Rasim Özdenören hikâyeciliğinin cümle kapısı: Hastalar ve Işıklar

“İnsan kalbini yüceltmek” gayesi edinen ve “Kendi çağının türküsünü söyleyen” usta yazar Rasim Özdenören, edebiyat ve düşünce dünyamızın kilometre taşlarından biridir. O, bilinçli bir Müslüman kimliği oluşturmak için fikir yazılarında İslam uygarlığını merkeze almış, Müslümanca tavrıyla okuyucu karşısına çıkmıştır. Hikâyelerinde de yine aynı damardan beslenerek hikâyeye yeni bir soluk getirmiş ve yerli bir bakış açısı kazandırmıştır. Rasim Özdenören kendisinden sonraki kuşakları etkileyen, onlara yol gösteren iyi bir usta ve samimi bir ağabeydir.

Rasim Özdenören “Roman bir savaş alanıdır, oysa hikâye düello sahnesidir.” der. Bu öylesine söylenmiş, sıradan bir söz değildir. Evet, hikâye onun için bir kerelik atış hakkının olduğu bir düello sahnesiydi ve başarılı hikâyelerinden de anlaşılacağı üzere o, bu atışlarda hiç ıskalamadı. Hep on ikiden vurdu. Hikâyelerindeki kelime tercihlerinde olduğu gibi, ne eksik ne de fazla…

Hikâyeleri için “Okunduğu zaman, insan kendisini yücelmiş hissetsin istiyorum. Ruhen yüceldiğini, beyinsel olarak yüceldiğini hissetsin istiyorum.” diyen Rasim Özdenören, böylece sanatındaki amacını da ortaya koymuştur.  Ayrıca o,  hikâyeyi doğrudan bir tebliğ aracı olarak görmemiş, okurun yorum gücüne karışmadan, onları yönlendirmeden sadece anlatmak ve sergilemek olarak değerlendirmiştir.  Âdeta olup bitenin fotoğrafını çekerek okurun masasına bırakmış, kenara çekilmiş ve bundan ötesini okuyucuya bırakmıştır.

Rasim Özdenören, “Ben, öykü kelimesiyle eski hikâye tarzından farklı olan şimdiki modern edebiyatta söz konusu türe karşılık gelen bir kavramı ifade ettiğimi düşünüyorum.” diyerek hikâye ve öyküyü birbirinden ayırsa da âcizane hikâye ifadesini kullanmaktan yanayım. Zira her öykünün muhakkak bir hikâyesi vardır.

İlk hikâye kitabı olan Hastalar ve Işıklar 1967 yılında yayımlanmıştır. O, kendisiyle yapılan bir röportajda “Hastalar ve Işıklar Sezai Karakoç’un himmetleriyle yayımlandı.” demektedir. Kitapta 15 hikâye yer almaktadır. Kitabın içeriği ve ismiyle alakalı olarak yakın arkadaşı Ali Haydar Haksal kendisiyle yapılan bir söyleşide Rasim Özdeneren’in ilk kitabındaki hikâyeleri içerikleri gereği aslında üç kitap olarak tasarladığını ancak Sezai Karakoç’un ondan öykülerini acele ulaştırmasını istemesiyle gönderdiğini, akabinde Hastalar ve Işıklar adıyla yayımlandığını ifade eder.

Hastalar ve Işıklar için Sezai Karakoç, “Tarih mirasının çökerttiği bir evin, bir insanın kader trajedisidir. Bir ruh yaralanışının, tarihin karanlık baskısı altında, metafizik bir varoluş̧ bunalımına çıkışının hikâyesi.” der ve ekler “Hastalar ve Işıklar, yeni bir yön ve alan gösteren, önemli bir hamledir.” Alim Kahraman ise bu kitap için “Özdenören hikâyeciliğinin toprak altındaki kökü gibidir.” değerlendirmesini yapar.

