora yapılmamalı… Hele hele asistan kalınmamalı, diyorum. İlim adamının özgürleşmesi, yalnızlığı yaşaması, kendi ayakları üzerinde yürüyebilmesi için buna ihtiyaç var.

Uğradığım her şehir, bana pek çok şey kattı. Eğer Van’a gitmeseydim, bugün çözüm önerilerini diğer dostlarım gibi ceffel kalem silip atardım. Hayır, orada yaşadım; Deliler Kahvesi’nde çay içtim, kahvaltı salonlarında farklı tatlara kavuştum, Van Gölü (Denizi) kenarında İskele’de Trabzonlu Hasan Dayı’nın hamsi tavasından yedim. Isparta’daysa konforun, içine kapanma vesilesi olduğunu gördüm. Hazır bulunmuşluk, tekrara götürüyor. Merhum Said Nursî’nin çabasına tanık olup, Süleyman Demirel’in bir umut olarak şehre kazandırdıklarını gördüm. Seksen öncesinden bu yana uzak kaldığım siyasi akrabalarımı anlamaya, onlarla hasbihal etmeye çalıştım. İnsanın yaşı ilerledikçe uyumu da artıyor. Burada Arayışlar dergisini çıkartan birkaç gönül dostuyla derin sohbetlerimiz oldu. Kavga gürültüyle de olsa bir Gül Sempozyumu yaptık. Bu, Gül Kültürü Üzerine İncelemeler adıyla yayımlandı.

Elmalı, Bursa’ya geldikten sonra başladı. Isparta’da tanıştığımız Antalyalı dostların talebiyle Elmalı'yla alakadar olduk, bugün geleneksel hale gelen Elmalı’nın Canları İrfan ve Sevgi Sempozyumu böylece başladı. Şimdi artık Antalya’da İlahiyat Fakültemiz çok sağlam bir zemin üzerinde gelişiyor; biz de bu görevi onlara, sayın dekan Prof. Dr. Ahmet Ögke’ye teslim ettik. İş ehlini buldu. Bursa’ya geliş ve buradaki etkinlikler ise başlı başına bir konu… İsterseniz onu ayrıca konuşuruz. Ama madem yeri geldi, iki defa Süleyman Çelebi ve Mevlid Sempozyumu yapmak nasip oldu. Bursa Şiir Şehir Projesi çerçevesinde Şair Ahmet Paşa ve Lamiî Çelebi sempozyumlarıyla, İznik’te Eşrefoğlu Rûmî sempozyumlarını zikretmek isterim. Bunların hepsinin kitabı yayımlandı, ilgilisi bulacaktır.

Hocam iyibilgi.com adresindeki yazılarınıza baktığımda "şehir" konusuna ayrı bir önem verdiğinizi görüyorum. Bir yazınızda "Anadolu'nun kadim şehirleri gün be gün sıradanlaşıyor. (...) Tükenen şehri yeniden kurmak lazım… İnsanı yeniden çoğaltmak, şehirli kılmak lazım!" diyorsunuz. Bu bağlamda şunu sormak istiyorum: Bilal Kemikli'nin "şehir"i nasıl bir şehirdir? Kitap çapında bir soru sorduğumun farkındayım ancak özet olarak nelere söyleyeceğinizi merak ediyorum.

Çok derin, kuşatıcı bir soru… Başlı başına bir sohbet konusu. Evvela şunu söyleyeyim, iyibilgi.com’la alakamız 2007’den bu yana sürüyor. Hayy Kitap’ın o vakit editörü Mehmet Ferda Balancar bir Haziran günü Bursa’ya Fakülte'ye ziyaretime gelmiştir. Mesnevi'den mülhem mektuplardan oluşan Mevlana’nın Kalbine Açılan Kapı adlı kitap, onun delaletiyle Hayy’da yayımlandı. Daha başka projelerimiz de vardı, ama herhalde zamanı gelmedi. Mehmet Ferda’nın ziyaretinden sonra iyibilgi’nin hâdimi Rauf Baysal, arada sırada orada yazmamı talep etti. O vakit Bursa’da Meydan gazetesinde haftada bir defa yazıyordum, onların talebine de olumlu cevap vermiş oldum. Böylece bir rabıta kuruldu.

