Bazı tarihler vardır ki kişilerle ve olaylarla özdeşleşmişlerdir. O tarihin gelmesi, o kişiyi ya da o olayı hatırlamanıza kâfidir. Veyahut da o kişiler ve olaylar sözkonusu edildiğinde aklınıza tarihler yerleşir hemen. Zihne kazınması açısından önemlidir tarihler.

Her insanda unutamadığı, hatırına geldiğinde kendisini geçmişe götüren ve düşünmeye sevk eden tarihler vardır.

Öyle kişiler ve olaylar da vardır ki, onlar toplumsal hafızalara kazınmışlardır. Hemen hemen herkesin bilgisindedir onlar. Topluma mal olmuş, büyük kesimleri etkilemiş kişiler ve olaylar her sene-i devriyesinde belli plan ve programlarla anılır. Unutturmamak ve ödev çıkarmak açısından kıymetlidir bu uygulamalar.

Şahadet ayı…

Neden bahsediyoruz, ne demek istiyoruz? Evet, meramımızı hemen ifşa edelim. Müslümanların tarihinde unutamadıkları, unutmamaları gereken adamlar vardır. Bu adamlar ki, şahadet yolunun neferleridirler. Onların adlarını Rableri koymuştur: Şehidler. Asla ölmez onlar; Rableri katında diridirler ve bizim anlayamayacağımız şekilde rızıklandırılırlar. Onlar, İslam yolunun ve Kur’an davasının nurdan haleleridir. Hepsi, büyükçe bir ışık bırakarak gitmişlerdir Rablerine. Kuraklaşmış toprakları sulayarak gitmeyi tercih etmişlerdir ki; filizlenip boy versin, sevdaları yeşersin, devam etsin diye mahşere kadar... Rabbul alemin onların şehadetlerini yılın her ayına yaymıştır. Hemen hemen bütün ayları bereketlendirmiş olsalar da şehidlerimiz, bizde şubat ayı “Şahadet Ayı” olarak kabul görülür. Azımsanmayacak sayıdaki şehid adamlarımızın şehadet vakitleri bu aya tevafuk etmiştir. Bundan ötürüdür ki, her ne zaman şubat ayı gelse, aklımıza şehidlerimiz de geliverir. Onları hatırlama ve hatırlatma görevi, genellikle şehadet günleri gelince icra edilir. Bereket ki, yılda bir kez de olsa hatırlara getiriliyor; bu büyük bir kazanç. Ya tamamen gündem dışı edilselerdi ne olurdu! Sonsuz şükürler olsun bu halimize.

Tarihler ve insanlar... 4 Şubat(1926) İskilipli Atıf Hoca’yı, 12 Şubat (1949) Hasan el Benna’yı hatırlatır. 21 Şubat (1965) geldiğinde Malcolm X zihnimizde belirir. 23 Şubat (1979) Metin Yüksel’le anılır. Sonra diğer aylar ve diğer şehidler… 22 Mart (2004) Şeyh Ahmed Yasin demektir. 17 Nisan (2004) Abdulaziz Rantisi’yi çok sevmiştir. 17 Mayıs (2010) dendi mi Bahaddin Yıldız’dan başkası günümüzü doldurmaz olur. 31 Mayıs (2010) tarihi Mavi Marmara şehidlerinin günüdür. 9 Temmuz (2006) Şamil Basayev’le anlamını kazanmıştır. 29 Ağustos (1966) denilince Seyyid Kutup ve beraberinde idama mahkûm edilen arkadaşlarını hatırlarız. Liste böylece uzayıp gider…

Hazır şubat ayı gelmişken, bizler de değerli Müslüman yazarımız Hasan Eker’in “Şahadet Bilinci” kitabından yola çıkarak, şehadet ve şehidlik üzerinde durmayı yeğledik biraz. Her genç Müslüman’ın, kesinlikle, okumadan geçmemesi gereken bir eser olduğunu, hemen belirtelim. Hayat ve hidayet rehberi olan kerim kitabımız Kur’an ve aziz öğretmenimiz, biricik önderimiz, efendimiz olan Muhammed aleyhisselatu vesselamın sünneti penceresinden bakarak oluşturduğu bu çalışması, şahid ve şehid olmayı belletiyor okuyucusuna.

