İsyancı ve nümayişçi fırkalar çağında, Kufe’deyiz. Orada genç bir tüccar, nebevî doğrulukla yaşıyor. Uzak diyarlara mal sardığı develer kervan oluyor. Kâr büyük. Servet gani. Adam, tüccar bir ailenin oğlu. Ticaretin ehli. Muhtemel Arap değil. Bir rivayete göre “Türk” derler kendine, Hüseyn ellerinde. Bir rivayete göre Farsî. Farsça konuşur öz dilinde. Burası kaygan topraktır; nice adamlar yiyen, canlara kast eyleyen.
Öyle topraklarda böyle adamlara gerek vardı
Kufe’de 699’da doğuyor. Kufe, Irak’ın ikinci büyük şehri. Irkların, siyasî fırkaların beşiği. Orada Şiî, Mutezilî, Haricî ekoller yan yana. İlmin merkezi bir şehir, Hz. Ömer’den yadigâr. Bu şehir 649’da kurulmuş. Hz. Ömer (ra), ümmetin Firavun’u Ebu Cehil’i Bedir’de öldüren Abdullah bin Mes’ud’u şehre “kadı” ve “Beyt’ ul mal emini” atadığında, “rey ve içtihad” okulunun temellerini de inşa ettiğinin farkında idi. İşgal-talan-yağma-değişimin gezindiği bu topraklarda, alt-üst oluşları Rabbanî bir ahlâkla tutan, şekillendiren, sıbgatullahî bir renk veren adamlara gerek vardı.
İbn Mes’ud, dağlarda dolaşan bir koyun çobanı, bilinmezlikten gelen bir iman ve adalet çığlığı, Darü’l Erkam’ın altıncı adamı; işte bu kaypak toprakları güdüyordu. Osman (ra) ile Ebu Zer (ra) meselesinde ihtilaf yaşayınca görevden alınır. Sahih olmayan hadisler karşısında içtihad gereklidir, diyerek Kufe ekolünün ana felsefesini inşa eder.
Rey ekolü neydi?
Hz. Peygamber (asv), Muaz b. Cebel’i (ö. 639) Yemen’e vali gönderirken ona; “Ne ile hükmedeceksin” diye sormuş; Muaz da, “Allah’ın kitabı ile” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber, “Allah’ın kitabında bir hüküm bulamazsan” buyurunca; Muaz, “Allah’ın elçisinin sünnetiyle” demiştir. Hz. Peygamber, “Onda da bulamazsan” diye sorar; Muaz ise, “Re’yimle ictihad ederim” der. Bunun üzerine çok memnun olan Hz. Peygamber, “Rasûlünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun“ buyurmuştur. (Muhammed Temmavî, Hz. Ömer ve Modern Sistemler, Kayıhan, 2004: 151)
Ümmeti toparlayan bir iman tasavvuru
Kufe, İmam Ali (ra)’nin şehri olur bir zaman sonra. Sahabe âlimleri iki merkezde toplanırlar: Hicaz ve Kufe. Tâbiîn âlimleri, bu iki merkezde yerleşmiş olan sahabe bilginlerinin çevresinde halkalanmışlardı. Merkezi Kufe olan “Irak Ekolü”ne “Rey Ekolü” ve merkezi Medine olan “Hicaz Ekolü” ne de “Hadis Ekolü” denir oldu. Rey ekolünün özelliği şuydu: Sünnet’i delil olarak kabul ediyorlardı.
Fakat hadisin kaynağı olan Hicaz’dan uzakta idiler. Uydurma hadislerden çekiniyorlardı, hadisin sıhhati konusunda titiz davranıyorlardı. Öyle ki, Hz. Ali râvîlere yemin ettiriyordu ve Abdullah b. Mesud hadis rivayet ederken sararıp titriyordu. Böylece Kufe ehli, kıyas, istihsan ve maslahat gibi rey’e dayanan usullerle hüküm ve fetva vermek yolunu tuttu. Ancak rey’e fazla yer vermekle birlikte sahih bir hadisle karşılaşırlarsa hemen rey’i terkedip hadisi tercih ederlerdi. Bu fıkhî duruş, Kufe gibi ihtidaların yoğun olduğu coğrafyada insanların yeni ihtiyaçlarına içtihatla çözümler üretmeyi, toplumsal değişimin dinamiğini tutmayı mümkün kılan bir ulema geleneği kuruyor. Dahası, “iman nedir?”, “mü’min kimdir?” tartışması nedeniyle birbirine düşen Araplar’ın (Havaric, Mutezile, Şia) dışında ümmeti toparlayan bir iman tasavvuru hazırlıyordu. Hem de mevali (azatlı köle) eliyle.
