Türkiye edebiyat sathında uzun zamandır Stefan Zweig’ın yıldızı parlıyor. Her ay Türkçe kitap satış sitelerinin yayınladığı ‘çok satanlar’ listesinde Zweig’ın ismine rast gelmeyi kanıksadık. 20. yüzyılın en üretken yazarlarından Zweig’ın Türkçeye tercüme edilmiş 31 kitabı var; üstelik bazı kitapları birden fazla defa çevrilmiş. Satranç başlıklı kısa öykü kitabı en meşhuru ve yazarıyla özdeşleşmiş. İşlediği karakterlere dair yaptığı psikolojik tahlillerle nâm salan yazar öykü ve roman dışında deneme, şiir, tiyatro, seyahat ve biyografi türlerinde de maharetli çalışmalara imza atmıştır.
28 Kasım 1881 yılında Viyana’da doğan Zweig’ın hayatı 23 Şubat 1942 sabahı, Rio de Janeiro’da son buldu. Ölüm sebebi: İntihar. Karısıyla birlikte veronal ismindeki ilacı alarak Avrupa’nın içinde bulunduğu krizin ânbeân kanırttığı ruhunu bedeninden azat etmeyi tercih eder. Arkasında pulları özenle yapıştırılmış kısa bir veda mektubu bırakarak. Mektubun özel bir muhatabı vardı: Petrópolis valisi. Daha doğrusu valinin şahsında Brezilya ülkesi: “Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni bastan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ne var ki, hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyaç var. Benim gücüm ise uzun yıllar süren yurtsuzluğum sırasında tükendi. Böylece ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabah kızıllığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Ne olmuştu Avrupa’da? Ne tür bir karanlık geceye gark olmuştu Zweig’ın sevgili Avrupa’sı ki sabahın kızıllığını göremeyecek kadar yorgun düşürmüştü onu? Faşizm ve Nazizm iktidarları, Yahudi Soykırımı, 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, toplumsal ve kültürel değişimin baş döndürücü bir hızda yaşanması vesâir… Tekmili birden Zweig’ı umutsuzluğa sevk etmişti. Neden? Zweig dünyayı nasıl tecrübe etti, nasıl okudu ki dünyanın ağırlığına katlanamaz olmuştu? Niçin tek çare olarak gönüllü ölümü tercih etmişti? Kanaatimce bu soruları Zweig’ın düşünme ve eyleme biçimini kavrayarak cevaplayabiliriz ancak. Başka bir deyişle, hümanizmi kavrayarak.
Zweig için, hümanizmin doruklarında nöbet tutuyordu diyebiliriz. Böylece şahıstan tipe geçebiliriz: Zweig’ın biyografisini ve bize bıraktığı derya deniz külliyatını, 2. Dünya Savaşı’na kadar Avrupa entelektüel dünyasında başat olan bir entelektüel tipolojiyi çıkarmak için istimal edebiliriz. Bu konuda elimizde çok işlevsel bir kaynak var, bir otobiyografi: Dünün Dünyası: Bir Avrupalının Anıları. Zweig tarafından kaleme alınan bu eserin iddiası su: “Yazacaklarım, benim yaşadıklarım olmaktan çok, bütün bir kuşağın yasadıklarıdır.” Zweig’ın bu iddiasına itibar edecek olursak, özelde Zweig’ın genelde Avrupalı hümanist entelektüelin dünyayı tecrübe etme ve okuma biçimine dair önemli verilere ulaşmış sayılırız. Zweig, tipik bir 20. yüzyıl hümanisti idi. Hümanist algı ve düşünüş biçimi onun tüm roman ve öykülerinde, ustalıkla kaleme aldığı biyografilerde kurucu bir unsurdur.
Bütün yalnızlar gibi özgür
Tutkulu hümanist Zweig’ın tüm eserleri insanı tarihin biricik tözü olarak ele alır. İnsan, aklı ve vicdanıyla dünyayı imar etmiş, dünyayı aydınlatmış ve kendini tüm prangalardan kurtarmıştır. Hümanizmin birincil tezi: Tarihi yapan insandır. Zweig, tarihi okurken ve dünyayı anlamlandırırken insandan başka dikkate değer bir analiz birimi görmez: Mekanizmalar yoktur, sınıflar yoktur, ekonomik yapılar yoktur, şeylerin ilişkisel bir dinamiği yoktur ve tabii ki politika yoktur. Varsa, yoksa insan. Dahası, somut ve gerçek insandan hareket etmez Zweig, ideal ve soyut bir insandan yana büker çubuğu. İnsan, yalıtık bir tümlük olarak merkeze alınır. Bu insanın sadece aklı ve vicdanı/bilinci vardır, bedeni ya yok sayılır yahut tiksinti uyandırır. Aklı ve bilinci aşkındır bu insanın, zamanla ve mekânla mukayyet değildir: Tarihsiz ve toplumsudur.
