İlahiyat fakültesinde okurken kafam epey karışık olduğundan, kendimi konumlandırmak için ancak asgari bir gayret gösterebildiğimi düşünüyorum. Bu kafa karışıklığı beni bir şeylere doğru sevk ederken bir şeylerden de alıkoymuş olmalı. Arayışın yoğun ve belirsiz olduğu, o hiç bitmeyecekmiş gibi algılandığı ve bir kurtuluş yolunun imkânsızmış gibi göründüğü dönemlere hayıflanacak değilim. Çünkü bunun bana bir getirisinin olmadığını öğrenecek yaşa eriştim. Fakat insan geçmişini ve halini bir bütün olarak murakebe ederse daha sahih bir düşünüş ve tavır alış mümkün olabilir. Geçmişimizi eksiklik ve güzellikleriyle hatırlamak bu yüzden önemli.
Aykırılığın ve çılgın fikirlerin cazibesi
Şiir, edebiyat, zihnimin ve kalbimin ritmini arttıracak filimler, müzikler, aforizmalar, aykırı felsefi argümanlar, çılgın düşünceler daha cazipti. Fıkıh, hadis, tefsir, ortodoks denilebilecek diğer ilim dalları ve muhafazakârca tavır alışlar, hareketler sıkıcıydı. İnsanın hızını kesiyorlardı. (Şimdi büyük sufilerin, âlimlerin, bilgelerin yaşamlarını ve eserlerini okuduğumda müslümanın dünyasını ve kalbini dizayn etmeye yönelik her ilmin ne kadar mühim olduğunu ve bunların her birinin İslam'ın bir veçhesini aydınlattığını biliyorum ve bu açığımı kapatmaya gayret ediyorum.) Felsefeyi öğrenmek istiyordum ama bu denli sabra ve zihinsel donanıma veya öğrenme yöntemine de sahip değildim. Bir atılım yapmam gerekiyordu. Açlık çekiyordum. Kendimi doyurmak istiyordum. Acılarla kıvranan ruhumun sağalmasını, karmakarışık aklımın şüphelerin pençesinden kurtulmasını istiyordum.
Çağın darbeleri altında inlemek
Üstümde çok ağır bir yük vardı. Bu yükün başkalarının da omuzlarında olduğunun farkında değildim. Kendimi biricik sanıyordum. Fakat bu biriciklik bana bir ayrıcalık sağlamıyordu. Yoluma devam ediyordum bata çıka. Bu çağı anlamalıydım, çözmeliydim, görmeliydim, hesaba katmalıydım. Bir müslüman olarak öyle sağlam bir şekilde donanmalıydım ki batının hiç bir şeyi beni sarsmamalıydı. Oysa öyle değildi, değilmiş. Okuduklarımla, gördüklerimle, dinlediklerimle var olurken safiyetimi ve direncimi yitirdiğimi günler, aylar, yıllar geçerken pek kavrayamıyordum.
Yenilginin öfkeli çocuğu tasavvufla tanışıyor
Çünkü kendimi çoğu zaman bir bunalımın içinde buluyordum. Yaşamak acayip zorlu bir sınavdı. Ve ben sınanıyor olmaktan ve pek çok dersten çakmaktan hoşlanmıyordum. Yapacak bir şey yoktu. Tanzimat’ın, Meşrutiyet’in, Cumhuriyet’in ve en çok da Aydınlanma’nın gölgesi, yürüyüşümün imkânsız olmasa bile boşuna olduğunu her yerde zihnime, kalbime bin bir türlü yolla fısıldıyordu. Yenilmiş olmanın kırgınlığı, kırıklığı, kızgınlığı ve hatta öfkesi bir kaçışa zorluyordu beni. Kaçarken arayışım da yalan-yanlış, eksik devam ediyordu. Varoluşçulardan, Dostoyevski’den, Thomas Bernhard’dan, Nietzsche’den, İsmet Özel’den, Sezai Karakoç’tan, Rasim Özdenören’den, Nuri Pakdil’den, Nurettin Topçu’dan, şairlerden, edebiyatçılardan sufilere açılan yolla tasavvufa yöneldim.
Sufiler savaştan kaçan korkaklar mı?
Sufileri okumaya başlayınca Kur’an’ın ve Resulullah’ın yaşama vuran ışığını görmeye başladım biraz. Aradığım tarz buydu. Hem gerçekten mümindiler, hem de taptazeydi sözleri. Gözleri ve kalpleri bir hedefe kilitlenmişti. Her şeye O’nun nuruyla, O’nunla bakıyorlardı.
Onlara yönelik eleştiriler modernizmden sonra da artarak ve sertleşerek devam ediyordu. Geri kalmamızın, yozlaşmamızın, yenilmemizin sebebi onlardı. Aklın tahtını sarsmışlardı. Acayip karmaşık bir ontoloji ve epistemoloji icat etmişlerdi. Dinde olmayan bidatlerin mucitleri de onlardı. Ama soruyordum kendime: Hangi savaştan kaçmışlardı? Haçlılardan mı korkup kaçmışlardı? Moğollardan mı? Müstemlekecilerden mi? Birinci Harb yapılırken onlar tekkelerine mi saklanmışlardı?
