Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, internet ortamında soyağacımıza ulaşabilmemiz için yaptığı çalışmayı erişime açtı. Nerden geliyoruz sorusuna cevap bulanlardan öğrendiğimiz kadarıyla aramızda seyyid ve şerif olarak tanınanların şeceresi yazılı değil, sözlü. Filim Adamlar romanında geçtiği gibi yani. Adam Kürt. Aşireti de var ve fakat seyyid. Soruyorlar kendisine siz hem seyyid olduğunuzu söylüyorsunuz hem Kürtsünüz. Arap olmanız gerekmez mi? Orasını karıştırmayın diyor ağa. Böyle bir resmi yayın, kimin, nerden nasıl geldiğine dair bilgi verecek diye beklemeyin. Çünkü kayıtların yanlış okunduğu ve eksik olduğu da gelen bilgiler arasında. Anlaşılıyor ki işine gelen kayıtlı belgeyi kullanacak, işine gelen aileden gelen kayda bakacak; olmadı sözlü rivayete devam.

Gelenekte şecere olan soy ağacı yakın göbekte bir peygambere çıkmıyorsa da biz aslında peygamber torunuyuz. Yani hepimiz seyyid ve de şerifiz. Hepimiz âdemoğluyuz hamdolsun. Dedemiz, atamız peygamber. Soyumuz Yahudilikte olduğu gibi anamızdan değil babamızdan geliyor.

Türklükte dede ve ata

Önce hatırlayalım: Baba kimdir? Dört Kitap’a göre babamız, Hristiyanlıkta olduğu gibi haşa üçün üçünden biri değil, Hz. Âdem’dir. Kitap bize insanın tek başına bir ümmet, bir toplum olduğunu bildirir. İlk ümmet, ilk toplum ilk peygamber de Hz. Âdem’dir. İnsanoğlu soy, sop bakımından babaya nisbet edilir. Biz “Âdemoğlu”yuz (Benîâdem). İbrahim milletindeniz. Muhammed (as) ümmetindeniz. Ümmet kelimesinin anne kelimesinin karşılığı olduğunu ve annelerimizin Hz. Peygamberimizin eşleri olduğunu hatırlamalıyız burada.

Pekiyi buna rağmen neden “Havvaoğlu” değil? Vahiy bunu ilk yaratılan beşerin Hz. Âdem olması ve Havva’nın, Âdem’den çıkarılması ile izah ediyor. Yani ki âdem, aynı zamanda Havva’nın kaynağı, parçasıdır. Aslında çocuğun dünyaya gelişi anne ve babayı gerektirse de bu şart değildir. İnsan annesiz-babasız da yaratılabilir. (Hz. Âdem gibi). Babasız yaratılabilir, Hz. İsa gibi.

İnsan, tarihi yaşarken aynı zamanda inşa eder. İnsanın inşa ettiği tarih; dinden, töreden, yaşayış şartlarından, ihtiyaçtan âri değildir. Ana hakkı ile baba hakkı arasında bir fark görülmüş ve bu hak, ana lehine tescil edilmiştir. Çocuğun gerçek babasını anası bildiği için, kabir telkini annenin adı anılarak verilir.

Bu anlattıklarımız, bizim ana ve babamız arasında saygı, hak ve görevler bakımından bir fark gözetmememiz gerektiğini anlatıyor.

Dede, baba ve çelebi yasaklar listesinde

Alev Alatlı’nın O.K. Musti Türkiye Tamamdır romanında geçtiği üzre Mustafa Kemal, Bektaşi geleneğine bağlı bir askerdir. Bektaşiliğin Osmanlı ordusunda Yeniçerilerin bağlı olduğu bir tarikat olduğu düşünülürse ve İslamiyet’in Balkanlara Bektaşilik vasıtası ile yayıldığı hatırlanırsa (Baciyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum) anlaşılır bir durum. Ne var ki bu gelenek “Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men Ve İlgasına Dair Kanun” ile sona erdirilecek ve 1925’te “Alelümum tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur.” denilecektir.

Merak ediyorum, Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü’nde ilan edilen soyağacı bilgileri arasında bu unvanlarla tanınan insanlar var mı? Yoksa bu unvanların silindiğini mi düşünmeliyiz? Bir kişi çıkıp da ben filanca tarikatten falanca babanın, dedenin torunuyum diyebilecek mi?

