Sadettin Ökten “Bugünkü Musaların bütün uğraşısı sihirbaz olabilmek” diyor.
Söyleşimize modern Batı medeniyetinin oluşumundaki rasyonel zihniyet ve bu zihniyetin bütün dünyayı sürüklemekte olduğu bunalımla başlayabiliriz.
Son üç yüz yıldan beri bütün dünyada bir rasyonalizasyon faaliyeti ne yazık ki hâlâ sürüp gitmede. Bu sorunuzu cevaplamaya aslında “ortaçağda Hıristiyanlık nasıl rasyonalize oldu?” oradan başlamak lazım. Hıristiyanlık semavî bir dindi. Aydınlanma ile birlikte aşkın bir yanı olan Hıristiyanlık sekülerleştirildi. Devreye hümanizma girdi: Yani tanrı yerine insanın ikame olunduğu bir tasavvur. Hümanizm merkezinde insanın olduğu ama insanın yok edildiği bir düşünce. Artık her şeyi aklın komutlarına/yeteneğine havale eden ve mihengine vuran, bütün bunların sonucunda ise problemleri ama bütün problemleri çözer hale geldiğini iddia eden bir insanla karşı karşıyayız. Hümanizm varlığı “şeyleştirdi” yani nesneleştirdi. Madde ile olan ilişkisini çarpık bir şekilde düzenleyen bu zihniyet, aşılması hiç de kolay olmayan problemlerle insanlığı buluşturdu. Şimdilerde artık iki büyük savaşı yaşamış olan dünya, batının ürettiği değerlerin kıymet-i harbiyesi olmadığını anladı.Tahrip ve sonrasında da tamir etmeye yönelik bir dünya. Ama önce tahrip.
Doğru. Ekolojik dengeyi deodorantlar ya da bir takım kimyevî maddelerle tahrip eden sonrasında onu tamir etmeye çalışan bir dünya. Bu aklın hükümran olduğu batı uygarlığı maddeyi akıl gücüyle esir almaya ve madde üzerinde her türlü tasarrufu hiçbir ahlakî boyut düşünmeden kullanmaya başladı. Sonra bu sömürüye dayalı rasyonel zihniyet öyle bir dünya kurdu ki, yanılsamalarla dolu bir dünya bu dünya, hakim İslam medeniyetini geride bıraktı. Teknik-teknolojik olarak gelişen ve müreffeh yaşam standartlarını yakalamış bir Batı karşısında, “O dünya bunu akılla yaptı.” gibi basit bir düşünceden hareketle yola çıkanlar rasyonalizm bizim medeniyetimizin temel umdeleriyle tamamen çatışıyor olsa bile, bu çatışmayı da göze alarak farklı bir bakış açısı ile rasyonel bir İslam medeniyeti inşasına başladılar. Kısaca ifade edersek, artık Müslümanlar pozitivizmin bayraktarlığını yapmaktadır. Tabi ki bu süreçte bize ait bir takım değerleri de yitirmeye başladık. Önce İslam’ı rasyonalize eden Müslümanlar sonrasında ise dinin bâtınî boyutu olan tasavvufu rasyonalize etmeye başladılar. Tasavvuf ise hiç rasyonalize olamaz.
Bu noktada madde ve mana arasında ilişki ve her ikisi arasında gözetilmesi gereken dengeden söz edebilir misiniz?
İslam medeniyeti madde ve mana arasında ki ilişkiyi maddeyi mananın emrine vermek suretiyle düzenlemiştir. Rasyonel batı medeniyeti ise; “Hayır mana benim çok canımı yaktı.” -Tabi İslam “mana” algısı ile Batının “mana” algısı aslında çok farklı, bütün meselede burada.- “Ben aklımın rehberliğinde manamı düzenlerim, zira ben hümanistim yani kendi kaderimi kendim çizer, kendi problemlerimi kendim çözer, kendi kendime yeter bir varlığım.” diyerek maddeyi kendi algı dünyasına bir yere yerleştirmiştir. Bu anlayışın gelip dayanacağı nokta ise Western filmlerinin senaryolarında aşikâre olmuştur. “Bir Avuç Dolar” için artık yapılmayacak hiçbir şey yoktur. Faydalar doğrultusunda her şey mubahtır. Fakat Müslüman dünya görüşü bunu yapamaz. Maddî sahayı boş bırakmamak gerektiği kanaatini taşıyorum ama maddî sahanın göründüğü kadar yada bize gösterildiği kadar cezbedici olduğunu da düşünmüyorum. Pragmatizmin şekillendirdiği maddî sahayı abartmamak gerekiyor. Zira bu işin içinde bir illüzyon/yanılsama var. Tıpkı Firavun’un sihirbazlarının yaptığı sihirler gibi bir şey bu. Şayet siz Musa olabilirseniz sihirbazlar bir halta yaramaz. Ama esefle belirtmeliyim ki bugünkü Musalar “Acaba sihirbaz olabilir miyim?” çabasını gütmektedirler.