Şehidlik, ölümün zirvesidir bu hayatta

Yeryüzündeki yaşamımız boyunca, Allah u Teâlâ’nın arzu ve isteklerini, hem ferdî hayatımızda hem de toplumsal hayatta gerçekleştirmek için, maddi ve manevi olarak elden gelen her şeyi yapma çabasının adı olan cihad, en nihayetinde şehidliği getirir Müslümanlara. Cihad edenler, şehid olanlardır; diğer bir deyişle şehidlik, cihad edenlerin hakkıdır. Yazarımız Hasan Eker, şehidliği ölümde zirve olarak tanımlar. Ona göre, bir mümin, “Nasıl olsa öleceğim, bundan kurtuluş yok; o halde en güzel şekilde ölmenin çaresine bakayım!” diyerek gözünü zirveye dikmelidir. Bir insan, hangi halde yaşarsa yaşasın, mutlaka bir gün Rabbine dönecek. Madem bu hiçbir kimsenin kaçınamadığı bir gerçek, o halde bu dönüş neden Rabbimizin razı olacağı en güzel şekilde olmasın ki!

Şehidliğe susamanın yolunun ölümü sevmekten geçtiğini söyleyen yazarımız, ölümü seven insanların ölümlerin en güzelini daha çok seveceklerine, dünyayı sevenlerin ölümü asla sevemeyeceklerine, hele hele şehidliği/şahidliği hiç mi hiç sevemeyeceklerine dikkatlerimizi çekiyor. Bizim kültürümüzde şehidlik, düşmanın mücahide yükleyeceği bir ölüm değildir. Şehidlik, gönüllü ölümdür. Mücahidler, bunu kendi bilinç, mantık, duygu, düşünce ve bilgisiyle seçer. Yoksa düşmanın, ölümden kaçarken mücahidi bir köşede kıstırıp icra ettiği bir olay değildir bu.

“Şahadet Bilinci” kitabından öğrendiğimize göre şehidlik, gerçek manada yaşamaya başlamanın adıdır; ölmek istenmeyen, hep kalmak isteyenlerin ölüm şeklidir; diğer insanlar sadece ölürler, fakat şehidler ölmezler; şahidlik ve şehidlik, şerefsizliğe, zillete karşı koyulan bir tavırdır; şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka üçüncü bir yol bilmeyen kahramandır.

Hasan Eker, Allah u Teâlâ yolunda ölenlerin/öldürülenlerin, öyle sanıldığı gibi ölü olmadıklarını belirten ayet-i kerime üzerinde düşünürken, şehid Seyyid Kutup’u örnek olarak veriyor. Şehidlerin söylediklerini ve yaşadıklarını kanlarıyla yazdıkları için bunların silinmez özellik taşıdığını, tarihin onları silip unutturamadığını, zalimler ve müstekbirlerin de onları tarih sahnesinden atamadığını ve şehidlerin kanlarıyla yazdıklarının gün geçtikçe daha da derinleşip netleştiğini vurgulayan yazar; Seyyid Kutup’un bugün daha fazla tanındığına inanıyor. Onun düşüncesine göre, Seyyid Kutup sağken bu kadar yaygın bir şekilde tanınmıyordu. Tarih, aynı dönemlerde yaşayıp ölen nice insanları unutturduğu halde, o daha fazla tanınır hale geldi. Kim demiş ki, Seyyid Kutup öldü! Hayır, o ölmedi. Tam aksine, Allah yolunda yürüyen tüm müminlerin kalbinde yaşıyor. İşte, şehidlere “ölüler” denilmemesini ve onların yaşamasını bir başka açıdan da böyle anlamamız gerektiği konusunda bizlere fikir veriyor yazarımız.

Ölmek istenen nurlu bir yolda yaşarken gelip çatan kutlu bir son olan ve belki de başlangıç olan şehidliği, bizlere miras bırakan cümle şehidlerimize selam olsun! Dua ediyoruz Rabbimize ki, bizim sonumuz da böyle güzel bir başlangıcı getirici şekilde olsun. Âmin…

 

Fatih Pala yazdı