Kanunda öyle kavramlar öyle kavramlarla birlikte ele alınmış ki zamanın adamları bu lafızları yan yana nasıl bir araya getirmişler, hayret. Açıklamak gerekirse şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik birer tarikat kavramlarıdır ve kanunun adı gereğince yasaklanmasını anlayabiliyoruz. Pekiyi, “falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık”ın bu kurum ve kişilerle ne alakası var? Onlar ayrı, bunlar ayrı değil mi? Kanun bu isimleri bir arada zikretmekle tarikat şeyhlerinin bu tür işler yaptığını iddia etmiş oluyor ki suimisal emsal olmaz kaidesince bu hususların birbirinden ayrılması gerekmiyor mu? Ankara’da Kızılay’da kahve falı bakanlardan tutunuz, gazetelerde fal köşesi yazanları, tarot, el içi vs. modern falları ne yapmak lazım buna göre?

Siz bakmayın Mustafa Kemal’e soyadı olarak “ata”nın verilmesine. Aslında bir zamanlar dede ve baba kelimeleri, Alevi, Bektaşi ve Mevlevi geleneğine ait bir kavram olduğu için devrim kanunları ile yasaklanmış kavramlardı.

Dede ve babalık müessesine verilen önem kasabalara, köylere, dağlara, bölgelere, semt ve mahallelere verilen isimlerde gösterilmiştir. Dedeağaç, Himmetdede, Dedeli (Ağrı, Patnos’un bir bucağı), Dedegül (Batı Toroslar’da bir tepe), Sinandede (Bursa’da bir semt) gibi. Acaba bunun dini bir kaynağı var mı diye sorabilirsiniz. Var. Tevrat’ta Hz. Âdem, Hz. Şît, Hz. İbrâhim ve Hz. İshak gibi peygamberlerden “baba” diye söz edilir. Bu anlayış Hıristiyanlık’ta da devam etmiştir.

Türkler arasında halka yol gösteren tecrübeli ve bilgili kişilere eskiden beri ata ve baba denmiştir. Yol göstericilik ile töre arasındaki ilişkiye dikkatinizi çekerim. “Dede” soydan ziyade bir unvan adıdır ve “ata”, “baba” gibi bir saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Korkut Ata’nın diğer bir adı da Dede Korkut’tur.

Mevlevîlik ve Bektaşîlik “Dede” unvanını yaygın olarak kullanılır. Şeyh Galib bir Mevlevi dedesidir. Hacıbektaş Tekkesi’nde pîr postunda oturan mücerret Bektaşî babasına “dedebaba” denir. Bir kimsenin dede olması için dede soyundan gelmesi şarttır. Alevîler genellikle dedelerin Hz. Ali soyundan geldiğini kabul eder. Dede’den ikrar alınır; dede, âyinleri idare eder, çıkan anlaşmazlıklarda hakemlik yapar. Babalık, Bektaşîlikte belli bir eğitimden geçtikten sonra ulaşılan önemli bir tarikat makamıdır.

Anadolu’da Sünnî halk arasında da dede kültü vardır. Ermiş bir kişi olarak düşünülen dedelerin ölümlerinden sonra da insanlara yardımcı ve yararlı olacaklarına inanıldığından; yatır diye bilinen kabirlerinde mumlar yakılır, çaputlar bağlanır, dua edilir ve dilekte bulunulur. Dedeler yatırda yatar.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili rivayetlerde sık sık adları geçen Geyikli Baba ve Koyun Baba’dan başka Barak Baba, Somuncu Baba bu unvanla tanınan sûfîlerdendir.

Daha çok şehir ve kasabalarda yaşayan, tekke ve zâviyeleri bulunan Bektaşî babaları “yol evlâdı”, diğer kolu temsil eden Çelebiler ise “bel evlâdı” olarak tanınır.

Görüyorsunuz, soy ağacının başımıza açtığı soruları.

Babanın yanında çocuk sevilmez mi?

Son zamanlarda çok işitir olduk. Basın yayın araçlarının çoğalması ile dolaşıma daha çok girdi. Deniliyor ki “Biz babamızın yanında çocuklarımızı sevemezdik. O yattıktan sonra kucağımıza alırdık çocuğumuzu. Bunu da babamıza karşı saygısızlık olmasın diye yapardık. Babamız da böyle yapmış.