Şimdi oradan oraya gidiyorsanız, benim gibi göçmenseniz ve dertleriniz varsa, ister istemez yazma eyleminin bir parçası oluyorsunuz. Bursa’da Fakülte'deki eski odam arka bahçeye bakardı. Orada bir çam ağacı vardı, benim en samimi dostum o çam ağacıydı. Onunla dertleştim, onu yazdım. O çam ağacının hikayesini öğrencilerim ve bazı dostlarım bilir; kahvemi onu seyrederken yudumladım, ara ara soluklandığım pipomu da onun gölgesinde doldurdum. Oradan şehre baktım. Yahya Kemal ve Tanpınar okumaları, merhum Turgut Cansever’in kitapları ve değerli üstadım Prof. Dr. Sadettin Ökten’in hasbi sohbetleri ister istemez bu bakışı besledi. Bir de aziz hocam Prof. Dr. Mustafa Kara’nın rehberliğini zikretmeliyim.

Bursa’ya gel” çağrısı Mustafa Kara’dan olmuştur. Geldim, Ataevler'e yerleştim. Fakülte’ye yakın; ama yeni bir şehir. Hatta şehir demeyeyim, kent, modern kent. Prof. Kara bir keresinde, “Yavrum Ankara’da bedeviydin, hâlâ bedevisin, hadarî olamadın gitti…” dedi. Hoca haklıydı, hadarî olmak, medenî yani Medineli / şehirli olmaktı; ben gelmişim, kadim Bursa’ya yüzümü dönmeden eski köy arazisi üzerine inşa edilmiş modern bir kentte site içinde bir eve yerleşmiştim. Hadarî olmak için emrettiler, her hafta TYB’nin Irgandi Köprüsü’ndeki küçük ofisine gitmemi ve Şeyh Galib’ten gazeller okumamı emrettiler. Bizim Bursa’daki sohbet halkamız da böylece kuruldu. Hoca TYB Bursa’nın başkanıydı, programı yapmıştı. Kalkıp gittik. Ailecek. Her hafta bir gazel okudum orada, hazirûna şerhettim, sonra da Hoca'yla şehri gezdik.

Bu geziler, şehir kitabını okuma çabalarıdır. Okudukça da yazıyorsunuz. O cümle ve oradaki tespit, evvela bu gezilerde Bursa’yla halleşmenin neticesidir.

Bursa, Evliya Çelebi’ye göre Hz. Süleyman’ın inşa ettiği bir şehirdir, ruhaniyetli şehirdir. Bana göre ise “şiir şehir”dir. Süleyman’ın izini aradım, ruhaniyetiyle dolaştım, o şiiri anlamak için çaba sarfettim. Fakat şunu gördüm: Hep talan etmişiz. Hatta bu talan devam ediyor. Bize düşen ise feryat… O cümle bir feryattır. Şehrin göbeğine palı bir mıh gibi çakılan TOKİ’ye baktıkça Tophane’den, kim olsa feryat eder. Bu, ruhumun mayalandığı Sivas’ta da böyle, aklımın ve gönlümün inşa edildiği Ankara ve İstanbul’da da. Maalesef kültürel mirasına yabancı, sözde milliyetçi ve maneviyatçıların hoyratça tükettiği hazinedir şehirlerimiz. Kimse kusura bakmasın, oradaki tanımda kendimi ifade ediyorum. Yıktığımız konaklar, medreseler, tekkeler, çeşmeler ve hatta Sivas örneğinde olduğu gibi kalelerle, kendi ayağına kurşun sıkan zavallı durumuna düşmüşüz. Bunları başkaları yapmadı, biz yaptık. “Bir dokun bin âh dinle!” diyor ya şair, siz dokundunuz, ben ise aracılığınızla feryadıma devam ediyorum. Bu gidişe dur demeli, şehir kendine gelmeli.

Benim şehrime gelince, bir uzun hikaye… İsterseniz o hikayeyi de başka bir zamana bırakalım, bir çay içme vesilesi olsun, dertleşelim. İşte ilk nüvesi bu, şehir dertleşme mekanı; orada hemdert buluyor musunuz? İşte orası benim şehrimdir. Hemdert olmayı unuttuk, kendi gerçekliğimizden uzaklaşıp sadece tenleri rahata erdirmenin yollarını arıyoruz. Hayır, durup biraz dertleşelim, halleşelim… Şimdilik bu yeter mi?

Günümüzün imkanları bu bahsettiğiniz "şehir"i kurmaya/yaşatmaya ne kadar elverişli?