Vurgulamak gerek: Akıl ve vicdan sahibi insan derken, Zweig, burjuva karakterdeki bireyden bahseder. Tüm tarihi ve tüm akışı bu birey üzerinden okur. Eserlerinde hep bu birey vardır. Esasında Zweig, kendi biricik burjuva benliğini tarihe teşmil eder. Kimdir Zweig? Tekstil işletmesinin sahibi olan zengin, başarılı, ince zevkleri gelişmiş, çok lisan bilen kültürlü bir babanın; aristokrat ve banker bir ailenin gösterişli ve kültür düşkünü kızı olan bir annenin, tüm enerjisini kültüre ve sanata hasreden oğlu. Avrupa’nın 20. yüzyılda Yahudilere kestiği cezayı en büyük trajedi olarak tecrübe eden bir yazar. Yahudilerin basına gelenleri de ekonomi politik olgulardan hareketle değil, insanın vicdansızlığının sonucu olarak okur. Bu okumasının sonucu olarak, kendi vicdan kriterlerine uygun bulduğu bireyi kutsallaştırır eserlerinde. Bireyi varkılan toplumsal ve tarihsel koşulları ıskalar, birey kendi kendisini yaratan bir tanrı konumundadır. Zweig, eserlerinde insanlığı bir gökyüzü gibi kurgular, bu gökyüzünde parlak yıldızlardan başka bir şeyi temasa etmez. Parlak anları anlatmaya koyulur: büyük adamları görür, büyük olaylar yaratan büyük insanlar/erkekler. Büyük yazarlar, büyük politikacılar, büyük komutanlar, büyük teknik ve bilim adamları, büyük kâşifler… Özgür, bir basına ve yalıtık insanlar: “Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız.”
Bu özgür ve bir başına insanların biyografilerini onların akıllarına ve ruhlarına referans vererek yazar Zweig. Sadece bu kadar; yiyip içtiklerine veya kullandıkları alet edevata değil, maddi ilişkilerine değil, iktidar ve rekabet ilişkilerine değil, üretim ilişkileri içindeki konumlarına değil, sahip oldukları sermaye biçimlerine değil. Yalnızca akıllarına ve ruhlarına… Derin insanın derunî pişesine bakmak ve derinlikli tahlilini yapmak kalır ona. Hümanist yazarımız bu konuda ustadır: Ufak tanrıların asil ruhlarını derinlemesine işlemek! Üç Büyük Usta’da Balzac, Dickens, Dostoyevski’yi anlatır. Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar’da Hölderlin, Kleist, Nietzsche’yi. Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’da Casanova, Stendhal, Tolstoy’un Ben’lerinin evrenini anlatır. Bu üçlemeyi “Dünyanın Mimarları” olarak isimlendirmiştir Zweig: Mezkûr kişilerin dünyayı kendi benlikleriyle inşa ettiklerini düşündürtmek ister bize. İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar’da Fatih Sultan Mehmed, Händel, Dostoyevski, Tolstoy, Lenin, Yüzbaşı Rouget, Napolyon ve Goethe gibi birbirinden çok farklı kişileri aynı potada benzeştirir: “yaratıcı benlik”. Onların “yaratıcı benlik”lerini ayrıcalıklı bir üslupla dile getirir. Tarih onun için bu parlak anlardan ibarettir, söyle der: “Çağları asan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akısı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar.”
Yarının Tarihi’nde Erasmus, Arthur Rimbaud, Paul Verlaine, Marcel Proust gibi ünlü kişilerin hayatlarını anlatır. Ayrıca, Marie Antoinette, Magellan, Amerigo, Freud üzerine müstakil eserler kaleme alır. Bu ekâbir sınıfın mensupları kerameti kendinden menkul bireyler olarak isler. Onları büyük yapan şartları “insan”ın dışında aramaz Zweig, onların aklında ve ruhunda arar. Tarihin dinamosu: Akıllı, yüce ruhlu ve soyut insan… Biyografisini kaleme aldıkları arasında hoşlanmadığı hatta karaktersiz bulduğu kişiler de vardır: Joseph Fouché. Kötü, sahtekâr, acımasız, karanlık bir tipi, “ahlakdışı bir doğanın yaşamöyküsünü” anlatır. Fouché’yi niçin yazdığına dair şöyle beyanat verir: “Yaşadığımız dünyanın bu en tehlikeli ve henüz araştırılmammış bir ırkı olan diplomatların çok gerekli biyolojisine katkıda bulunmak için Joseph Fouché’nin hikâyesini yazmaya karar verdim.” Bir anatomi uzmanı gibi yaklaşır Fouché’ye. Gerçek Fouché’yi anlatmak değil derdi, Hitler’in diplomatlarını mahkûm etmektir. Amacı çağının yaşayan insanlarına “iyilik” vaaz etmektir, geçmişteki kişilerin tamamını bugüne bir uyarı ve bir örnek teşkil etmesi hasebiyle ele alır. Tarihi “insan” ideası üzerinden okuduğu için tarihi hareketsizleştirir, atıl kılar, dün-bugün-yarın bir ve aynı şeydir. Akış, sabittir. Tarih, Zweig’a göre, insan doğasıdır. Öykülerinde ve novellalarında kurguladığı insan ise egemen güçlerin güdümüne girmiş bir tiptir. Bu güçlerin boyunduruğunu ancak tüm varlığını belirleyen bir tutku sayesinde kırabilir. Sıradan olaylar arasında gerilimli bir dönüm noktası, duyulmadık bir olay vuku bulur ve dramatik ân başlar. Bu ânı anlatırken yoğun psikolojik tahliller kullanır. Fakat sorun şu ki, yirminci yüzyılda, bu insana ulaşılamıyordu!
