Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin öncüleri, kurucu kişileri, niçin alimlerimiz ve sufilerimiz değil de şairlerimizdir, sorusuna cevap aradığımız yazı dizisi büyük bir teveccühe mazhar oldu.
İlgi toplayan yazı dizisi potansiyel olarak itirazları da beraberinde getirir. Necip Fazıl yazısına dair itiraz noktası doğrudan yazdıklarımızla ilgili olmadığı için üzerinde durmuyoruz. Ancak Said Nursi ile ilgili itiraz noktası bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor. “Eğer tekkeler ve zaviyeler kapatılmasaydı muhtemelen onu bir tarikat şeyhi olarak görecektik. Çünkü bir şeyhe bağlı idi ve ondan icazet almıştı.”
Bu cümlemize itiraz edildi. Ve Said Nursi’nin dili ile cevap da verildi: “Eğer derseniz şeyhler bazen bizim işimize karışıyorlar. Sana da bazen şeyh derler. Ben de derim. Hey efendiler! Ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil dört senedir buradayım. Bir tek adama tarikat verseydim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim. İman lazım, İslamiyat lazım. Tarikat zamanı değil.”
Acaba bu cümledeki yargıda bir yanlışlık var mı? Nasıl bir yanlışlıktan söz ediliyor? İtiraz; Said Nursi’nin bir tarikata bağlı olduğu, bir şeyhten icazet aldığı noktasında toplanıyor. Bu bilginin şüphe ile karşılanmasının en önemli sebebi, Üstad’ın gerek yazdıklarında/yazdırdıklarında gerek çevresinde bulunan ‘son şahitler’in ifadelerinde bu hususa dair bir bilginin bulunmamasıdır.
Bu yargıya Said Nursi şöyle cevap vermiş: “Eğer derseniz şeyhler bazen bizim işimize karışıyorlar. Sana da bazen şeyh derler. Ben de derim. Hey efendiler! Ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil dört senedir buradayım. Bir tek adama tarikat verseydim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim. İman lazım, İslamiyat lazım. Tarikat zamanı değil.”
Kelamî Dergâhında Es’ad Efendi’yi ziyaret etti
Said Nursi’nin bir şeyhe müntesip olduğu ve ondan icazet aldığı ile ilgili (şifahi) bilgilerin yanında yazılı kaynaklara da sahibiz. Bizim ulaştığımız bilgilere göre Said Nursi hem müntesiptir hem icazetlidir. Delilimiz; Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu ve Vahit Göktaş’ın “Muhammed Es’ad Erbili” adlı eseridir. Bu eserden öğrendiğimize göre (s. 338-340) Said Nursi, İstanbul’a geldiğinde Kelamî Dergâhında Es’ad Efendi’yi on - on beş günde bir ziyaret etmiştir. İlk ziyaretinde Es’ad Efendi’ye önceden hazırladığı soruları sormuştur. Kitapta anlatıldığına göre Said Nursi, hazırladığı üç soruyu sormaktan vazgeçince Es’ad Efendi onları da hatırlatarak soruları cevapladığı gibi, yazmakta olduğu bir kitabın sayfasını zikrederek Nursi’nin yanlışına işaret etmiştir. Daha sonraki anlatımdan anlıyoruz ki bahsedilen yanlışı gören Said Nursi, bu yanlışını düzeltmiştir.
Said Nursi’nin, İstanbul’a değişik zamanlarda sefer yaptığını biliyoruz. Es’ad Efendi’nin vazifeli olduğu yılları göz önünde bulundurursak Es’ad Efendi’yi ziyaret ettiği esnada otuz yaşlarında olmalıdır. Hatırattan öğreniyoruz ki Said Nursi o dönemde daha “Bediüzzaman” değildir; Molla Said’dir.
Said Nursi’nin Kelamî Dergahına gelmesi kadar normal bir şey yoktur o dönemde. Çünkü karşısında yaşı 60’ı bulmuş bir şeyh vardır, yani yaş olarak Said Nursi’den büyüktür. İçinde Dârülfünûn mensubu olmak üzere askerlerin, şairlerin, âlimlerin, Carl Wett gibi Batılı bilim adamlarının olduğu bir kitlenin gidip geldiği bir yerden söz ediyoruz. Devlet-i âliye tarafından tayin edilmiş meşayıha vaziyet eden bir kişidir Es’ad Efendi. Divan’ı ve ilmi neşriyatı vardır. Tasavvuf dergisinde makaleleri yayımlanmaktadır. Yani, Es’ad Efendi hem âlim hem âriftir.