Ticaretten fıkha
Numan bin Sabit, ilme meraklı ama tüccar. Çarşı-pazarda dolaşır, şehir dışına seyahatler yapar. Bir gün Şa’bi yanına çağırır ve ona, “Böyle yapma, senin ilimle uğraşman ve bilginlerin yanından ayrılmaman gerekir” der. Numan çarpılmıştır; çarşı ve pazarı bırakır, ilim tahsiline koyulur.
Vaktini ilme verişi onu ticaretten büsbütün koparmaz lakin işlerinin başında durmaz olur. Vekili vasıtasıyla yönetir işlerini. Kufe’nin tek büyük camisindeki derslere devam eder. Hammad bin Ebi Süleyman’a tam yirmi sekiz yıl talebelik edecektir.
O, Cafer- i Sadık gibi temkin ehliydi
Cafer-i Sadık’la da iki yıl birlikte kalır, ona talebe olur. Ebu Hanife, Zeydiyye ve İmamiyye Şiası ile temastaydı ama onlar gibi düşünmemekteydi. O, Cafer- i Sadık gibi temkin ehlidir. Cafer-i Sadık da amcası Zeyd b. Zeynelabidin’in isyanına itiraz etmişti. Iraklılar’a güven olmazdı. ‘Bu halk, iş ciddiye binince Zeynelabidin’i terk edecek’, demişti. Nihayet iş ciddiye biner. Zeynelabidin feci şekilde öldürülür. Hatta kabri deşilir de şehidin mübarek vücudu hurma kütüğüne asılır. Sonra Zeynel’in oğlu Yahya ve sonra Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed b. Abdullah b. Hasan. Ve dahi Muhammed’in kardeşi Nefsuz Zekiyye, bir diğeri İbrahim…
İsyana kalkışanlar şehid edilir hep. Cafer-i Sadık bunları görüp yaşayınca Ebu Hanife için bir düstur olan sözünü söyleyiverir: “Devlet reisi olmak isteyen helak olur”. Halife Mansur, Cafer’e bir gün yazar: “Niçin diğer insanlar gibi siz de benim etrafımı sarmıyorsunuz?”. İmam Cafer şöyle cevap verecektir: “Dünyayı isteyen sana öğüt vermez, ahiret isteyen de seninle arkadaşlık etmez”.
Emevi saltanatı, sahabeler toplumunu korku ve fakirlikle eziyor, buna karşı ulema ilim ve zühd ile muhalefet ediyordu. Emevi dünyaperestliğine karşı mevalinin eline geçen ilim, zühd ile birlikte “fakr” kavramı üzerinden zenginliğin batıllığı kanaatini işliyordu. O dönemde “zengin” kesimlerin, zenginliğe ulaşma tarzları (iktidar), mevali tepkiselliğini kışkırtmıştır. Sosyal ve politik mevkilerin sahibi olamayınca ilim, güzel sanatlar, el sanatları, geçimlik ticaret (fütüvvet) gibi alanlarda yoğunlaşma başladı.
Emeviler’e karşı isyan eylemleri başarısızlıkla sonuçlanınca muhalefet başka alanlara kaydırıldı: a) Emevi yönetiminden görev–memuriyet kabul etmemek, b) İlimde temayüz: Kelam, fıkıh, hitabet, c) Zühd ile tüketimden korunma, ahilik ile yardımlaşma, ticaretle geçim yolu bulma, d) Arapçı kader inancının reddi, e) İçtihat, akılcılık, tefekkür.
Tartışmacı metod ona fayda sağlıyordu
Bu muhalif duruş, isyana katılmamış öbekleri Emevi zulmünden koruduğu gibi, fikirde derinleşme sağlamış ve Emevi Arapçılığının fikri temellerini yıkmıştır. Ebu Hanife tacir ve âlim kimliği ile bu muhalefeti ateşleyen yarı mistik muzdariblerin önderiydi. Kazancını ilim ehli için harcıyordu, evlenme çağına gelmiş imkânı olmayan talebelerini evlendiriyordu. Sıklıkla hacca gidiyordu. Hacc ziyaretlerinde başka üstadlardan fıkıh öğrenirdi.
Seyahatleri ona, halkın maksatları hakkında bilgi sağlıyor; olay ve meseleler hakkında tecrübe kazandırıyordu. Ders halkasında cedelci, münakaşacı bir metodla meselesini savunurdu. Bu nedenle dersi anlatmaz müzakere ederdi. Tartışmacı metodu ile içtihatlarının zaaf noktalarını görme imkânına kavuşuyor, talebelerinin de meseleleri ilimde derinleşerek kavramalarına fırsat vermiş oluyordu. Bu metod, Havaric ve Mutezile ideologlarıyla tartışmalarında ona bariz bir üstünlük, delil koymada isabet, iknada muvaffakiyet sağlamıştır.