Hastalar ve Işıklar’da kent yerine taşra tercih edilmiştir. Mekânların tamamında Anadolu motifleri kendini hissettirmektedir. Sokaklardan ağır ağır ilerleyip bahçeyi geçince geniş bir aileyi içinde barındıran ev çıkar karşımıza. Bu aile ve ev arasında bir kader birlikteliği vardır. Her hâlleri birbirine benzemektedir. Ev halkı, odalar, merdivenler, pencereler, bahçe, sokak ayrı ayrı dramları barındırır bünyesinde. Yıkılmaya hazır, hastalıklı, sorunlu, çaresiz, ışıktan kaçan, karanlığa müptela… Anadolu’yu anımsatan evlerde nefes alan yahut nefessiz kalan, sokaklarda yürüyen, meydanlarda kaybolan, dağlara-bayırlara sığınan, uçurumun kenarında duran, ışıklardan kaçan, karanlıklarda yiten, iç dünyasında çıkmazlara giren, toplumla ve çevreyle çatışan taşralı kahramanlar vardır. Toplumsal değerlerden koparılış, yalnızlık, yabancılaşma, ikilemler, saplantılar, çıkmazlar, arayışlar, aile için dramlar, melankoli, ölüm, hastalık, yoksulluk, iletişimsizlik, geçmişe özlem, değersiz hissetme, karamsarlık, çatışma, işsizlik, yozlaşma gibi temalar hikâyelerde kendisini açık bir şekilde göstermektedir.

Hastalar ve Işıklar’daki hikâyeler ayrı ayrı gibi görünse de bir araya gelince tek bir hikâye hüviyeti kazanmaktadır. Klasik olay hikâyeciliğinden uzak içerik ve düş ile gerçeğin yer yer birbirine karıştığı kurgu zihinleri yorsa da sade ve yalın bir dil okuyucunun işini kolaylaştırmaktadır. Bazen çok uzun bazen tek kelimeden oluşan cümleler hikâyelere ayrı bir hava katmaktadır. Bilinç akışı tekniği, gözlemler, metinlerarasılık, iç ses, diyaloglar ve tasvirler çok başarılı bir şekilde uygulanmıştır.

Sabah’ta uykuyla uyanıklık arasında bir durum vardır kahramanın yaşadığı. Zaman ve mekân sınırı olmayan garip bir yolculuk sonra: Asma köprüler, derin uçurumlar, bitimsiz vadiler, dağlar… Hayal mi, gerçek mi; var mı, yok mu belli değildir. Ardından bir ışık şeridiyle kendine geliş ve şaşkınlık ifadesi: “Ne kadar değişmiş her şeyler.” Usta yazar hikâye kahramanının ruh hâlini çaktırmadan hissettirir ve kitabın gidişatında olabilecekler hakkında ufak ufak kurcalar okuyucunun zihnini.

Çark’ta kahraman tamamen uyanır ve ışık şeridini iyice fark eder. Bu ışık şeridinin mağaralardan, buralarda yaşayan gulyabanilerden haberler getirdiğine inanır. Sıradanlaşan günlük hayat… Kendisini uçurumun kenarında hisseder. Yaşamaktan bıktığını ve yaşamak için mazeret üretmekten caydığını anlıyoruz. Sonrasında aniden bir meydan okuyuşla çıkıyor karşımıza. Hem hayata hem de ölüme dair... Işık şeridi çoğalır ve her taraftan kuşatır onu. “Adımını attığı her yerde kendini usul usul erimeye bıraktı.” ifadelerinden meydan okuyuşun teslimiyete dönüştüğünü söylemeye bile gerek kalmadan hissettirir usta yazar. Şaşırmıyor okuyucu bu duruma. Yine korku, yine melankoli…

Ricat’ta eve dönüş var. Sokak, bahçe, ev, yollarda insanlar… Her şey değişmiş. “Hangi bir yanıma baksam benim değil, benim çocukluğum değil. Koşsam bu sokak o değil.” diyen anlatıcı geçmiş güzel günlere duyulan özlemi ve değişimi tarif ediyor. Yabancılaşma ve yozlaşma kendisini hissettiriyor satır aralarında. “Yusuf’un Kuyusu” bir imge olarak belirir. Dayısı kapıda karşılar onu. Zayıflamış, solmuş görünür gözüne. Hemen ardından “dalları kurumuş ağaçlar”dan bahsetmesi boşuna değil. İçeri girmeye korkar. Girerse büsbütün bozulacağını düşünür. Kendisine ait hissetmez hiçbir şeyi. “Artık benim değil bu bahçe, ev. Ben kimim? Onlar nedir benim için?” ifadeleriyle yine bir yolculuğun hazırlığı başlar. Kuyular, tüneller; kaçış, karanlık...