Bu ziyaretlerin birinde Said Nursi, Es’ad Efendi’ye intisap eder. Yirmi üç günde Kadiri sülûkunu tamamlar ve icazet alır. Bu bilgi adı geçen kitapta yazarlar tarafından Hasip Yılancıoğlu’na ve M. Fatih Bey’e teyit ettiriliyor. Bu husus ayrıca Altınoluk dergisindeki bir sohbette İlhan Armutçuoğlu’na sorulmuş ve o da benzeri bir bilgiyi nakletmiştir. Buna dair şifahi bilgiler -ki daha sonra yazıya geçirilmiştir- o zamanlar Kelâmi Dergahı ve çevresinde bulunan başka zevatın da nakilleri arasında mevcuttur.
Neden Kadiri tarikatı tercih etti?
Peki Said Nursi, niçin Nakşibendi tarikatından değil de Kadirî tarikatından icazet almıştır?
Bilindiği gibi Es’ad Efendi hem Nakşî hem Kadirî tarikatı şeyhi idi ve her iki tarikatta seyr ü sülûk terbiyesi veriyordu. Ehli irfanın malûmudur ki tarikat bir neşve, fıtraten bir cevher işidir. Kişinin fıtratı, zevkı hangi noktada baskın çıkarsa talip ona göre bir tarikat seçer kendine. Tarikatların çeşitliliği de buna cevap verecek şekilde teşekkül etmiştir.
Buna göre Said Nursi’nin fıtraten Nakşiliğe değil de Kadirîliğe yakın/yatkın olduğunu görüyoruz. Bu husus onun yazdıklarında açıkça görülür. Mesela, Nursi’nin talebelerine tavsiye ettiği Celcelutiye duası-zikri Hz. Ali Efendimiz’e nispet edilen bir duadır. Yine Nursi’nin gerek gaybî olaylar gerek kendisi ile ilgili işaretlerde başvurduğu cifr ve ebced ilminin kaynağı yine Hz. Ali Efendimiz’dir. Said Nursi kendini muhtelif yerlerde Hz. Ali’ye nispet eder. Böyle olunca tarikat olarak, silsilesi Hz. Ali’ye dayanan Kadirîliğe yakınlık duyması ve ondan icazet alması hiç de şaşırtıcı değildir, gayet anlaşılabilir bir husustur.
Anlaşılıyor ki Said Nursi, icazet olayından çevresine söz etme gereği duymamıştır veya söz ettiği çevreler memleketteki atmosfer sebebi ile bu bilgiyi yaymamışlardır.
Eğer son şahitler illa şakirdlerden olacak diye bir şartımız yoksa, şakirdlerin vakıf olmadığı ve fakat başkalarının vakıf olduğu bilgilere de güvenmemiz gerekir.
Biz yukarıda geçen hüküm cümlesini, bu ve benzeri bilgilerden hareketle kurduk ve dedik ki “Eğer tekkeler kapatılmasaydı Said Nursi’yi, büyük ihtimalle tarikat şeyhi olarak görecektik.”
Neden?
Çünkü tevhid-i tedrisat kanununa göre kapatılan medreselerden sonra dinî ilimlerden gelen kişilerin istihdam edileceği iki kurum kalmıştır: Diyanet ve Tekkeler. Müderrisler, Dârülfünun’dan el çektirilmişti. Bu durumda ya Diyanet İşleri’nde bir vazife alacaklardı ya da tekke hizmetlerinde şeyh olacaklardı. Telif ettiği İşârâtü’l İcâz’ı tab ettirmek için kimseden bir meblağ istemeyen, bu husustaki teklifleri geri çeviren Said Nursi’nin devlette vazife alması beklenemez. Ancak tekkede şeyh postuna oturmak böyle değildir.
Meclis-i Meşayıh Reisi olan Es’ad Efendi’den icazet almıştı
Şeyh olabilmek için icazet gereklidir. Said Nursi de zamanın Meclis-i Meşayıh Reisi olan Es’ad Efendi’den icazet alarak bu yetkiye haiz olmuş idi.
Eğer tekke ve zaviyeler seddedilmese idi Medrestü’z-Zehra’da tasavvuf eğitimi ile medrese eğitimini birleştirmek isteyen Said Nursi için bu hiç de reddedilecek bir metod olmazdı doğrusu.
Ama bilindiği gibi rüzgar hiç de öyle esmedi. Her şey ters yüz edildi ve 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı. Şeyh Edebali örneğinden biliyoruz Osmanlı Devleti; Birinci Meclis’teki İkinci Reisler örneğinden ve diğer mebuslardan biliyoruz; yeni devlet, şeyh unvanı taşıyan mebusların ve tasavvufi yaşayış tarzı ile iç içe geçmiş kişilerin vaziyet ettiği bir BMM devleti idi. Yeni zihniyet bir kanunla tekkeleri kapatmakla yetinmediği gibi “tarikatçılık” diye bir suç da icad etti. Osmanlı’nın resmi olarak görev verdiği Meclis-i Meşayıh şeyhi Es’ad Efendi ve oğlu şehit edildi.
