Fatiha Suresi, Kur’an-ı Kerim’in hemen başında yer alır ve bu sebeple “Miftahü’l Kur’an” yani “Kur’an’ın anahtarı” olarak da isimlendirilir. Fatiha için kullanılan bir başka isim ise “Kur’an’ın Özü” anlamına gelen “Ümmü’l-Kur’an”dır. Günlük dinî pratiklerimiz içinde Fatiha’nın çok ayrı bir yeri var hiç şüphesiz. Namazda her rekâtta Fatiha okuyor, yapılan her duayı “el-Fatiha” diye bitiriyoruz. Ölmüşlerin ruhlarına Fatiha gönderiyor, mezar taşlarına “Ruhuna el-Fatiha” ifadesini yazıyoruz.
Fatiha ile olan ilişkimizi düşünürken şu nokta dikkat çekici değil mi sizce? Biz Fatiha’yı yaşayanlardan çok ölümlerimiz için okuyoruz. Hepimizin çok alıştığı bir cümledir “Cümle ölmüşlerimizin ruhuna el-Fatiha” ifadesi. Durup bu cümle üzerinde biraz düşünmek gerekiyor. Ya diriler, onları ne yapacağız? Onların Fatiha’ya ihtiyacı yok mu? O zaman “Cümle yaşayanlarımızın ruhuna el-Fatiha” diyelim hep birlikte.
Yaşayanlara okunan Fatiha’dan iki anlam çıkarmak mümkün. Birincisi genel anlamda Kur’an, daha özelde ise Fatiha Suresi ölenler için değil yaşayanlar için ve yaşanmak için inmiştir. İçinde, hayatlarımıza yön verecek ilke ve ölçüler bulunur. Dolayısıyla ölülerden çok yaşayanların ona ihtiyacı var. Yaşarken Fatiha’dan nasiplenmeyenlerin öldükten sonra ondan hissedar olması zor bana kalırsa. Öncelik, Kur’an’ı henüz hayattayken rehber edinmek şeklinde olmalı. Bu hakikati Mehmet Akif şu dizelerle dile getirir:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan Kur’an’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın:
Ya açar nazmı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”[1]
“Cümle yaşayanlarımızın ruhuna el-Fatiha” ifadesinden çıkartabileceğimiz ikinci mana ilk kullanımla yani “Cümle ölmüşlerimizin ruhuna el-Fatiha” ifadesiyle çok yakından ilişkili. Buradaki ölmüşlere Kur’an okumayı, gönlünü karartan, ruhunu kaybeden yaşayan ölüler şeklinde anlayabiliriz. Yani kendini bedenine ve dünyalığa esir eden, manevi yönünü ise koyu bir karanlıkta bırakan insanlara okunmalı Fatiha. Mezardaki ölülere olduğu kadar yaşayan ölülere yani yaşarken ruhunu öldürenlere ulaştırmalıyız Kur’an’ı ve Fatiha’yı. “Anahtar, açmak, giriş” gibi anlamlara gelen Fatiha’nın bu kararan gönüllere bir kapı açmasını sağlamak olmalı önceliğimiz.
Sadece başkası gibi düşünmeyelim yaşayan ölüleri. Önce kendimiz ruhumuza can vermeliyiz. Fatiha’nın ve Kuran’ın nurundan önce kendi gönlümüz hissedar olmalı elbette ki başka gönüllere de faydamız olsun. Onunla kabirdeki ölüye can vermemiz mümkün değil elbette; lakin kendi gönlümüzü, ruhumuzu canlandırabilir, manevi neşvemizi arttırabilir; başkalarına da bunu ulaştırabiliriz. Fatiha’da “yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” diyen; “bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ulaştır” diye niyazda bulunan ancak ve ancak diriler ve dirilmeye niyeti olanlar olabilir.
Fatiha aslında okunan bir metin değil yaşanan bir ilkeler bütünü olarak görülmeli. Onu okumak yeterli değil; hayata rehber edinmek gerekiyor. Aksi takdirde günde kırt defa Fatiha suresini okuyup gönlünü, aklını açamayan bizler bu durumu nasıl izah edebiliriz? Üzerimizdeki ölü toprağını silkelemek, Fatiha ve Kur’an ile yeniden tanışmak durumundayız. Yoksa öldüğümüzde, ölümüz için bile Fatiha okuyacak bir nesil bulmamız mümkün olmayacak.
[1] “Süleymaniye Kürsüsünde”, Safahat