29. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na katılarak önemli bir çıkış yapan Okur Kitaplığı Şiir, roman ve öykünün üç seçkin kalemini fuardaki standında 6 Kasım 2010 Cumartesi saat: 15:30 - 17:30 arasında okurla buluşturuyor.
“Gökyüzünde Bir Mızrak Güneş” adıyla bir araya gelen Mehmet Şahinkoç’un şiirlerinde kendini gösteren ilk özellik kelimeler ve onların sesidir. Birbirini çağrıştıran, anlamlarını bu çağrışımların çoğulluğundan alan kelimelerle kurulu şiirlerin coğrafyasını ve zeminini üç şair oluşturuyor ve temsil ediyor:
“Ateş dolu çaputtan kaba saba kaputtan/Bir dilin kamusunu nefesinle harlattın//Temreni kalmış okun çerağı yanar yokun/Tok toprağın nazını bilemedi fırlattın” diye andığı Yunus Emre, Karacaoğlan ve İsmet Özel. Bu geniş, zengin ve güçlü şairlerin sesi ile kendi sesinin içe içe geçişini kabullenip doğru bulduğunu bir dizesinde de dile getiriyor: “kendi sesinden beslenmek fena insanların işidir”
Bu özelliğinin yanında önemli bir yönü de şiirin anlam boyutunda ortaya çıkan güçlü bir karşı çıkış ve itirazdır. İki bölümden (Yanlı Sarkaç ve Şehrin Uzak Ucu) oluşan kitap bu bakımdan modern medeniyetin kuşkulu durumlarını mesele ediniyor.
Hakkı Özdemir de orada!
“Susmak sonra yaz görmemiş kışa benzer canım oy…”
Roman üstüne yazdıklarıyla Türk modernleşmesini roman üzerinden okuyan Hakkı Özdemir, mayıs ayında yayımlanan Mutsuzluk Fotoğrafları’yla Tanpınar’ın başlattığı roman çizgisini, kırıldığı noktadan sürdürüyor.
Gerek kahramanlarının romanesk özelliklerden uzak oluşu, gerekse olay ve zaman kurgusunun kendine özgü yapısı ve tartıştığı meselelerle Türk romanında yeni ve önemli bir merhaleyi işaret ediyor. Bir düşün cömertliğiyle kurulmuş uzun ve sağlam cümlelerle “hayat”ın gerçekliğini sorguluyor. Büyük oranda zaman meselesi üzerinden ortaya konan aslında insanın zamansallığıdır ve hayat bu andan itibaren bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Hakkı Özdemir böylesine can yakıcı bir meseleyi sükûnetle işliyor ve bu bağlamda konuşmanın zarureti ortaya çıkıyor:
“Sustuğu sürece kendi iç âleminin efendisi; dil, mahremiyetinin bekçisiydi. Keşke sadece sıradan meseleler, gündelik ihtiyaçlar ve sair endişeler için konuşarak yaşayabilseydi ya da hiçbir konuşmanın kahrını çekmek zorunda kalmamak için, istediğinde herkesi ve her konuşmayı bir anda uzaklaştırabileceği bir bağımsızlığa, herhangi birine veya bir yere bağlı olmama imtiyazına sahip olabilseydi…”
Öykücü Kamil Yıldız
“Güneş altında söylenmedik söz yoktur belki; fakat duyulmadık ses kalmıştır.”
Her Şey Hakkında Bir Öykü, kefarete hazır okura ses’leniyor; hayat ortasında, sonu gelmez arayışlarla çırpınan, var olmanın sancısı ile Varlık’ın sessizliği arasında gidip gelen gerilimli bir güven duygusu ile.
Sessizliğin öyküsü diyebileceğimiz hikâyelerde, olay ve kurgudan ziyade okuru “bir insanı tanımanın hem güveni hem de tedirginliği” sarıveriyor. Güven; çünkü ben’e varan yol sen’den geçiyor; tedirginlik; zira başkaları aynı zamanda ben için bir tehdit algısı da oluyor.
Kamil Yıldız, öykülerinde anlatıcının sesiyle okura güven telkin ederken, belli belirsiz kahramanın yapıp etmeleriyle tedirginlik doğuruyor okurda ve okuyucu kahramanla özdeşlik kurmak üzereyken o alanı terk ediveriyor. Belli ki yazar, okurun kendine dönmesini arzuluyor.
Öykülerin çok renkli oldukları söylenemez belki; ama kalıcı ve taptaze kokuları olduğu muhakkak. Gelişigüzel bir okumayla bile ses’ini işittiren öyküler, sadece titiz okumayla kokusunu duyumsatıyor.
Kamil Yıldız’ın kuramsal yazılarında öyküde ses, öyküde mitos, öyküde ironi gibi meselelerle zihnini meşgul ettiği ve felsefeyle öykü arasında irtibat kurduğu biliniyor; ancak Her Şey Hakkında Bir Öykü’de, şiirin derin diline temas edildiği dikkat çekiyor.
Kana rengini veren şey olduğu bilindiği halde ötelenen büyük bir sırrı hem sakınarak sımsıkı tutmak, hem de bu sırrın var olduğunu; sen’in, ses’in, hayatın mutlak bir hakikati olduğunu ifşa edebilmek…
Her Şey Hakkında Bir Öykü tam da bu noktada başlıyor.
Göksel Alsel haber verdi