Dememiz odur ki üstada olan muhabbet ve hayranlığımız için ‘onun bir tarikat terbiyesine ihtiyacı yoktur, Es’ad Efendi’ye gelmiş olamaz, gelmiş olsa bile intisap ve icazet gibi olayların olduğunu sanmıyoruz, bu husus Es’ad Efendi’nin çevresinden yayılan bir husustur’ gibi yorumlar gereksizdir.
Hatırlatalım ki Kelami Dergâhının müdavimleri arasında Mehmed Akif de vardır. Hatta rivayete Ekmeleddin İhsan’ın nakline göre Yozgatlı İhsan Efendi, Mehmed Akif’i burada tanımıştır ve bu iki dostun da Es’ad Efendi’den feyz aldıkları düşünülmektedir. Etkisi olup olmadığı tartışılır; fakat bu hususa Es’ad Efendi ile Said Nursi arasındaki milliyet yakınlığı da eklenirse sanırım mesele daha da vuzuha kavuşmuş olur.
Meselenin birinci yönü bizce budur.
Said Nursi’nin: “Eğer derseniz şeyhler bazen bizim işimize karışıyorlar. Sana da bazen şeyh derler. Ben de derim. Hey efendiler! Ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil dört senedir buradayım. Bir tek adama tarikat verseydim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim. İman lazım, İslamiyat lazım. Tarikat zamanı değil.” sözleri üzerinde de duralım biraz.
Tarikatçılıkla suçlanmıştı
Dikkat edilirse bu tür ifadeler savunma ifadeleridir, mahkeme kayıtlarıdır. Bu ve benzeri ifadelerle tarikat arasına mesafe koyan Hazret’i anlıyoruz. Çünkü isnad edilen bir ağır suç vardır: Tarikatçılık. Bize göre bu ve benzeri sözler “doğrunun tamamı” olmadığı için makbul değildir. Yani 1926’dan sonra sufilerin, alimlerin, müridlerin tekke ve zaviyelerle, şeyhlikle, tarikatlarla ilgili olarak tekellüm ettikleri sözler doğrunun bir kısmını söyler.
Bu cümledeki bilgi tabii ki doğrudur. Nursî, tarikat dersi vermemiştir. Hatta mahkeme heyeti ona “tarikatlar hakkında ne diyorsunuz?” sualini yöneltseydi; siyasilerin ve siyasi gücün bu yerleri kapatmak için ileri sürdükleri bahaneleri yani tarikatların, tekkelerin hurafe, miskinlik, dilencilik, cehalet, istismar yuvaları haline geldiğini söyleyeceğinden, Nur Baba’ya, Yaban’daki Şeyh Yusuf tiplemesine benzer bir resim çizeceğinden de şüphemiz yok.
Ancak şundan da şüphemiz yok ki Said Nursi’nin tarikat hakkında zamanın şartlarına bağlı olarak söylediği bu ve benzeri sözler, şakirdlerin nefis terbiyesinden, kalbi tasfiyeden yani ki tarikat terbiyesinden mahrum kalmasına sebep olmuştur. Üstad’ın bunu murad ettiği kanaatinde değilim. Mücerret olarak söylenmiş bazı sözlerin bütün zamanları içine alacak şekilde yorumlanması ile sonuçlanmış bir yargıdan bahsediyoruz. “Zamanımız tarikat zamanı değil” sözü bütün zamanları şamil olarak mı söylenmiştir ki Nursi’nin şakirdleri tarikat olgusuna hâlâ 30’lu yılların perspektifi ile bakıyor ve takipçilerin bu nimetten, usulden faydalanmalarının önü kesiliyor. Said Nursi söz konusu olduğunda ona ait kerametlerin naklini velayet ile buluşturuyoruz ki doğrudur. Peki ondan sonra gelenlerde bu halin devam etmesi gerekmez mi? Gerekir diyenlere söyleyeceğimiz şudur: Evet, İslam’da keramet esas değildir ancak keramet, şeriat terazisinde tartıldıktan sonra değer kazanır. Risaleleri okuyarak, bir şeyhin terbiyesi olmadan da bu makama ulaşılabilir anlayışı yerleştiği içindir ki bu çizgiden istismara açık bir FETÖ olayı çıkmıştır. O da bir tarikat kurmamıştır, tarikatla arasına mesafe koymuştur ve fakat tarikatın rüya, keramet, içe doğuş gibi değerlerini kirletmiş, istismar etmiştir. Bu da gösteriyor ki adına tarikat denmese de kendilerini en yakın olarak gördükleri saha yine de tarikattir. Fakat şeyhsiz, mürşidsiz, sapmış bir tarikat.