Körü körüne düne takılıp kalmış değilim. Öyle bir konforum yok, dertliyim ve çare arıyorum. Bakın şehir, bize Hacı Bayram-ı Velî'nin öğrettiği kadarıyla söyleyeyim, ruhumuzdur, aklımızdır. Ruhun sükûna kavuşması, aklın gıdasını alması lazım. Sükûnun da gıdanın da bizim için yegâne kaynağı tevhiddir, vahiydir. Şimdi derin mütalaalara girecek gücüm yok, ama tevhiddeki o birlik iksirine, farklılıkları bir görebilme, birlikte yaşamaya fırsat verecek dili geliştirmeye ne kadar çok ihtiyacımız var.

Farklılıkları bir görmek ahlakın meselesidir. Bu da sohbetle, hemhal olmakla kazanılır. Ahlakın dersi anlatılmakla ahlaklı olunmaz; sohbet ve hemhal kavramlarını bu yüzden hatırlatıyorum. Görmek, duymak, tecrübe etmek…

Birlikte yaşama ise hukukun meselesidir. Hukuk ve güvenlik. Sağlam zeminlerde inşa edilen hukuk, hak ve hakkaniyete müstenit çözümler oluşturur. Güvenlik ise, güveni tesis ederek huzuru sağlar. Bunları sağlayacak ilmî ve tarihî tecrübemiz var diye inanıyorum.

Şimdi zımmi hukukuyla asırlardır farklı dini ve etnik yapıları, farklı dil ve tatları bir arada tutan milletin çocukları bir hafıza kaybına uğradı, çözümü yabancı yerlerde aradı, tercümelerle hukuk oluşturdu, adaptasyonla yetindi. Burada bir çözüm olabilir mi? Sen önce kendi tecrübene bakacaksın, sonra mukayese için ötekisini tetkik edeceksin ve yeni bir bakışa, senteze ulaşacaksın. Ne yazık ki, ıslahat çabalarından bu yana, hep ötekisini taklit eder olduk, kendimiz olamadık. Ruhumuzun sükûnu ve aklımızın özgürlüğü için çabalamalıyız. Bu çaba olursa, bu bizim için bir dert halini alırsa neden kendi şehrimizi yeniden inşa edemeyelim? Bu bir hayal değildir. Bir medeniyet bilincine ve yenilenmeye ihtiyacımız var, o kadar. Bunun olacağına kaniyim. Umutluyum.

Tabii bu noktada "şehirli" kimdir sorusu da ayrı bir önemi haiz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Şehirli olmakla alakalı daha evvel İLEM’de bir konuşmam olmuştu. Orada dilden, şiirden, sözden yola çıkarak bir tahlil yapma fırsatımız olmuştu. O konuşmanın metnine okuyucularımız kolayca ulaşacaklardır. Burada bir noktadan yola çıkarak düşüncemi dile getirmek isterim: Şehirli, medenî insandır. Medenî, nazik, kibar, görgülü ve anlayışlı gibi dar anlamda kullanılan bir tabir değil; bunlar olacak. Ama bir üst manasıyla medenî olmak, bir medeniyetin içinden geldiğini müdrik olmaktır. Bu örf, maddi ve manevî değerler anlamında olduğu gibi, hukukî açıdan da bir aidiyeti işaret eder. Moda tabiriyle söyleyeyim, duruş sahibi olmak… Nerede duruyorsun? Bunu bileceksin. Şehrin tarihî birikimiyle buluşacaksın. Bu olmadan, bazı mekanlara “takılmak” ve modayı takip etmekle şehirli olunmaz, o kadar!

Sizin deyiminizle "şehrin hizmetkarları" ile devam edelim isterseniz... Herşeye sevgiyle, irfanla bakanlar ve böylece bir değerler manzumesi inşa edenler, "şehri latif kılanlar"... Bugün Anadolu'nun hangi köşesine gitsek bu "hizmetkar"larla karşılaşmak mümkün... Peki bugün o şehirlerde yaşayanların oranın "hizmetkar"larıyla teması hakkında neler söylersiniz? Şehirde yaşayanlarla o şehrin kadim değerleri arasındaki ilişki bugün ne derece yeterli? "Şehirde yaşayanlar"ın arasına o şehrin idarecileri de pekala giriyor.

