Safiye Erol (1902-1964) Edirne Keşan’da doğdu. Kubbealtı Neşriyat’ta çeşitli eserleri yayınlanmış olup tahkik ve hikmet ehli bir hanımefendidir. Almanya’da felsefe eğitimi görmüş ancak aklı ve gönlüyle kendi köküne irfanına sımsıkı bağlı kalmıştır. Vefat yıldönümü (7 Ekim) münasebetiyle Safiye hanımı ve ism-i şerifi geçen büyüklerimizi fatihalar ve rahmetle yad ediyoruz.
Makalelerinde İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şems-i Tebrizi, Mevlâna Celaleddin Rumi, İbrahim Hakkı Erzurumi, İsmail Hakkı Bursevi, Eşrefoğlu Rumi, Niyazi Mısri, Hasan Sezâî Gülşeni, Kaygusuz Sultan, Dede Korkut, Fatih Sultan Mehmed, Sultan 3. Selim, Muhammed İkbal gibi bizim büyük ariflerimizi de hakkıyla anlamış ve anlatmış bir kutlu hatun. Makaleler kitabında bunlara dair enfes yazıları var.
Hasan Sezâî Hazretleri'ni en güzel anlatanlardan birisi de Hüseyin Vassaf’tır (v. 21 Ekim 1929). Sefine-i Evliyası’nda (Cilt.3 S. 189) Pîr-i Sâni Sezâî-i Gülşeni’den bahsedilmektedir.
Hakâyık sırrına âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî’dir
Maârif mülküne şeh-râh Cenâb-ı Pîr Sezâî’dir
Gel ey âşık yüzün sür hâk-pây-ı Hazret-i Pîr’e
Muhakkak zât-ı dil-âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî’dir
Dil-i Vassâf’ı ihyâ eyleyen îsâr-ı feyziyle
Reîs-i evliyâu’llâh Cenâb-ı Pîr Sezâî’dir
Mazhar-ı âyât-ı seb’u’l- mesâni Hz. Pîr-i sâni (ellezî feyzuhû fi’l âlemi yüsrâ), a’nîbihi Hasan-ı Sezâî (kuddıse sırruhu’l âlî), gülşen-i tevhîdde neşv ü nema bulmuş bir gül-i sad-berg-i hakâyıktır. İsm-i şerifleri Hasan’dır. Mahlasları Sezâî’dir. Sezâî mahlasını Hz. Mısrî’nin işareti ile tahallus buyurmuşlardır. Vücudu mübarekleri 1080 sene-i hicriyesinde (1669) bezm-i şuhuda revnak vermiştir.
Sinni âlileri on sekize gelinceye kadar Mora’da bulundular. Feyz ve istidatlarına göre şöhret-yâb oldular. İstanbul’a hicret ve Edirne’ye azimet buyurduklarında piyade mukâbelecisi Ali Efendi nâm zât, müşârünileyhi evlâd gibi bağrına basıp mukabele kalemine kabul eylemiştir. Bu sırada Şeyh Seyyid Osman Efendi nâmında bir zâtın kerime-i pâkîzesiyle izdivaç ettiler ki sinnen pek genç idiler. Hz. Sezâî esnâ-yı râhda meşâyih-ı Halvetiyye’den bir azîze tesadüf eyledi. Gördüs’ten (Mora) İstanbul’a gemi ile gelirken, bu tesadüf gemide vâki oldu. Meyânede sohbet-i tarikat cereyân etti. Hz. Sezâî genç ve güzel olmakla beraber mahâsin-i ahlak ile mütehallî idi. İstidâd-ı ezelisi kendinin pek yüksek mertebeleri ibrâz edeceğini erbâb-ı kulûba gösteriyordu.
Bu zâtın telkînâtıyla tahsillerini ileri götürmeye azmettiler. Az zamanda birçok dakâyık-ı ulûma âgâh oldular. Daima bir mürşid-i kâmil arıyordu. Şeyh Muhammed Sırri Efendi’den nisbet alarak bir zaman hıdmet-i âliyelerinde bulundular. Fakat irtihâline mebnî Şeyh Şucâ Zâviyesi’nde mürşid-i tarikat Şeyh Muhammed Lâlî-i Fenâi Efendi Hazretleri, Muhammed Sırrî Efendi’nin cânişîni olmağıla ona intisâb ettiler.
“Şâh-râh-ı âlemi ıtlâka girdim sıdk ile
Kutb-ı âlem Şeyh Lâl’i Gülşenî’dir rehberim” neşidesi ile demsaz olmakla mümtaz oldular.