Yolu bilmeyen ise çok azıkla çölde telef olurdu
Fıkhını halktan yana geliştirdi. Zaten halkın içinde yaşadı. “Az amel ile ilim, çok amel ile cehilden daha üstündür” diyordu. Çölün yolunu bilen az azıkla iktifa edebilirdi, yolu bilmeyen ise çok azıkla çölde telef olurdu. Ona göre ilmin tarifi böyle bir şeydir. “Maslahatı celbetme ve mazarratı defetme” ilkesinden hareket ediyordu. Halkın can, mal, ırz, akıl, nesil emniyetine zarar verecek temayüllerden uzak kalmıştı. Görüş sahiplerinin görüşlerini alır, Kitab-Sünnet-Sahabe içtihadına sunar ve bunlara aykırı görüşleri reddederdi. Ehl-i Beyt sevgisine rağmen Şiîleşmemiş oluşu, bu hür fikrî mensubiyetinden ileri gelir.
Hz. Ali (ra)’nin hak imam olduğunu düşündüğü halde, Hz. Osman (ra)’yı anmış ve O’na Allah’tan rahmet dilemişti. Şehevî ve nefsî arzulardan kurtulmuştu. İhlas ve riyazet sahibi idi. Emindi. Haksızlıktan korkardı. Bir gün, borç aldığı bir adama borcunu götürür. Hava sıcaktır ve evin bahçesinde gölge veren ağaçlar vardır. Evin sahibi kapıyı açmakta gecikir ve İmam güneşin alnında sıcaktan bunalır. Nihayet kapı açılır, borcunu eda eder. Evin sahibi İmam’a, “Kusura kalma, keşke gölgelikte bekleseydin” deyince İmam, “Gölgede bekleyip borç aldığım paranın faize bulaşmasından korktum” cevabını verecektir.
Malın gerçek değeri neyse onu verirdi
Müşterisi yoksulsa malı kârsız satardı. Malın kötülerini üste çıkarır, iyilerini gizlerdi. Böylece kötüyü gösterip iyiyi satmış olurdu. Malı değerinden alırdı, fırsatçılık yapmazdı. Bir gün kendisine ipek kumaş getiren kadına kumaşın fiyatını sorar; “100 dirhem” cevabını alınca malın değerinin daha fazla olduğunu söyleyerek fiyatı 500 dirheme çıkıncaya kadar artırır ve satın alır. Malı getiren kadın, “Benimle alay mı ediyorsun” demekten kendini alamaz.
Mülkiyetle hürriyet birbirinden ayrılamaz
Ebu Hanife’nin fıkhı ticarî ruha sahipti. Ticarî akitlerde esas olan emaneti korumaktır. Nikahın da bir akit olduğu hatırlanırsa, akil ve baliğ kadının istemediği biriyle zorla evlendirilemeyeceğini söyleyerek İmam Şafiî’ye itiraz etmiştir. Kadın kendi kendini evlendirebilir. İmam bu görüşünü şahsî hürriyeti esas alan fıkıh teorisi üzerinden geliştiriyordu.
Böylece “dinin emrini ihlal etmedikçe ne toplum ve ne de idareci, şahsın işlerine karışamaz” şeklinde ifade edilecek bir toplumsal görüş getirdi. O, borçlunun malı üzerindeki tasarruf hakkını iptal eden icra uygulamasına da karşı çıktı. Borcunu ödemeyen zulm ediyor ise de, malı cebren satarak borcu ödeten bir fıkıh hürriyeti iptal etmektedir. Ona göre mülkiyetle hürriyet birbirinden ayrılamaz. İnsanın mülkündeki tasarruf hürriyetine mahkemenin dahi müdahale etmesini kabul etmez.
İman kalbde tasdik dille ikrardır
Ebu Hanife’nin görüşlerinin özellikle Türk illerinde bazı etkileri oluyordu. Öncelikle mülk-hürriyet ilişkisi hakkında fikirleri ile Anadolu’ya göç etmiş Türk akıncılarına (kolonizatörlere), yerleştikleri toprakları mülk edinmelerinin önü açıldı. Askerî ele geçirmelerin, yalnız Araplar’a hasredilen toprak mülkleri olduğu düşünülürse bu yeni bir oluşumdu. İkinci olarak yeni bir iman tarifi gelişti. Ebu Hanife’ye göre iman “kalbde tasdik, dille ikrar”dır. Oysa Hariciler büyük günah sahiplerini kafir addediyor; Şia, İmam Ali’nin imametini kabul etmeyenleri reddediyor; Mutezile ise büyük günahkarları “el menziletü beynel menzileteyn” akidesi adına ne mü’min ve ne kafir olmayan kılıyordu. Ebu Hanife’ye göre “La ilahe illallah Muhammed’er Resul Allah” diyen adam namaz kılmasa da -şirke düşmediği takdirde- müslümandır.
