Mine Sultan Ünver’den ikinci kez güzel bir roman okudum. İlk romanı Nar-ı Aşk ile sanırım edebiyat otoritelerinden geçer notu aldı ve mazbatasıyla sıcağı sıcağına Sultanın Rüyasını fırından çıkarıverdi. Her iki kitap da Timaş Yayınları’ndan çıktı.

Romanda, Dördüncü Murad’ın kızı Esmehan Kaya Sultan ile Melek Ahmet Paşa’nın hayatına dair giriftliklerin roman kurgusuyla okurun önüne açılmasına şahit oluyoruz. Tarihî akışın hemen içine konuşlandırılan Hüsameddin Çelebi, Kara Pertev Paşa, Tabip Selim, Dimitri Dadyan, Eleni adlarına ayrılan bölümlerle roman, yer yer okurunu heyecanlandırıyor. 17. yüzyıl Osmanlı hayatına ve özellikle İstanbul mekânlarına atıflarda bulunan yazar, tarihî şahsiyetleri ve edebî mahfilleri de romanın içine sızdırarak bize tatlı bir mahmurluk veriyor.Mine Sultan Ünver, Sultanın Rüyası

Halk saltanat sürenlere nasıl bakıyor?

Romana konu olan iki kişinin hayatını öğrenmek isteyenler için roman kurgusu, tarihî vesikalardan her zaman daha ilgi çekicidir. Burada size Esmehan Kaya Sultan ile Melek Ahmet Paşa’nın hayatını anlatmayacağım. Bunu zaten roman yazarı yapmış. Ben farklı şeylerden bahsedeceğim.

Mesela hanım sultanların saltanatı nasıl olur? Yazar cevap veriyor: “…Ah içinden görseler bizi… Aslında her birimizin yapayalnız, mutsuz olduğunu ve mecburi hayatlar yaşayıp gittiğimizi…” Evet, bu ifadeler halkın saltanat ehline nasıl baktığının bir tezahürüdür. Halk sizin ne sıkıntılar çektiğinizi bilmez. Parmağınızdaki bala bakar, “vay be, dilini değdirse bala ulaşacak” gözüyle seyreder sizi. Fakat bilmez ki balın altında duran parmağınız kesilmiş. Olsun, değil mi ki her şeyin bir bedeli var.

Kadın, saçı uzun aklı kısa olan mıdır?

Esmehan Kaya Sultan, siyasetten kaçmasına rağmen yaptığı tespitlerle Osmanlının bozulan yüzüne ışık tutmuştur. “… Lakin sorunun kaynağını saray ve tebaasıyla içtimai bozuluşumuzda, inanç, şükür ve sadakat bahsinde değerlerimizden uzaklaşmamızda buluyordum.” Şimdi de aynı dertten muzdarip değil miyiz? Değerlerimizi kaybettik; ancak aradığımız yer maalesef kaybettiğimiz yer değil.

Hani meşhurdur, Nasreddin Hoca yüzüğünü kaybetmiş, evin önünde aramaktadır. Yoldan geçen bir komşusu ona yardım maksadıyla aramaya iştirak eder. Ne yazık ki yüzük bulunamaz. Bir ara adamcağız Hoca’ya yüzüğü nerede kaybettiğini sorar. Hoca da yüzüğü bodrum katta kaybettiğini söyler. Adam der ki, “Behey Hoca, neden bize yüzüğü burada aratıyorsun?” Hoca cevap verir: “Orası çok karanlık!” Duy bizi ey Esmehan Sultan, kaybettiğimiz değerleri Avrupa’da arıyoruz, fakat bir türlü bulamıyoruz. Alın size sosyolog bir kadın sultan.

Mine Sultan Ünver, Sultanın RüyasıKalp maşuk’un mekânıdır

“…Sevgilinin yurt edindiği yürek Allah için yanmalı, her daim sevgiliyi fikir edinen zihin Allah’ı anmalıymış.” Bu cümlelerden anlaşılan o ki Esmehan Kaya Sultan ‘hayat’ın asıl mahiyetini idrak etmiş. “Hayat vahdet ve ittihadın neticesidir…” diyen Bediüzzaman’ı adeta yıllar öncesinden tasdik eden ifadeler bunlar. Asıl hayat, bundan sonraki hayattır. Öyle değil mi? Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fâni dünyada bıraktıklarının ne önemi var azizim? Biraz Yûnusvâri olacak, ama öyle işte. Rivayet edilir ki Yûnus’un eline Mevlana’nın Mesnevisi geçmiş. Demiş ki mübarek, “Bu kadar söze ne hacet. Ben olsam ‘ete kemiğe büründüm, Yûnus diye göründüm’ derdim.” Elbette burada yazara sözü uzattığını ima etmek değil amacımız. Maksat lisana edebîlik katmak.

Romanda dikkati çeken bir başka husus, aşk, rüya, savaş, bubo (kanser), musıki ve ölümün konuşturulması. İnsanlığın kaderinin bazen kedere dönüştüğü yerde adı geçen bu durumlar, bütün tarih boyunca var oldular ve olacaklar da. Ve onların konuşturulması bence hayli ilginç olmuş. Mevlana, her ne kadar Mesnevisini uzun söylemiş olsa da, sözün kısa olması gerektiğini ilk on sekiz beytin içinde dile getirir. Biz de kısa tutalım sözü, uzun tarafı romanın dünyasına girecek olan okura kalsın. Feyizli okumalar…

Mehmet Akbulut değerlendirdi