“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Balıla yağ ede bir söz”
Yunus Emre
Konuşmamızın ve yazmamızın aracı olan kelimeler yeryüzünde sadece insana bahşedilmiş olan büyük bir nimettir. “Ve (Allah) Adem’e isimlerin hepsini öğretti.”[1]
Kelimeleri, asıl sahibinin yani onları bize verenin bizden istediği şekilde kullanmaya gayret etmek bu nimete şükrün en güzel yollarından. Rabbimiz, boş sözlerden kaçınmamızı, sözü güzelce ve dosdoğru söylememizi ister. Biz ancak bu isteklere uyarsak sözü israf etmemiş, aşırıya kaçmamış oluruz.
Cümlelerimiz kim olduğumuzu gösterir. Mevlânâ’nın deyimiyle “Kalp denizdir, dil kıyı. Denizde ne varsa kıyıya o vurur.” Kalbimizdekileri ve zihnimizdekileri konuşurken yansıttığımız gibi yazarken de kâğıda aksettiririz. Ne söylediğimiz ne yazdığımız mühimdir. Ondan daha mühimi ise nasıl söylediğimiz, nasıl yazdığımızdır. Peş peşe gelen kelimeler muhatabımıza meramımızı anlatabilecek mi? Yoksa sadece kafasını mı karıştıracak? Cümlelerimiz ne anlatmak istiyorsak yalnızca onu mu söyleyecek yoksa zihnimizde karmakarışık dolaşan fikirler bir torbadan dökülürmüşçesine etrafa mı saçılacak? İşte burada zihnimizde dönüp dolanan cümleleri akıl süzgecinden geçirip özenle seçmek ve öyle dışarı çıkarmak gerekiyor. Yoksa sözcükler çoğalırken anlam azalıyor.
Edebî eserlere baktığımızda yine makbul olan; düz yazı da olsun şiir de olsun kafa karışıklığına mahal vermeden az ve öz söz söyleyebilmektir. Bu iki özellik o metni açık ve anlaşılır kılar. Hem dünya edebiyatında hem bizim edebiyatımızda az sözcükle anlam dolu metinler, şiirler yazabilmek bütün yazarların nihai amacı olsa gerek. Öyle ki yazarlık atölyelerinde hep söylenen bir şey vardır: Yazın ve sonra acımadan silin. Bazen gereksiz gelen sözcükleri bazen anlam bütünlüğünü bozan bir paragrafı bazen de tüm yazdıklarınızı.
Az sözle hakikate kapı aralayan şairimiz: Yunus Emre
Az ve öz söylemek deyince bizim edebiyatımızda akla; büyük tasavvuf eri, halk şairimiz, en sevilen ilahilerin sahibi Yunus Emre gelir. Bu büyük şair nasıl ki yıllarca Taptuk Emre’nin dergâhına eğrisiz büğrüsüz dümdüz odunlar seçip getirmişse şiirlerinde de aynı hassasiyetle kelimeleri fazlasından ayıklamış, hakikatli mısraları art arda dizmiştir. O, halkın içinden biridir. Sinelerde olup söylenemeyenleri dile getirendir. Hem de öyle bir dile getirmiştir ki onun dizeleri yüzyıllarca dilden dile dolaşmış, günümüze kadar gelmiştir, hâlâ da gönülleri coşturmaya devam etmektedir. Bu büyük şairin yıllarca Taptuk Emre’nin dergâhına hizmet ettikten sonra gönlündeki perdenin kalktığı böylece ağzından kıymetli inciler gibi sözcükler döküldüğü söylenir. Bir rivayete göre ise Yunus üç bin şiir söylemişse de ölümünden sonra Molla Kasım adlı bir zahit bu şiirlerden şeriata aykırı bulduklarını yırtıp göle atmış. Sonra gözü bir şiirdeki:
“Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelir.”
beytini görünce Yunus’un kerametini anlayıp tövbe etmiş. Suya atılan şiirleri ise duyan melekler ve denizdeki balıklar ezberlemiş. Her seher vakti okurlarmış.[2]
Yunus Emre şiirleri ve sehl-i mümteni sanatı
Yunus Emre’nin şiirlerindeki dile baktığımızda yalın bir Türkçe ve halk söyleyişlerine rastlarız. 13. yüzyılda yaşamış olan şair, Anadolu Türkçesinin gelişmesine de büyük katkı sağlamıştır. Şiirlerinde İslâmiyet’in etkisiyle yer yer Arapça ve Farsça sözcükler yer almıştır. Ancak yine de hemen hemen hepsi halk tarafından anlaşılacak kadar sade bir dille, arı bir Türkçeyle yazılmıştır. Evet, Yunus’un şiir dili anlaşılırdır. Peki ya anlatmaya çalıştığı hikmetler… Peki ya o kısa mısralardaki derin mana huzmeleri… Onları çözmek için iyi bir tasavvuf bilgisine sahip olmak, derin düşünmek, Allah aşkı nedir bilmek gerekir. Belki Yunus’un bir cümlesini açıklamak için bir kitap yazmak lazım gelir.
Edebiyatımızda az kelimeyle derin anlamlı, basit görünmesine rağmen söylenmesi güç olan söz söyleyebilme sanatına “Sehl-i mümteni” adı verilir. Sehl-i mümteniyi “Kısa, sade, tabii bir ifadeyle yoğun ve özlü anlatım” şeklinde de tanımlamak mümkündür.[3] Yunus Emre bu sanatın önde gelen isimlerinden biridir. O, Allah aşkını ve kavradığı hakikatleri sade ve basit bir anlatımla şiirlerinde yansıtabilmiştir. Böyle yerli yerinde etkileyici ve kısa mısralar söyleyebilmek de elbette Allah’tan ona verilmiş güzel bir nasiptir. Ancak şiirlerinden anlaşılır ki Yunus iyi bir tahsil görmüş, sağlam bir tasavvuf eğitiminden geçmiştir.
Onun şiirini biraz daha yakından tanımak için çokça anılan ve sehl-i mümteni sanatının güzel bir örneği olan “Bir ben vardır bende benden içeri” mısrasını ele alalım. Hepimiz kendimize has bir surette ve karakterde nev-i şahsımıza münhasır olarak bu dünyaya gönderildik. Ahsen-i takvim üzere yaratıldık. Geçmişten günümüze kadar milyonlarca insan var oldu, kıyamete kadar da var olacak. Bu kalabalığın içinde belki bir zerreyiz ama iç dünyamızla da her birimiz kocaman bir âlemiz. Kendimize dair bir yolculuğa çıktıkça ve kendimizi tanıdıkça hayretimiz artacaktır. Çünkü her birimizin içine bizim bildiğimiz “Ben”in ötesinde insan-ı kâmil olabilecek bir “Ben” saklanmıştır. Bu öyle bir “Ben”dir ki ancak Allah sevgisiyle tutuşup onun nuruyla buluşarak açığa çıkabilir.
Yaşadığımız sürece hepimiz de bu “Ben”e ulaşabilecek bir potansiyel vardır. Elbette bu çok zordur ve çok az insana nasip olur. Bize düşen ise çabalamaktır. Bir merdiven misali basamak basamak yükselmektir. Bu yolculukta rehberimiz Kur’an ve sünnet olacaktır. Yunus Emre de bu yoldan giden bir şair olarak derin manaları olan bu mısrasını ve nicelerini söylemiştir. Sözü yormamış, aklı bulandırmamış, kendi gönlünden başka gönüllere köprüler kurabilmiştir.
Çok dinleyip az ama öz söyleyenlerden olmak ümidiyle…
Zeynep Odabaş