Pus’ta ev içindeki günlük hayattan sahneler görüyoruz. Çocuklar ve yaşlılar üzerinden bir mesaj... Yağmur bu ortamı tamamlar. Dedesi ve hareketleri -kendisini hasta sanması- üzerinden ölüm teması dikkat çeker. Dedesinin geçmişine yolculuk ve köydeki güzel günleri hatırlayış içindeki duyguların dışa vurması olarak yansır. “Ölüm artık evimizde hiç beklenmeyen ve her an beklenen bir tanrı misafiridir: onun ılık, ıslak, bulaşıcı havasında soluk alıyoruz.” Abdest alışında, namaz kılışında hep bir sona yaklaşmanın izleri görülür. Sandık ve içindekiler üzerinden ayrı bir mesaj vardır. Tabancayı niye verir, onunla ne yapacaktır, bu duruma ne anlam yükleyecektir koca bir muamma. Okuyucu burada bir beklenti içine girer ama nafile. Güneş doğar, ışığın kırbaçlarını sırtında hisseder. “Yanlış bir ülkeye girdim, yanlış bir ülkeye girdim.” diye hayıflanır lakin ülke neresi, dedesi ona niye yanlış adım attırsın belli değildir. Ona “Sen başkasın.” derken neyi anlatmak istemiştir, ondan ne beklemektedir. Bu durum okuyucuyu meraka sevk eder. Hikâyede kahramanın karamsarlığı ve arayış içinde olduğu iyice belirginleşir. Maşraba, leğen, lamba, sandık, Kur’an’dan sayfalar geleneği ve geçmişi hatırlatan unsurlar olarak dikkat çekiyor.

Kan Otları’nda iç konuşmalar hâkim. Yine kaçış, yine karanlık var satırlarda. Yorganlara bürünüyor kahraman ama kurtulamaz. Sarsıntı, fırtına, dalga, yağmur, korku, gece, anafor… Her şey karmakarışık... Tabii ki yine alanlarda koşu… Peşindekiler kim? O belli değil işte.

Mani Olunmuş Adam’da kahraman kendisini kalabalığın ortasında bulur. Mağazaya girer ve iç içe geçmiş aynalarda karşılaşır. Her baktığı yerdeki farklı görüntüsüyle anlatmak istediği kargaşa, karışıklık, belirsizlik belki de.  Mağaza sahibiyle karşılaşması ve oradan ayrılıp tekrar kalabalığa dönmesi nerede duracağını bilememenin verdiği bir kararsızlığın göstergesi sanki. Mağazadaki adam peşinden niçin “Dur!” diye aralıksız seslenir, bu ses niçin ‘öldürücü ve tedirgin edici’ gelir okuyucuya kalmış.

Profil beş bölümden oluşuyor. Yolculuk var yine başlangıçta. Tren istasyonunda biter. Oradan konuk evine geçer kahraman. Kuvvetli tasvirlerle yapılan düşler âlemindeki yolculuğun ardından sonraki mekân ise konak. Hayal mi, gerçek mi belli değil. Düşten uzak, düşe yakın… Öylesine karışık. “Ama o zaman ben burada mıyım? Bu konak burada mı? Yüklenemeyeceğim bir yükün altında gücüm yitmiş. Zaman öfkeleri, ışıkları, yoksunluğu eze eze yaklaşıyor. Ben gerçekten tanıyor muyum bu konağı? Burada mıyım? Yani burada mı?” Belirsizlik ve sorular peş peşe. İstikamet ve cevaplar her okuyucu için ayrı ayrı. Belki de yok. İlyas çıkar karşımıza.  Ölmeye karar vermiş. Esas kahramanın “Geri dönmeyecek misin bundan?” diye sorması üzerine bu sefer hikâyelerdeki genel hissiyata uygun olarak İlyas konuşur: “Hayır… Işıklar… Kaçmak, kaçıp kurtulmak… Sonra karanlığıma dalmaya başladım. Ağır ağır, gizli, sonsuz, mutlu, can veren karanlığıma gömülüyorum…” Toprak hırsı bir özleyişle onun beklemektedir. Yine yola çıkar, amaçsız yürür. Akşam, yağmur, tren ve istasyon... Ve sonra konuk evine dönüş. İlyas susar. Tren düdüğü olumsuz bir şeyin habercisi gibi uzun uzun öter. İlyas’ın korkunç bir sessizlikle gülümsemesi kahramanı korkutur. “Oraya, oraya” der İlyas. Kahraman ‘bitmez tükenmez karanlığa doğru’ kendini yiye yiye koşar. Yalnızlık, belirsizlik, kaçış… Bu hikâyede kullanılan imge (ışık), kavram (yola çıkmak, toz, düş, küf) kahramanlarla (İlyas) diğer bölümler arasındaki irtibat (metinleraraslık) iyice belirginleşiyor. Bir de tren ve istasyonların sıkça kullanılması bunların yazarın hayatında önemli bir yeri olduğunu düşündürmüyor değil.