Bu yanılsamalardan gözümüzü alıkoymanın ilacı nedir?
Bunun ilacı imsâktır. Yani bu yanılsamalar dünyasından vazgeçmektir. Maddeyi değil manayı hayatımızın biricik gayesi yapmak sonrasında ise beraberinde gelecek olan ruhî inkişaf. Maddeye karşı müstağni olma hali, insana, Allah tarafından verilir. Ganî olmak yani zengin olmak.
Peki Rasyonalitenin karşısında İslam’ın öne sürdüğü en temel umde nedir?
Medeniyetimize ait bu temel umde, muhabbettir. Eğer sizin kalbinizde muhabbet yoksa onun ne olduğunu size tarif edemem. Muhabbet yaşanan bir değerdir. Bütün psikolojik öznellikler böyledir. Subjektiftirler. Tanımlanamaz ama yaşanırlar. Fakat yaşandıkça, aynı tecrübeyi yaşamış aynı tadı almış insanlar, o tad üzerinde her ne kadar kimi zaman kelimeler farklı olsa da anlaşırlar. Kalpten kalbe yol vardır da budur. Artık Batı da bu saf-akılcılığın kendine yetmediğini görüyor.
Peki Batı için yetecek olan nedir yada kendine yeteni yakalamak için ne tür bir refleks içerisinde olmalıdır?
Kanaatimce Garp medeniyeti bunu sadece kendi değerleri ile bulamaz. Vahye mazhar olmuş bir medeniyet vasıtasıyla onlara bir haber gitmesi lazım. Ve gidecek olan bu haberinde Garp medeniyetinde bir ağırlığının ve karşılığının olması gerekir.
Fakat görünen o ki Batı medeniyeti kendi sürekliliğini artısıyla-eksisiyle devam ettirmeye çalışıyor. Nihai olarak, Batı kendini terk etmedikçe hiçbir sakatlığından kurtulamaz.
Habermas da şöyle okumuştum: “Evet bütün bu eleştiriler haklı olabilir ve fakat bugün eleştirilen hayat şartları, bu medeniyetin sayesindedir.” Yani devam diyor Habermas. Devamsa sonuçta bu. Fakat şunu da söylemeliyim ki Batı kendi içinde tutarlı bir uygarlık (idi).
Üstüne üstlük bir de şu an bizim onlara entegre olma durumumuz söz konusu…
Olsun. Osmanlı da dünyaya entegre oluyordu, farklı medeniyetlerle ilişki içerisindeydi, onlarla kopuk yaşamıyordu. Komşularıyla ekonomik ilişkilerde, bilgi alışverişinde bulunuyordu. Tarih, bizi komşularıyla iyi geçinen kimseler olarak kaydetmiş sayfalarına.
Fakat farklı bir medeniyet ve değer algısıyla karşı karşıyayız.
Doğru ama bu demek değildir ki sizin bütün değerleriniz, sisteminiz, medeniyet algınız ve hiyerarşiniz alt üst olacak. Her medeniyet kendi kriterini ortaya koyar. Aslında koymuş olduğu o kriter, kendiliğinden sevk-i tabii ile zuhur eder.Buradan tekrar tasavvufa dönersek.