Evet, fakirin sözleri bunlar… Şehir Hayat ve Derviş’te bu sözleri sıkça bulursunuz. Bir de şehrin delileri var; kendini şehri tanımaya, tanıtmaya ve şehrin imarına adamış gönüllüler. Üniversiteler, tarih, edebiyat, sosyoloji ve ilahiyat alanında çalışan akademisyenler yaşadıkları şehirlerin hizmetkârlarını bulup, onları genç kuşaklara tanıtmalılar. Şehrin yöneticileri, valiler, başkanlar ve müdürler bu tanıtımda ilim adamlarına ortam hazırlamalı… “Kültür şehirciliği” tabiri artık tutmaya başladı. Bizler bu konularda bir şeyler yapalım derken, sempozyumlarla, konferanslarla çok sahipsiz kaldık, çok yorulduk. Ama deli olduğumuzdan, hesapsızca ağır işlerin altına girdik.

Fakat son yıllarda bu anlamda güzel gelişmeler oldu, yöneticilerde bir bilinçlenme seziyorum. Şehir dergileri yayımlanıyor, yazılar yazılıyor, araştırmalar, tezler yapılıyor. Daha geçtiğimiz günlerde Sivas Belediye Başkanı bir çalıştaya davet etti, davet geç geldiği için katılamadım; ama benzeri etkinlikler arttı. Umuyorum ki bu alandaki çabalar, bunca geç kalınmışlığa rağmen, bizim şehrin hizmetkârlarıyla bulşmamıza, şehri latif kılan insanları tanımamıza ve ilmi açıdan bir birikime ulaşmamıza fırsat verecek. Umutluyum…

Söz buraya gelmişken, şunu da sorayım: "Son yıllarda Anadolu şehirlerinde büyük bir canlanma var. Büyük bir canlanma, kendine gelme çabası…" diyorsunuz bir yazınızda da. Bu, iyimser bir gözlem değil mi? Son yıllarda bazı şehirlerde şehri idare edenlerin işlerini görüp, inşaat sektöründe son yıllarda yaşanan devasa büyümeyi de göz önüne aldığımızda "şehir elden gidiyor" diyenlerin sayısı hayli fazla...

Evet, umutluyum demiştim. İyimserim. Bursa’yı talan eden projeler bugüne münhasır değil. Sanayi, göçler, vakıf arazilerinin ve binalarının amacı dışında elden çıkarılması meselesi, mezarlıkların, bahçelerin ve tarım arazilerinin iskâna açılması, öyle sanıldığı gibi son yılların eseri değil. Sivas’ın kalesi son yıllarda yıkılmadı. Yılların birikimi... Hafıza kaybımız var, evvela bunları bilmemiz lazım. Bu anlamda bir bilgilenme, bir kendine gelme var, bunu söylüyorum. Ama işaret ettiğiniz gibi, bu bilgilenmeye rağmen, bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu sandığınız yöneticilerin rant peşinde koşmalarına da tanık oluyoruz. Bu bizi hayli üzüyor.

İyimserliğimiz mahzunluğumuzu örtüyor değil… Hayır, dertlerimiz de artıyor. Kentsel dönüşümü planlarken, tarihî dokuyu dikkate almayanlara kırgınız. Gözü kağıt banknotla kapanmış, basireti kilitlenmiş yöneticiler, onları uyaracak yetkin ve bilinçli danışmanlardan mahrum kaldıkça bu talan devam edecektir. Dün, bu konuda dertlenenler bu kadar çok değildi; şimdi her kesimden yanlışı görüp “yeter” diyenler çoğaldı. Muhalif duruş, eğer iyi okunursa bize şehrimizi geri verecek bir anlayışın oluşmasını sağlayacaktır. Bu anlamda iyimserim.

Ben menfi muhalefetten yana değilim, “siz yaptınız”, “onlar yaptı” gibi ayrıştırıcı ve tezyif edici tavırdan ziyade müspet muhalefetle konuyu ele alıp, ilmî açıdan meseleye bakmanın ve yol göstermenin doğru olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde siyasetçi de yönetici de insan, ona doğruyu göstermek münevverin görevidir. Muhalifim, ama müspet muhalif… Evet, böyle bakıyorum ve “acaba nerede hata yaptık?” diyen yöneticiler görüyorum, umutlanıyorum.

 

Söyleşinin ikinci bölümü için buyurunuz: http://www.dunyabizim.com/Manset/18660/simge-isimleriyle-marka-bir-sehir-kutahya.html

 

Mehmet Emre Ayhan konuştu