Bazı anlatımlarda babanın yanında anne de zikrediliyor.

Bu sözler, geçmişe dair tenkitle devam ediyor: “Saçmalık. İnsan çocuğunu sevemeyecek mi? Anlamsız bir saygı. vs.”

Hikmetini anlayamayanlar, işin iç yüzünü bilmeyenlerin tepkileri yüzeysellikten öteye geçmiyor haliyle.

Peki, işin iç yüzü ve hakikati ne?

Bu tür sözleri nakledenler, kendi babalarını kastediyor. Kayınpederlerini değil. Bu anlatımdan öğreneceğimiz ikinci husus, geleneksel ailenin “büyük aile” olduğudur. Büyük ailede dede, nine, baba, eşi ve çocuklar vardır. Büyük baba, bütün çocukları ile aynı çatı altında yaşıyor ve aile bir “oba” meydana getiriyor. Yani, bir toplumdan söz ediyoruz. Küçük bir toplumdan.

Anadolu kültüründe, torun dilinde, annenin babası da babanın babası da “dede”dir. Bilerek yapılan bir şey olduğundan emin değilim; fakat bana öyle geliyor ki bu; Peygamber Efendimiz’e olan sevgimiz ve O’na olan bağlılığımız sebebiyledir. Çünkü Hz. Peygamberin soyu; kızı, annemiz Hz. Fatıma kanalıyla çoğalmıştır. Yani kızdan gelen soy, sop da muteberdir. Hz. Ali Efendimiz Kureyş’ten bir Haşimoğlu olarak da büyük ailenin soyunu yine bu yol ile sürdürür.

Anadolu kültürü, bu iki atayı; saygı, önem ve devamlılık bakımından birbirinden ayırmamıştır. Günümüzde bu isimlendirmeye bir farklılık eklenmiştir ve kullanıma bakarsak bu ayrım da tutmuş gibidir.

Modern zamanlarda kendilerine “dede” dedirtmek istemeyenler için, (devrim kanunlarıyla yasaklanmasından, Alevi ve Bektaşi ve Mevlevi kültürü ile ilişkilendirildiğindendir), yaşlılığı öne çıkaran bir kavram olarak dede yerine “büyükbaba”, nine yerine de “büyükanne” yaygınlık kazanmıştır.

“Büyükbaba” dile nasıl yerleşti?

Büyükbabanın bu anlamda yerleşmesinin gerisinde roman, televizyon ve filmlerin modern kahramanı olarak çizilmesi yatmaktadır. Bu vasıtalarda çizilen karaktere göre “dede”, geleneksel anlatma metinlerindeki gibi yaşlı, pirifani bir kişidir. Büyükbabadan kesin hatlarla ayrılır. Filmlerde ve modern anlatılarda ise büyükbaba Avrupaîdir, dede gibi Anadolu insanı değildir. Aradaki bu fark; yaşayış, giyim, kuşam, iş, eğlence, görünüş gibi farklılıkları da doğurur. Büyükbabayı fötr giyerken; dedeyi, tepeli hacı takkesi, sekiz köşeli kasket veya şapka ile görürüz. Büyükbaba bastonu çaktırmadan konfor, bir aksesuar olarak kullanır. Dede, elinde doksan dokuzluk tespih taşır. Dede köyde büyümüş, ömrünü köyde geçirmiştir; şehri askerlik zamanlarında görmüştür. Büyükbaba ise şehir ve hatta büyükşehir insanıdır. Dedenin çiftliği, tarlası, zeytinliği, traktörü vardır. Büyükbabanın apartmanı, iş yeri, ofisi, bürosu. Dede sakallıdır, sakal beyazdır, uzundur. Büyükbaba sinekkaydı tıraş olur ve gayet resmîdir. Dede, torun büyütür; büyükbaba torun sever. Dede, Yasin okur, ajans dinler; radyo dinler; TV’de Kur’an, mevlid arar. Büyükbaba tavla oynar, tablet taşır, cep telefonu ve bilgisayarla vakit geçirir. Büyükbabanın bir kız, bir erkek çocuğu vardır. Dedenin ise 6-7 çocuğu ve sayılarını kendisinin de karıştırdığı çok sayıda torunu vardır. Dede, seferberlik hatıralarında, açlıktan ot yediklerinden, çarık giydiklerinden bahseder, masallar, Hz. Ali cenkleri, binbir gece masalları anlatır. Büyükbaba şehrin gittikçe bozulan havasından, binaların çoğalmasından, gürültüden şikayet eder. Dedenin saati köstekli saattir ve yeleğinin cebindedir. Büyükbaba kol saati taşır. Dede, tütün eşliğinde sade kahve içer. Dişleri, sakalları sararmıştır. Büyükbaba ağızlık kullanır, nargile içer. Kahvesi şekerli veya ortadır.