Koridor’da taş bir yapıyla karşılaşıyoruz. Kendisini koridorda bulan anlatıcı yine kaçar. O kaçtıkça koridor uzar. Hiç bitmez. Koridorun içinde koridorlar. Saat tiktakları peşinden yürür. Düşe kalka, yorgun koşar. Vakit dolar bu arada. Sondaki “Kapıya doğru sendelemeye çalıştım. Ama o da kapanmıştı artık, kapanmıştı.” ifadeleri çaresizliği, tükenmişliği gözler önüne seriyor.

Yıkıntı’da giriş kısmındaki “Perdelerimi gündüzleri kapatıyorum. Geceleri açıyorum. Beni tanıyamazlar.” sözleri karanlığı tercih edişin ve kaçışın farklı bir ifadesi olarak dikkat çekiyor. “Kocaman ev durup durup öksürüyor yaşlık ve tıkanık sesiyle.” ifadeleri dostunun ölüm haberine bir ön hazırlık gibi. Dostunun kim olduğunu tam olarak çıkaramıyoruz. Niçin onların evde? O da belirsiz. Evden, aile bireylerinden, komşulardan     -ölü evi ortamı- detaylı bir şekilde haberdar oluyoruz. Yağmur, gece, karanlık, perde, yorgunluk, umutsuzluk, yalnızlık bu hikâyede de hâkim unsurlar. “Yorgunum. Bir kefaret gibi yükleniyor ışık üstüme.” diyor ve ağır ağır güneşin batmasını bekliyor anlatıcı. Perdeleri çekecek gücü kalmamıştır artık.

 Çocuk’ta babası ölmüş bir çocuğun gözünden bu durumun ‘ağır bir yorgunluğu sırtında sürükleyen’ annesi ve kendisi üzerindeki etkileri aktarılıyor. Amca, dayı ve akrabalar da yanlarındadır. Karanlık, bezginlik, korku, ölüm, sessizlik, düş, hastalık, ışık satır aralarından “Biz buradayız ve hiçbir yere gitmiyoruz.” diye seslenir. Annesinin hüzünlü bakışlarına şahit olan çocuk babasının duvarda asılı duran kocaman gülen resmiyle ‘ölü baba’ arısındaki acı tezatlıkla yorganı başına çeker ve ağlar.

Tutuk’ta ‘kendini hırslı bir yalnızlığın ortasında kurumuş çöl dikenleri gibi acınası bir kimsesizliğe mahkûm’ hisseden, ‘içinde beslemiş karanlığıyla yatağı şimdi büsbütün mezar” gören ‘deliliğin çeperlerini yoklayan’  yalnızlığı, yorgunluğu, hastalığı ve karanlığıyla yaşlı bir kadın çıkıyor karşımıza. “Elle tutulur bir yorgunlukla uzanıyor yatağına.” o da sonunda. “Yarım kalmış örgüsü yere düşmüştü.” cümlesi “Burası dünya, burada işler hep yarım kalır.” sözünün bir başka ifadesiydi belki de.

Eskiyen’de ölüm ve doğum aynı evin içindedir. Baba hastadır, yeni bir bebek dünyaya gelecektir. Aile fertleri süreci sevinci ve hüznüyle hep birlikte yaşamaktadır. “Bir inilti, çok uzaktan. Gelin mi? Babam mı?” ifadeleri merak uyandırarak okuyucuyu hikâyenin içinde tutuuyor. Çürük, harap, karanlık, güneşsiz, nemli, dağınık ve tavanında örümcek ağları sarkan ev kahramanların ruh dünyalarında yaşadıklarına eşlik ediyor ve onları tamamlıyor. “Görebilecek miyim acaba?” ve “Her şey ‘gelecek’ini bekliyor.” ifadeleri birbirine tamamlıyor. “Kurtuldu gelin, kurtuldu, topaç gibi bir oğlan.” sözünün ardından hasta babanın gözlerine ‘yaşlı, sonsuz bir gülümseme yayılması’ ve ardından yanına getirilen bebeği “agucu, agucu.” diye sevmesi okuyucunun yüreğini burkuyor.  