“İman lazım, İslam lazım” sözleri de tarikatlarda bunlar yok anlamına gelmez
Zamanımız tarikat zamanı değil, sözünün ‘Aman ha, tarikatlardan uzak durun’ şeklinde anlaşılması ve uygulanması öncelikle o şakirdlerin aleyhine olmuştur ki bu nefis terbiyesinin olmadığı yerde, o büyük camia topyekun hareket tarzından mahrum kalmış ve nefislerin hakim olduğu parça bölük bir yapı çıkmıştır ortaya.
Saniyen belirtmek gerekir ki “iman lazım, İslam lazım” sözleri de tarikatlarda bunlar yok, anlamı ile anlaşılmaya müsaittir ki bu da tarikatlara ayrıca bir haksızlıktır. Tarikat da imandır, İslam’dır çünkü.
Herkes biliyor ki Nursi’nin tarikatlarla ilgili bu tür kanaatleri Birinci Meclis’teki bazı ulema ve sufilerde, BMM dışında kalmış ulema ve sufi kesimlerinde, birazcık da halk indinde vardı. Siyasi güç böyle masumane, dinî gerekçeler ileri sürmüştür; çünkü bu gerekçeler hedefe varmada çatlak ses çıkmasını önler ve dinî duyarlığı olan çevrelerin desteğini sağlar. Nitekim öyle oldu.
“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” sözünün; halkın, ilim/irfan/hayat mürşidi olarak kabul ettiği şeyhlere (mürşid-i kamil) karşı söylenmiş bir söz olduğunu hatırlatırım. Dine karşı pozitivizm, akılcılık teklifidir bu söz.
Said Nursi’nin tarikat olgusu ile ilgili olarak, başka yerlerde aynı anlama gelecek sözleri de var. O dönemde Said Nursi’den, Mektûbat’ın dokuzuncu kısım birinci telvih ve sonrasında yer alan fikirlerini mahkemede savunması beklenmemelidir. O kendisine isnad edilen suçu işlemediği sadedinde konuşmaktadır, o kadar.
Tarikatlerin içine düştüğü çıkmazla ilgili benzer ifadeler Said Nursi ile sınırlı da değildir. Arvasi Hazretlerinin, Ken’an Rıfai’nin ve başka sufi portrelerin de benzer ifadelerini biliyoruz.
Sözlerini bağlamından koparmak
Şeyhlerin sürgün, hapis ve idam edildiği bir ortamda, iki üç kişinin kitap okuduğu ortamların veya kitabı okunan kişinin “tarikatçılık” yaptığı suçlaması ile devrim kanunlarına karşı örgütlendikleri suçu işlediklerinin söyleneceği bir vasatta kim diyebilirdi sözün tamamını, doğrunun hepsini? diyemezdi. Konuşanlar da ya Said Nursi gibi, ‘ben tarikat dersi vermiyorum, şeyh değilim’ dedi ya da “Tekke ve zaviyeler zaten kendilerini kapatmıştı, devlet kapalı yerlerin kapısına kilit vurdu” deyip olanı kabule bir gerekçe ilave etti. Onlar da biliyorlardı ki tekke ve zaviyeler, üfürükçülük, hurafe, istismar yatağı olduğu için değil; İslami bir müessese oldukları için kapatıldı. Şeyhler halktan kayda değer bir yekûna hitap ettiği için kapatıldı. Göz dağı verilmek için kapatıldı. Materyalist, pozitivist zihniyet tam da Ernest Renan’ın dediği gibi “İslam/Tasavvuf terakkiye manidir” diye düşündükleri için bu müesseseleri kapattılar.
Dememiz odur ki Said Nursi’nin 1926’dan sonra söylenmiş tarikatlarla ilgili sözlerini ortamından kopardığımızda yanlış bir zemine kaymış oluruz.
O, devlette görev almazdı; denilebilir. Ancak devletten yardım isteyerek medrese kurmak istediğini unutmamalıyız. Sonuçta kuracağı medrese şöyle veya böyle devletle ilintili olacaktı.
Şeyhülislamlık kaldırılmasaydı ve İstanbul’da kalsaydı belki de onu oralarda bir yerlerde vazifeli olarak görecektik.
Son olarak çıkarımımızı tekrar edelim: Bildiğimiz kadarıyla Said Nursi, Es’ad Efendi’ye müntesipti ve ondan Kadiri icazeti almıştı. Tekkeler kapatılmasaydı; tekkeleri tekrar ilim ve irfan merkezi haline getirmek ve Medresetüzzehra idealini gerçekleştirmek için onu şeyh olarak görebilirdik; tekke bunun için uygun bir mecra idi diyoruz.
Doğrusunu Allah bilir.