Kalbe hitap eden, muhabbeti gündeme getiren tasavvuf maalesef Müslümanlar tarafından göz ardı ediliyor. Aslında modern dünya da özlenilen ve aranılan değer bu. Ve bu kadar müsait şartlara rağmen hâlâ biz ısrarla onu göz ardı ediyoruz. Şimdi bütün dünya da ise İslam terörizm faaliyetleri ile özdeşleştirilmeye çalışılıyor ve böyle tanıtılmak isteniyor. Müslümanlar olarak biz medeniyetimizin temel değerlerini çok iyi anlamadan hiçbir şekilde bir atılım gerçekleştiremeyiz. Müslümanlar kendilerine ait esasları yitirince kabuğa ilişkin bir takım ritüelleri ön plana çıkarttı. Örneğin cemaatle namaza devam etmenin yirmi yedi kat sevabından söz ediyoruz. Ama cami de cemaate dahil olan kimsenin ne gibi bir sıkıntısı var, onu hiç araştırmıyoruz. İşte burada cemaatle namaz hususunda prensip bazında bir kayıp söz konusu. Daha açık bir ifade ile söylersek; zahir/pratik ön planda duruyor ama pratiğe vesile olan esas kaybolmaya yüz tutmuştur. İnsanı ihmal ediyoruz. Niceliğin değil niteliğin egemenliğini önemsemeliyiz ve bize ait “kalite” yi gün yüzüne çıkarmalıyız. Bunun için de “kalite”li olmak zorundayız.
“Kalite”nin sizin nezdinizde bir tanımı olsa gerek.
“Kalite”, edeptir. Bizim dünyamızın birinci ilkesi edeptir. “Edeb Ya Hu”…
Yani had bilmek. Allah’a ve Habibi’ne karşı, insanlara karşı had bilmek. Kişi haddin bilirse, kendi özün bilirse peşi sıra başka ahlakî değerler gelir. Fuzulî’nin hayal dünyasına bakın, bizim dünyamıza özgü bu “kalite”yi nasıl yansıtıyor:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su
Zevk-i tiğından aceb yok olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırakır rahneler dîvâre su
Suya versin bağ-ban gülzar-ı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin-gülzâre su
Teknik ve teknolojik olarak gelişen Batı karşısında yani kuvvet karşısında, bir tür ahlakı mı öneriyorsunuz?
Hayır. Kuvvete karşı kuvveti de öneriyorum. Ama ahlaksız kuvveti önermiyorum. Kuvvetin içini maneviyatla ve muhabbetle doldurmadığınız zaman değerlerimizle örtüşecek olan başarıyı kazanmak zor. Dünyayı yorumlarken kuvvet tabi ki kullanılmalı ama bu kuvvet muhabbetin emrinde olmalıdır. Ayrıca unutulmamalıdır ki bu kuvveti menfi olarak kullanan ve kendini özgür hisseden insan da insandır. Keza o da muhabbete muhtaçtır. Şu anda onu bir başka kuvvet idare ediyor olsa bile bizim muhabbet çemberimizde ona da bir yer olmalıdır.
Biraz muhabbeti açar mısınız?
Muhabbet, içinizi ısıtan size yaşama zevki veren saik. Yunus’un dediği gibi
Elif okudum ötürü
Pazar eyledim götürü
Yaradılanı hoş gördüm
Yaradandan ötürü.
İşte muhabbet bu!
Öncelikle, yaradılanı hor görmemek, bunun bir adım ilerisi de hoş görmek galiba
Hatta daha da ilerisi sevebilmek. İnsanla olan birebir ilişki çok önemlidir. Nüsha-i kübra olarak nitelenen insan bütün eksiklerine rağmen asla ihmal olunmamalıdır. Büyükler “Hal sâridir.” derler ülfet etmeliyiz ki hal transferi gerçekleşsin. İnsanların anlamlandıramadığımız davranışlarını da her halde bir hikmeti vardır, demek suretiyle Hakîm u Alîm olan Allah’a havale etmeliyiz. Bu nokta çok önemli, burada rasyonel izahlara falan asla yer yoktur. Tarihte Müslümanları hep bu zihniyet yönlendirmiş ve onlar farklılıklarla bir bütün içerisinde farklı bir dünya kurmuşlardır. Ama bu dünya şimdi yok sayılıyor.
Nihat Dağlı alıntıladı.