Dönüş ev tasviriyle başlar. Daha ilk paragraftaki “Ben o güneşe ait değilim.” sözü gelecek cümlelere ışık yakıyor. Baba ölmüştür. Dayı sahip çıkmaktadır aileye. İşsizlik, geçim sıkıntısı kendisini iyice hissettirmektedir. ‘Bir baltaya sap olamadığını’ söyleyen dayı ip satmakla geçimini sağlamaktadır. Anlatıcı kahraman ona yardım etmektedir. Bütün olumsuzluklara rağmen “İşiniz rast gelsin.” diyerek onları selametleyen ninesi iyi niyetin göstergesidir. Oysa piyasa karışıktır, acımasızdır; insanlar dolandırıcıdır, yankesicidir. Bu hâliyle ayakta kalmak çok zordur ve dayısına “Bu iş benim işim değil.” dedirtir. Satış yapamadan yola koyulan kahramanlar ‘ortalığın karanlık mı ne derler, berbat bir renge bulandığına’ şahit olurlar. Okuyucu hiç yabancı değildir artık bu yaşananlara.

Yankı’da yine eve dönüş var. Şehrin dışında bir araçtan iner kahramanımız. Eve doğru yaptığı yolculuk çocukluğunun güzel hatıralarıyla doludur. Bu dönemde her zaman olduğu gibi anne şefkatli, baba çatık kaşlıdır. Sokağa çıkamadığı günler, arkadaşları, evde saklandığı anlar zihninde canlanır. “Ah, orada uyumuş da güllere boyanmış.” derken anne bütün sevecenliğiyle, görmek istemediği babasının ‘despot ve naftalinsi kokusu’ hep içindedir. O günler geride kalmıştır. Babasından ilk defa korkmuyordur. Onu gören evdekiler sevinir. Babası ve halası hastadır. Öyle ki ‘gece ölürüm diye sırtüstü yatmıyormuş’ halası. Bu bölümde “dolap” ve “Horasan” diyalogları dikkat çekiyor. Karanlık, perde, güz, yokluk,  yorgunluk, korku, umutsuz, tedirgin ifadeleri birbirine destekliyor. Ve ‘kederli, belki ölümlü bir geceye’ yumuyorlar gözlerini.

Kundak kitabın son bölümünde günlüklerin de kullanıldığı uzunca bir hikâyedir. Başlangıçta ev içindeki günlük aile hayatı, işsizlik, geçim sıkıntısı vardır. Baba gezici berberdir. Bu işten artakalan zamanlarında yazsa şerbet, kışsa salep satar. Kahramanımız işsizdir. Babası “Artık yetti… Bir iş bul çalış.” der, lakin o hasta olduğunu ifade eder. Babasıyla çatışması hiç bitmez. Kapıyı çarpıp çıkar. Yolculuk, tren, tren istasyonu yine hikâyedeki yerini alır. İlyas’ın yanına uğrar. Bir süre birlikte işe gider gelirler. Ancak İlyas’ın kendisine bile faydası yoktur. Birlikte eve dönerler. İstenmediğini fark etmiş olacak ki İlyas ayrılır birkaç gün içinde. Anlatıcı bunu sonradan ayır eder, çünkü kendi derdine düşmüştür. “Ben… Ben bir şey yapacağım, bir şey çıkacak elimden.” ve “Dilsiz adamlar yürüyor içimde. Şeytan olduklarını biliyorum.” ifadeleri sonun habercisi gibi yansır satırlara. “Bir uçurumun ucundayım.”  diyen anlatıcının hastalıklı hâli iyice belirginleşmeye başlar ve o bu durumun farkındadır. “Ruhum hasta benim. Vücut bahane. Bedene yayılan hasta ruh. Baş döndüren. Bir ateşe doğru iteleyen” dedirten ruh hâli ve “Yeryüzü adamı değilim ben. Bunu bilmiyorlar.” düşüncesi onu dışarı çeker ve yoksullar mahallesinde yangın çıkarır. “Yangını ben çıkardım, bu yangını ben çıkardım.” sözleriyle âdeta her şeyden öç alır ve kendisini ‘adsız bir yiğit’ olarak ilan eder.

Tek kelimeyle bile okuyucuyu düşüncelere sevk ederek zihinleri kurcalayan Rasim Özdenören tartışmasız iyi bir kurgucu, usta bir hikâyecidir. Onun Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Çarpılmışlar, Denize Açılan Kapı, Kuyu, Hışırtı, Ansızın Yola Çıkmak, Toz ve İmkânsız Öyküler’ini daha iyi anlamak, insan ruhunun derinliklerine inip oradan da aile ve toplum gerçeklerine doğru yol almak için hikâyeciliğinin cümle kapısı olan Hastalar ve Işıklar’dan geçmek gerekir.

YORUM EKLE