Kapalı spor salonu hınca hınç dolu… Onu yakın cepheden görüyorum. Selamladı. Sazını düzenledi. İlk türkü, bozlak… “Atı olan ata biner atlanır”… Bu bir türkü söyleme eylemi değil, bir ayin… Mimiklerinde çalkalanan kara denizler, yüzünden geçen bin yıllık keder ırmakları nasıl bir acı imbiğinden geçerek tellere, tellerden kalbin tellerine, kalbin tellerinden ruhun gözeneklerine sızıyor, bu sahne tarif edilemez.
O kadar kaptırıyor ki kendini, oturduğu sandalyenin tam ucuna kadar geliyor ığrana ığrana… Sonra düşeceğini fark edip geri yaslanıyor, yine aynı ritim, aynı hareket, Allah’ın yarattığı başka bir Neşet Ertaş, bildiğimiz Neşet Ertaş’ın içinde boğulan bir geyik gibi çırpınıyor, çırpınıyor, çırpınıyor… Yahut bağlamanın tellerinden boşanan atlar, sesten bir resimde uçsuz bucaksız bozkırda tepeleri, vadileri aşarak, alabildiğine estetik bir yılkı olarak koşmaya devam ediyor. Daha birinci bozlaktayız.
Söylediği her türküyü aynı söylememiştir
Rahmetli Muharrem Ertaş da, bir ağaç altına oturur, saza kapanır, kendinden geçer, kendine geldiğinde üç beş metre ilerde bulurmuş kendini… Kulaklarına ezanla birlikte Anadolu türküleri okunduğundan, oyunu oyuncağı çalınıp söylenen türküler olduğundan, köçek oynanan düğünlerde, her figürde annesizliğinin acısını da saklamaya özenerek büyüdüğü için olsa gerek, dünyada başka bir emsali yok Neşet Ertaş’ın… Usta ve ünlü ses sanatçılarının kayıttan kendi seslerine ağız hareketiyle eşlik ettikleri düşünülürse büyük ustanın farkı daha iyi çıkacaktır ortaya.
Bir ırmakta nasıl iki defa yıkanılmıyorsa, nasıl evren her dem yeniden yaratılıyorsa, nasıl “her dem yeniden doğarsak”, o da evrenle aynı ahenk içinde, söylediği her türküyü aynı söylememiştir. Birkaç gün önce söylediği bir türküyü ondan yeniden dinleseniz bile o türkü yeni olmayacak, sanki o gün yakılmış gibi taze, o gün yorumlanmış gibi çiçeği burnunda duracaktır. Bu, işini seven, işiyle hemhal olan, hemruh olan büyük sanatçılara özgü bir durumdur ve Rilke’nin “canım eve gitmek istemiyor çünkü evden çıktıktan sonraki ben değilim” dediği hâl bu haldir. Gittiği o ev de az önce çıktığı ev olmayacaktır çünkü.
“Blues” henüz anasından doğmadan bozlak donuna bürünmüş
Bu kadar hayatı, bu kadar hikâyeyi her dem taze yaşayan, türkülerin acısını her dem taze tutan, dünyaya kurduğu çadırdan ses ateşini, söz ateşini bir an olsun söndürmeyen acıya uyanık/acıyla uyanık Neşet Ertaş, beyaz doğsa bile, ruhundaki, beynindeki, kalbindeki bunca yaşanmışlığın tesiriyle yine esmer olurdu.
Esmer, evet. Ondaki esmerlik, abdallık, dünyayı yurt tutmanın altında saklı muhteşem oyun da gittikçe esmerleştirdi onu. Aşiretin en içli, en hünerli çocuğu oldu. Şöhreti, bilinirliği, ona gösterilen rağbet ve prestij bir an olsun yüzündeki toprağa yakın esmerliği gölgelemedi. Kibir, her kılıkta yoluna çıktı çıkmasına da, yüzündeki o doğallıktan, yüreğinin yüzünde atmasından olacak saklanmak zorunda kaldı ustayı görünce…
Azrail Efendimiz, halk inancında, bir mavi kuş donunda göğsün üstüne çöker… Derviş Ali’ye ait “Azrail konarsa göğsün düzüne/ O zaman görürsün karayı gönül” dizelerinin göndermesi de bu “mavi kuş”adır. Mavi gökyüzünün kararması; ölüm… Sevgili Orhan Kandemir’in kulakları çınlasın, “blues” henüz anasından doğmadan bozlak donuna bürünmüş, Anadolu’yu, Türk coğrafyasını yurt tutmuş, Neşet Ertaş gibi bir dünya devini mavi bir acıyla kundaklayarak yetiştirmiştir.
Neşet Ertaş öldü. Hepimizin sevdiğiydi. Bir dağ gözyaşı terliyor içimizde… Ilık ama yakıcı… Damladığı her yerde kör bıçaklar çalışıyor. “Ben yandım seni bilmem” dedim, ilk duyduğumda Bayram Bilge Tokel’e; Ertaş’ın her şeyiyle açıldığı yol arkadaşı Bayram Ağabey’in gözleri buğulu… Gözbebeklerinde bir abdal silueti…
Mehmet Aycı yazdı