Havadis Gazetesi’nde 07.08.1957’de neşredilen ve Kubbealtı Yayınevi’nce Makaleler adlı kitaba alınan “Sezâî Sultan” makalesini aynen iktibas ediyoruz. Dilerseniz Safiye Erol hanımla birlikte Sezâî Sultan’ı ziyaret edelim:
Sezai Sultan
“Fâtih Câmii avlusundaki yaymacıdan (Nokta ve Kalem Şerhi) adlı risâleciği aldığım günden beri Sezâî Sultan türbesinin hasreti içime düşmüştü. Edirne’ye her seneki yolculuğum biraz da o mânevî mâkâmda paklanmak, nurlanmak için oluyor. Henüz tozlu seyahat kostümümü bile üstümden sıyırmamıştım. Çabucak elimi yüzümü yıkadım, Selimiye’ye can attım, oradan Sezâî Hazretleri’ne. Fakat türbeyi kapalı buldum, ertesi gün tekrar gittim, yine kilitli. Türbedâr Cuma namazına çıkmış. Ne çâre…
Huzura yol buluncaya kadar bize beklemek düştü. Bahçede yabânî otlar arasında dolaşıyordum. İçli, dokunaklı mezar kitâbeleri okuyorum. Eski mescit çoktan yıkılmış, sâdece zarif bir minâre kalmış, o da çatlak… Üzerinde leylek yuvasıyla duymak istîdâdında olanlara destanlar söylüyor. Kim der ki vaktiyle burası memleket evlâtlarındaki cevheri işleyen, yontan, onlara lâyıklı şa’şaayı veren bir îman ve irfan ocağı idi? Kim der ki asırlar boyunca bu eşikten ham giren pişmiş çıkardı? Eski mermer havuza yaklaştım, içinde bir aylandoz bitmiş. Zemine, zâmana hiç de uymayan münâsebetsiz benzetişlere düştüm. O güzel mermer çerçeveyi aşan aylandoza baktıkça Afrikalı yamyam reisinin tepeliğinden fışkırmış papağan tüylerini hatırladım. Belki çokça mahzun oluşumun bir tepkisi… İnsan ruhu fazla melâl kaldırmıyor. Isırganların arasına diz çöktüm, kitâbeyi sökmeye çalışıyorum (Oldu ihyâ tekke-i vâlâ şadırvan ile –Sene 1164). Bilmem ki dergâha bu şadırvanı hediye eden kimdi? Yazıda (Rumelinin yüzü suyu Mustafa) diye anılıyor. Hacca giderken Gülşenî dergâhına bir bağışta bulunmak istemiş. Arkadaşım Tombilik Hanım’la eski zamanları, bahçenin gülistan olduğu, fıskiyenin çağladığı, Gülşenî dervişlerinin ârif zarif gidip geldikleri, maddî refah ve güzelliğin her şeyden üstün bir mânevî kumanda emrinde üsluplaştığı, sözün saz, sazın söz kesildiği ve insanın insanlığından tam tatmin duyduğu günleri düşüneduralım, radyoda yayın başladı: ‘’Gülzâra nazar kıldım virâne misâl olmuş…’’ Kendi iç dalgamız yeter boyda aşıp taşıyordu, ama bu radyo mevcesi duygularımızı daha keskin biledi. Ne ise işte türbedar!
Ayakkabılarımızı çıkardık, eşik niyâzını yerine getirdikten sonra harîme girdik. Şükür olsun kavuşturana. Târifsiz bir mutluluk ve hafiflik duygusuyla, yaygıların üzerine diz çöktük. Kapı kapandı, arkadaşımla ben huzurda sükûn içinde kaldık. Muharrir mimar dostumuz Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bir yazısını hatırlıyorum, der ki: ‘’ türbelerimiz kabir olmaktan ziyâde âdetâ ikametgâhtır, sâhibi orada ölü olarak yatar değil, insan üstü bir hayatla yaşayarak oturur gibidir.’’ Tabiî Ayverdi’nin yazısı ezberimde değil, hâfızadan naklediyorum, amma müellifin pek doğru ve orijinal olan fikri işte tam hakikat olarak bizi bürüdü…
Zîrâ biz bu anda Sezâî Hazretleri’nin makberesinde değiliz, yüz yüze canlı varlığının karşısındayız. Mütevâzî bir oda, yerde çok temiz yaygılar, duvarda hattat işi eski yazılar, ötede beride bir rahle, bir şamdan; ortada sarı mâden şebeke içinde yeşil örtülü, kavuklu sanduka. Arkadaşım ne hâldedir bilmem ama benim için yeryüzünün bütün sesleri dindi, eşsiz, emsalsiz tek bir ses kaldı, diyor ki:
‘’Şâh-ı râh-ı âlem-i ıtlaka girdim sıdk ile’’
İtirâf ederim, âlem-i ıtlakın sözünü duyar hâle gelinceye kadar… Eh çektim de çektim. Hattâ bu cihan değer huzuru özleyebilmek bile çetin sınavlardan sonra mümkün oluyor. Yola çıkmak için bir mazhariyet, huzura varmak için ayrı liyâkat, huzurda feyiz almak için başlı başına bir mücâhede lâzım. İnsan, karınca kaderince eriştiği mânâdan muhitine de bir nebze ulaştırmak isterse yeni imtihan… Gûyâ ki kalemi tutan parmaklarıma değnekler iniyor: ‘’Dur bakalım! Kimden ve neden bahsedeceksin? Acele etme hele. Baç ver de görelim, sen bu yola dâir söz edebilir misin?’’ Evet âlem-i ıtlaka girilmez, ola ki sıdk ile. Girmek şöyle dursun, girmiş olanları sâdece anayım dersen o kadarı bile mümkün değil, ola ki sıdk ile.
Sütunda yerim bitti, sözümü sorarsanız daha hiç başlamamış gibiyim.” (Sayfa 142)