Suskunluğun siyah okyanusu
Yirminci yüzyılın insanı, aklını ve vicdanını yitirmişti Zweig’a göre. Somut ve gerçek insan karşısında dururken, o, tarihe bakıp teselli buluyordu, büyük insanlar tarihte kalmıştı. Somut ve gerçek insan midesini kaldırıyordu. Günlükler’ine şöyle bir itiraf yazıyordu: “İstemeden saldırganlaşıyorum. İnsanların arasına karışmamalıyım, yalancılıklar beni çileden çıkartıyor.” Tüm insanların kendisine karşı garezi olduğunu düşünür: “Yeryüzünde beni sorgulamayan, bana işkence yapmayan insan var mıydı gerçekten?”
Erasmus ve Montaigne gibi 16. yüzyıl hümanistlerini büyük bir hayranlık, gıpta ve ibretlik vesikası eşliğinde isleyen Zweig’ın hümanizmi niçin bu kadar karamsarlık ve kasvete bulandı? 16. yüzyıl ve müteakip yıllarda ‘tarihi yapan insandır’ tezinin, başka bir ifadeyle, insanı tarihin merkezine almanın bir anlamı vardı: Feodaliteye karşı savaşın cephaneliği. Bu cephanelik özelliğinden ötürü insan merkezli anlayış, “sırlı” bir mahiyete büründü. Bu “sır” devrimci bir atılım sağlıyordu: feodal ideolojinin dinsel tezi olan ‘tarihi yapan Tanrıdır’ tezine karsı savaşta burjuvaziye bir avantaj veriyordu. Ama 20. yüzyılda bu tezin devrimci bir “sırrı” kalmadı. Burjuvazi muzaffer olmuş, ihtiyaç duyduğu cephanelik için artık hümanist entelektüele gereksinimi yoktu. 16. yüzyılın hümanistinin sahip olduğu maddi ve nesnel zemin, politik ve ekonomik gerçeklik, 20. yüzyılın hümanistinin ayaklarının altından kaymıştı. Geriye kala kala saf bir idealizm ve hüzün kalmıştı. Zweig, elde kalan bu idealizmi ve hüznünü ‘yüce insanlık değerleri’ olarak sunan karamsar bir vaiz minderine oturdu. Hangi somut şartlara niçin icbar edildiği üzerine düşünmüyordu; zira somut ve gerçek olanı yok sayarak ‘insan’ kalıyordu. Santraç’da söyle not düşmüştü: Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yasıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Hümanist artık nihilist olmuştu. Elinde sadece hiçlik vardı: “Bize hiçbir şey yapmadılar. Sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır baskı uygulayamaz.”
…Ve intihar!
Tarihi parlak anların toplamı ve akıl ile akılsızlığın kavgaya tutuştuğu atıl bir şey olarak idrak ettiği için, Zweig, Hitler’in liderliğinde düzenin değişmeyeceğini zannediyordu. Bu düzene ve düzenin isleyişine baktığında yalnızca Hitler figürünü görüyordu: tüm kötülüklerin tecessüm ettiği kişi. O kişiyi üreten, yeniden üreten maddi ve nesnel koşulları görüş alanına dâhil edemez Zweig. Hitlerin cürümlerini ampirik düzlemde ele alır, bu cürümleri doğuran yapılara ve mekanizmalara yönelik bir kavrayış geliştiremez. Duyum düzeyinde mıhlanıp kalır, kavram düzeyine sıçrayamaz. Duyumun sularına yelken açan Zweig, duyumsadığı olgu ve olayları kişiselleştirir: Hümanize eder. “Kişi”yi sorumlu tutar; kişiyi tutanları da “kişi tapıcısı” olarak itham eder. “Kişi”den başka bir şeyi analiz birimi olarak kabul etmediği için ya aklın ve vicdanın aydınlattığı dünyanın etik varoluşunu sırtlandırır kişiye yahut gaddar, vicdansız, ve vahşet üreten kötücül politik varoluşu yükler. Ya mutlak iyi ve liberal akıl vardır ona göre ya da mutlak kötü ve akılsızlık. Ve otel odasında gelip çatan son: Sahip olduğu kavrayışın kaçınılmaz sonucu olan muazzam keder ve umutsuzluk ona intiharı dayattı.
Sabri Akgönül, “Stefan Zweig’ın Hitlerle imtihanı” MAKAS dergisi, Şubat-Mart 2019, sayı 6.