Bilim, astronomiden; sanat dinden doğmuştur. Dolayısıyla bu iki değer arasındaki ilişkiyi ana-çocuk imgelemi ile anlatmak mümkündür.
Süheyl Ünver merhumdan öğrendiğimize göre (Ünver’in kaynağı, Abdülaziz Mecdi Tolun’dur.) kâinat bir ölçü üzerine yaratılmıştır ki bu husus âyetle bildirilmiştir. Ünver, işaret edilen ayetteki ölçünün hendese olduğunu söyler. Bundan dolayı hendese ilahi bir ilimdir ve kıyamete kadar yaşayacaktır diyor merhum.
İnsanlık ve de Müslümanlar hendese ilmini sanat ile birleştirmiş ve bütün çeşitleri ile “imar işlerinde” hendesenin kurallarını uygulamışlardır. Bunu görünür kılan en önemli eser mabedlerdir. İstisnasız bütün kültürlerin sanat eserleri içinde zirveyi mabedler gösterir. Endülüs’teki Kurtuba Camii; İstanbul’daki Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet Camileri bu bağlamda akla gelen ilk misallerdir. Tarihe doğru yürürsek Mısır’ın dört-beş bin yıllık Ehram’larına varırız.
Hristiyanlıkta inanç-sanat ilişkisi baştan beri vardır ve günümüzde de devam etmektedir. Ancak Hristiyanlık, Tanrı’yı “insanlaştırdığı”; insanı da “Tanrılaştırdığı” için, onlara ait sanat eserleri insanı şirke götürür. Mabedleri teknik olarak yüksek, gösterişli, işlenmiş olsa da içi kasvetli, insana sıklet veren bir atmosferi yansıtır. Zira güzelliklerinin kaynağında El-Cemal’in güzelliği Rahmet’in genişliği ve En-Nur’un tecellisi yoktur. Nasranî eserler Tanrı’yı değil; insanı, tekniği, dış ve dünyevi güzelliği gösterir.
Sanat eleştirmenleri derler ki Rönesans’ın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen tamamen dinî konular işlenmiştir. Bunu misallendirmek için Rembrandt’ın resimlerindeki gündelik hayatın bir manzara mı, yoksa Kitab-ı Mukaddes’ten bir tasvir mi olduğunu fark etmek güçtür; İncil bütün ayrıntıları ile ressamın zihnindedir ve bu iki tecrübe onun hayatında ve sanatında hep iç içedir, derler.
Sanat dinden doğduğu, yani onun çocuğu olduğu için, en önemli hizmetlerini “anne”sine yapmıştır.
Edebiyat, mimari, resim, plastik sanatlar ve müzikte ortaya konulan en önemli eserler günümüze din aracılığıyla gelmiştir. Rönesans’ın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen tamamen dinî konular işlenmiştir.
Sanatın İslam’daki kaynağı (belki müşevviki demek gerek) Allah’tır. Çünkü en güzel isimler (Esma’ül Hüsna) O’na aittir. Yaratılmıştaki güzellik O’nun eseridir. Allah güzeldir, güzelliği (işin güzel yapılmasını, güzel ahlâkı) sever.” der bir hadis-i şerif. “El-Cemâl” Rabbimizin “güzel”liğini ifade eden bir Güzel İsim’dir. Ve kainattaki bütün güzellikler bu güzellikten bir tecellidir.
İslamî bir değer olarak güzellik, Peygamberimizin dilinde “İhsan” kavramı ile anlatılmıştır ki bu kavramın ilk telaffuzu, yani ihsanın, insanların dikkatlerine sunulması Cebrail aleyhisselam tarafından yapılmıştır. Hadis alimlerinin “Cibril Hadisi olarak meşhur ettiği bu hadise göre Cebrail aleyhisselam Peygamberimize “İhsan nedir?” diye sormuş; Efendimiz de “Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmektir; her ne kadar biz O’nu görmüyorsak da O bizi görüyor.” diye cevap vermiştir.
Cibril’in a.s. cevabı “Doğru söyledin.” şeklinde olmuştur.
İslam âlimleri ‘ihsan’ın anlam alanına giren “iyilik ve yardımseverlik”i öne çıkararak, sadaka-i cariye başta olmak üzere bütün nafile ibadetleri de ihsan ile açıklamışlardır. Çünkü yardımlaşmak da “güzel” bir şeydir. Daha doğrusu Allah’ın emridir ve Allah’ın emrettiği bütün işler (farzlar) güzeldir. Buna göre Allah’ın yasakladıkları (haram) da sonuç itibariyle güzeldir. Çünkü onların emredicisi Allah güzeldir. İkincisi, yasaklara uymak da sonuç olarak bizi güzel ahlâka götürür. Buradan anlıyoruz ki bütün Müslümanlar aslında güzel insanlardır. Çünkü Rabbimiz, güzeldir.
