Türk sanatı, Budist ve Maniheist devirlerde olduğu gibi İslâmiyet’in mücerret (soyut) ifadeyi şart kılan anlayışıyla da dini sahada çok yüksek seviyelere varabilmiştir. Türkler riyaziyeci, astronom, musikişinas, düşünür, âlim, filozof gibi mistik ve mücerret ifadede mahir sanatkârlar yetiştirmiştir.
Orta Asya’dan itibaren insanımızın geniş hareket alanında edindiği görgü ile oluşturduğu sanat tasavvuru, Anadolu’da Selçuklularla ileri ve özgün bir Türk sanatı kimliğine ulaşmıştı.
Arap harfli yazı sanatı olan “hat” sanatı en yüksek zirvesine Türklerde ve özellikle de Osmanlı payitahtlarında, sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul’da erişmiştir.
Çini, hat, tezhip-kalem işi, vitray (bizdeki adıyla revzen-i menkuş), ahşap oyma, maden ve taş işçiliği ile halıcılık vb. geleneksel sanatlarımızın terkib edildiği diğer bir alan da kitaptır. El yazması kitaplarımız; hat, tezhip-nakış, ebru, cilt gibi sanatlara zemin oluşturuyordu.
Mimari; diğer bütün geleneksel plastik sanatlarımızı da kucaklayan, kavrayan, kapsamına alan bir ana plastik alanı. Kırılacak gibi ince minareleri ile mimaride dahi madde âleminden yükselip mânâ olmak isteyen Sultan Ahmet Camii, Selimiye mücerrede olan meylimizin en veciz timsali gibidir.