Aşk sarhoşluğu da ne ola...
Hayır. Peki, şeriatın ve fıkhın gereksiz olduğunu mu söylemişlerdi? Hayır. Ve üstelik yaşamları boyunca müthiş bir istiğna ve fakr halinde yaşamışlardı. Zenginleşmenin ancak Allah’la olabileceğini söyleyip durmuşlardı. Namazları, oruçları, kullukları olağanüstüydü. Allah’ın ve yüzü suyu hürmetine yarattığı Habibi’nin sevgisiyle, aşkıyla sarhoştular. Dillerinden bu aşkın şiiri dökülüyor, hareketlerinde bundan neşet eden mûsikî duyuluyordu.
Varlığa, evrene bakışları öyle neşveliydi ki dünyanın denîliğine vurgu yapmalarını zor anlıyordum. Nasıl bir dilemmaydı bu Allahım! Evet, işte tam da buydu. Dünyanın her şeyine hayır diyorlardı. Ama dünyanın aynı zamanda kemale ulaşmak için bir tecelli yeri olduğunu söylüyorlardı.
Nefs, gavs olana bile tehdittir
Bitimsiz bir yürüyüş kulvarındaydık. Hiç bir zaman emredilenlerden kurtulmak gibi bir niyetleri ve çabaları yoktu. Sevgili'nin mektubunda yazılı olanlar nasıl yük olarak, fazlalık olarak algılanabilirdi? En derine, en berrak ve parlak olana ulaşmak istiyorlardı. O deruniliğe ulaştıran her şey güzeldi. Bela olsa bile.
Elbette sütliman bir boyut yoktu. Hiç bir zaman bir bitiş söz konusu değildi. Nefs, gavs olana bile tehdit olmaya devam ediyordu. Nefs katmanlarının uzmanlarıydı onlar ve nefsin bürünebileceği şekillerin sonsuzluğuna inandıkları için daima teyakkuzda olmak gerektiğini ifade ediyorlardı.
Her şeyini bırak, kitaplarını yak; öyle gel!
Büyük sufilerin yaşamlarına baktığımda çoğunun diğer ilim dallarında epey derinleştiklerini görüyordum. Sonra bir şeyler oluyor ve eski rahatlarını, tahtlarını, konumlarını, hocalıklarını, halk gözündeki ululuklarını bırakıp bir mürşidin eteğini yapışıyorlardı. Orada yıllarca büyük zorluklar ve kısıtlamalarla ve sınanmalarla ve riyazetlerle hamlıklarından kurtulmak için yandıklarını okuyordum. Zekalarını, bildiklerini, itibarlarını ve düşünüş biçimlerini dergahın kapısının dışında bırakıp unutuyorlardı. Çünkü saflaşmak için kaptaki her şeyi döküp boş olmak gerekiyordu. Şeyh yepyeni bir tarzda dolduracaktı müridi; kapasitesine göre.
Akıl nedir?
Gönüllülük esasına dayalı bu sistemde, ‘gönlü Usta'ya teslim etmiyorum’ demek ne kadar tutarlı görünüyor? Bu soru önemli. Çünkü aklı cebe koymak veya beyni bir başkasına satmak diyorlar bazıları buna. Oysa kalple ilgileniyor sufiler. Kalbin safiyeti, nefsin ve vehmin istilalarını en aza indirerek benliğin hükümranlığından aklı da kurtarabilir. Büyük sufilerin aydınlanmış bir akla sahip olmadığını kim söyleyebilir? Sufilerin kitaplarını, şiirlerini okuduğumuzda, sözlerini ve/ya mûsikî icralarını dinlediğimizde aklın ihmal edildiğini söylemek doğru mu? Akıl kalbin fonksiyonlarından biridir ve onu fazla şımartmamak gerekir.
Zikrin meyvelerinden yemeyen ölü sayılır
Şunu öğreniyordum ayrıca: Kimseyi küçümseme! Önce kendine yönelt oklarını. Kendini yücelttiğin anda işin biter. Kendinle savaşın bittiği anda küçük savaşların içinde bulursun kendini. Küçük hesapların, aşağılık dünyanın oyunlarının içinde kaybolup gidersin. Oysa ‘Allah’ın mekri’nden büyük oyun mu olur? ‘Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.’ diyen kim? Ve Allah’ı görüyormuşçasına sürdürmüyorsan yaşamını; nasıl O’nun düşmanlarına karşı savaşıp ‘şehit’ olabilirsin?
Uyarıp durmuyor mu Kitap bizleri? Kalplerin itminanı Allah’ı zikretmekledir. Zikrin meyvelerinden yemeyen ölü sayılır. Bazıları evinde yapıyor bunu, bazıları dergâhta. Merkeze Allah’ı yerleştirmeyen yolunu şaşırır. Merkez kalp değil midir dostlarım?
Mustafa Nezihi Pesen değindi
Allah bizi de bu kalp sancısından kurtarsın inşaallah.