Rabbimiz’in emir ve yasakları güzeldir.
Rabbin emir ve yasaklarına uyan Müslümanlar da güzeldir.
İhsan kelimesinin “iyilik, yardımlaşmak, nafile ibadetler”e hüsn/güzellik veren şey, onları Allah’ı görüyor gibi yapmalarıdır. Müslümanların sanat eserlerindeki yakaladıkları güzellikler de “ihsan” kavramı ile ilgilidir. Çünkü Müslümanlar yaptıkları işleri Allah için yaparlar. Allah için yapılan iş, niyet olarak güzel olduğundan, bu niyet işe de yansır.
Yaşanmış bir olayla müşahhaslaştırmak gerekirse şunu söyleyebiliriz.
Türk sinemasına önemli eserler kazandıran Ömer Lütfi Akad, “hayatımın en önemli dersini bir ayakkabı boyacısından aldım, varsa başarım bir boyacıdan aldığım derse bağlıdır” diyor ve şöyle anlatıyor:
“1950’li yıllar. Adapazarı’na bir film çekmek için figürandan as oyunculara kadar herkes toplanmıştı. Otobüse bineceklerdi. Ben de otobüse binmeye hazırlanırken gözüm ayakkabılarıma ilişti. Ayakkabıların hali hiç de yönetmene yakışır değildi.
Arkadaşları fark ettirmeden hemen karşı sokaktaki boyacılara gittim. Usta “şişir” dedim. (“Şişir”mekten maksat, ayakkabının ön yüzlerinin, görünen tarafların boyanması, geri kalan kısma önem verilmemesidir.)
Orta yaşlı, nur yüzlü, sakallı boyacı bana şöyle dedi:
-Efendi, şişirtmek istiyorsan şu karşıdaki boyacılara git. Onlar şişirirler. Ben nasıl boyanması gerekiyorsa öyle boyarım. Çünkü bundan ekmek yiyorum. Bu benim sanatım.
Akad şöyle diyor:
Bir boyacı bile işini güzel yapmak için çabalıyor, bundan taviz vermiyor. Öyleyse güzel eserler vermem için benim de hakkını vermem gerekiyor.
Müslümanın iyi niyeti, bu güzellik anlayışı; Allah’ın ilhamı ile desteklenir ve eser bundan dolayı sanatçısının da önceden hesap etmediği güzelliklerle tamamlanır.
Sanat eseri üreten hemen bütün Müslüman sanatkârlar bu mevhibe ile ödüllendirilmişlerdir ki buna “ilham” diyoruz. İlham, bazen eseri ortaya koyma cehdinin başında gelir bazen eserin inşa süreçlerinde. Bundan dolayı Süleymaniye Camii’ni gören bir oryantalistin “Bu cami, insan eseri olamaz” dediği rivayet edilir. Çünkü güzellik odur ki insanın elinden ihtiyârını alır. Buna rağmen Müslümanlar meydana getirdikleri sanat eserleri ile övünmezler, çünkü hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi “Sanatçının sanatı da Allah’ın yaratması iledir.” Yani ki Müslüman sanatkâr eseri tamamen kendine mâl etmez, esere ilham veren, eseri tamamlamada güç bahşeden Rabbi’ni unutmaz.
İkincisi, hiçbir sanat eseri “tam, mükemmel, eksiksiz” değildir, Müslüman sanatçı bunun farkındadır, kusursuzluk Allah’a mahsustur, bundan dolayı övünmez.
Üçüncüsü, bunların hepsi dünyaya aittir, kalıcı veya ebedi değildir; bundan dolayı da övünmez Müslüman sanatkâr.
Müslümanlar böyle durumlarda Allah’ı överler, hamd ederler ve O’nu yüceltirler.
Dolayısıyla şuraya geliyoruz:
Müslümanın elinden çıkan sanat eserlerindeki güzellik insanları “Ehad” olanı hatırlatır ve Tevhid’e davet eder. Bu husus cami/mabed mimarisinde çok açık görülür, tasavvuf müziğinde, hat ve ebru sanatında, kurrâ bir hafızın okuduğu aşırda da hissedilir.
Netice itibariyle; Müslümana bakan nasıl Allah’ı hatırlarsa Müslümanın elinden çıkan eserler de insanı Tevhid’e götürür. Rabbimiz'in El-Cemal ismini hatırlatır.