Bu fikir, Horasan asıllı Türkmenler’in hızla müslümanlaşmasına kapı açmıştır. Mevaliyi kuşatan bir üst kimlik arayışı İmam-ı Azam’la geldi. İmam’a göre ihtida eden kendi dilinde (Türkçe-Farsça-Rumca) namaz sûreleri okuyabilir. Büyük günah işleyen küfre düşmez. Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ında Arapça dışında dille namaz hakkında Ebu Hanife’nin fetvasından bahsedilir: “Merd-i acemiye oldı ta’riz/Kendi lugatiyle ede tariz”. 799. beyitte geçmektedir.
İmam-ı Azam’dan gelen ekol
İktidarların kendilerini savunma ideolojisine döndürdükleri “mürcie” ekolü İmam ile beraber iktidara “karşı” silaha dönüşüyor. İktidar da bu durumu farkediyor. Abbasi iktidarı da neticede Arap ideolojisidir ve Ebu Hanife’ye muarızdır. İmam’ın kadı olması yani görev alması istenir ve İmam kabul etmez. Halife Mansur onu hapsettirir ve her gün on kırbaç vurdurtur. Nihayet İmam’ın sıhhati bozulur, şehit olur. Cenaze namazını kılanların sayısının elli bin olduğu rivayet ediliyor.
İmam- ı Azam’dan gelen ekol Anadolu’da mevaliğin zaferi oldu. Türkiye’de İslam’ın nizam kurucu bir mahiyeti aranırsa “kolonizatör Türk dervişleri”nin yani zahid küçük esnaf/sanatkâr/çiftçi kitlenin himmetine raci olunmak gerekir. Asıl damar Yesevî, Hacı Bektaş, Ahi Evran, Yunus, Somuncu Baba, Hacı Bayram, Aziz Mahmud Hüdai, İsmail Ankaravî çizgisinde ilerler. Bunlar Horasanî neşvenin mümessilidirler ve Şia (Safevî) olmaktan bigânedirler. Hanefîlikten kalkan bir sufi damardır. Çünkü Yesevi (ö. 1166) de Gücdüvani (ö. 1199) ile beraber Yusuf Hemadanî (ö. 1140)’ye ve onlar dahi el-Harakanî (ö. 1033) üzerinden İmam-ı Azam’a bağlıydı.
Anadolu Yesevîliği/Hanefîliği yeniden yorumladı
Horasan erenleri -Horasan’ın İran’ı da içine alan geniş bir coğrafya olması hasebiyle- Şia sufizmini etkilemişse de aynı potada eritememiştir. Erdebil tekkesi Yesevîlik’ten el almış ama ayrışmıştı. Yesevîliği temsil bakımından, Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271), Ahi Evran (1171-1261), Safiyüddin Erdebilî (Ölm. 1335), Hacı Bayram Veli (1352-1429) arasında bir fark yoksa da bu tekkelerin zaman-toprak-insan ile ilgili şekillenişlere girişlerinde yaklaşım farklılıklarına uğraması kesindir.
Anadolu’nun Yesevîliği/Hanefiliği yeniden yorumladığı düşünülmeli. Erdebil, Şia doktrini haline gelmekten kurtulamadı. Çünkü fıkıh yönü eksikti. XV. yüzyılın ortalarında Doğu Anadolu ve İran Azerbaycanı’ndaki Türk boyları, Safevi soyundan gelen Şeyh Cüneyd’in (Ölm. 1460) ve sonra oğlu Şeyh Haydar’ın (Ölm. 1488) etkisinde kaldılar.
Bu tekke Erdebil’in “soyu” olmakla beraber artık Yesevî değildi. Horasanî silsileyi şöyle verebiliriz: 1-İmam Cafer Sadık (ö. 765), 2-İmam-ı Azam (ö. 767), 3-Harakanî (1033), 4-Hemadani (1140), 5-Yesevî (1166). Horasanilik “yerli” karakterini bozmamış, iktidara mesafeli ama dirlik (huzur, geçim, kanaat) arayışlı bir nizam-ı toprak, bir nizam-ı maişet, bir nizam-ı adl iradesidir. Kırda tımar ve şehirde ahilik bu iradeyi tanzim ve tahakkuk eder.
Lütfi Bergen seyrüseferine devam edecek
yazınız çok hoş, elinize sağlık.
lakin biraz daha kısa tutsak hoş olur.