Dedenin de büyükbabanın da ortak bir tarafı vardır: İkisi de yeni nesilden şikayetçidir. Kendilerine saygı gösterilmediğini, dünyanın kötüye gittiğini, eski zamanlarda saygı, hürmet, yardımlaşma ve dayanışmanın daha iyi olduğunu söylerler.

Büyükbaba dünyevi; dede ise manevi bir göstergedir. Çünkü dede ve baba dinî, mistik, metafizik bir kavramdır. Üstelik devrim kanunlarıyla resmen yasaklanmışlardır. Mevlevilikte, Bektaşilikte bir makamın, bir görevin adı olan dedeye, babaya olan saygı, formel bir değer değil, dinî bir ritüeldir.

Terbiye, sevgi, geleneğin takibi ve uygulanışı dedenin uhdesindedir

Şimdi daha iyi anladık sanıyorum; torunun, baba tarafından değil de dede tarafından sevilmesinin sebebini. Çünkü bir tarikat mertebesi olarak dedelik, babalık, bel oğlu babalıktan öncedir, önceliklidir, belirleyicidir. Şimdi çocuğun sevilmesi olayına geçebiliriz. Bir derviş, bir tekke mensubu olarak oğlunu dergaha götürdüğünde çocuğu sevme hakkı ve önceliği kimindir? Dedenin veya babanın. Yani tekkedeki manevi otoritenin.

İşte Anadolu’da dedenin veya babanın hakkı olan bu kural tekkelerden, dergahlardan evlere taşınmıştır. Bundan dolayı evin en büyüğüne aittir çocuk sevmek. Bu bir üstünlük değil manevi bir önceliktir. Bu saygınlık, bazen “dedebaba” ile daha belirgin hale getirilir.

Türk kültüründe çocuğun iki atası vardır. Dede ve baba. Çocuk özellikle erkek çocuğa isim vermek hakkı, yetkisi ve görevi atanındır, dedenindir, ceddindir. Korkut Ata’nın öykülerine bakınız. Çocuk, babanın otoritesinde; dedenin şefkat ve sevgisinde büyür.

Sadece sevmek konusunda değil, isim vermek, beylik vermek hususunda da tam yetkili olan kişi dededir, atadır. Sosyologlar bu işleyişe ataerkil diyeceklerdir.

Büyük aileye göre dış işler, rızık temini, iş takibi babanın; terbiye, sevgi, geleneğin takibi ve uygulanışı dedenin uhdesindedir. Dede ve nine evdedir ve torunları masal anlatarak, ailenin şeceresinden bahsederek, töreyi canlı olarak yaşatarak gösterir. Torunla ilgili davranışın iki veçhesi vardır. Bunun babaya bakan yüzünde otorite, saygınlık, mesafe; dedeye bakan yüzünde ise şefkat, sevgi, ilgi, yakınlık görülür. Çocuk dede tarafından şımartılır; baba tarafından dizginlenir. Denge böyle kurulur.

Bu dizgenin ailede değiştirilmesine izin verilmez. Bu demek değildir ki baba, çocuğunu sevmez, öpmez. Hayır! Baba ve anne çocuğunu sever. Odalarına çekilip kendi başlarına kaldıklarında. Uykuda iken onu sever ve öper. Ancak bunu dedenin yanında yapmaz çünkü böyle bir davranış psikolojik olarak çocuğun durması gereken yerde bulunmasını engeller. Burada görülmesi gereken şey, aile içindeki görev dağılımı ve dengedir.

Meselenin özü budur vesselam.

Kâmil Yeşil