Sonsuz münzevi, ebedi sürgün bir sahabi

Ne vakit Rebeze ismini sayıklarsam bir çöl susuzluğunda, katran karası yollarda, Ebuzer düşer dilimin ucuna...

Sonsuz münzevi, ebedi sürgün bir sahabi

Ne vakit Rebeze ismini sayıklarsam bir çöl susuzluğunda, katran karası yollarda, Ebuzer düşer dilimin ucuna. Bir atlı geçer öksürüğümde. Anlarım ki vaat olunandır bu. Dağın eteğinde, yolun bitiminde yuvasından fırlamış bir çift göz bebekle bakakalırım.

Sen Ebuzer’sin, yalnız yaşayan, yalnız ölen ve yalnız haşir olunacak olan.

Sen İslam miğferiyle şirke, zulme ve küfre meydan okuyan apak iman sahibisin.

Senden geldi Rebeze yolu ve sende bitecektir bu çöl susuzluğu.

Bir katre suyun gölgesinde pişer umutlar, biter hayatlar. Hele bu Ebuzer’se, bir başka dönecektir dünya, bir başka ölecektir insan, kalkacaktır zaman. Ölüme yatmış bir Ebuzer, pek mütevekkil, pek muteber, pek mütebessim. Benim gençlik düşüm işte. Şam yolunda yitirdiğim, ağzı var dili yok Selahattin, at sırtında, hep aynı yolda. Gitti gider Ebuzer, bir başka canın yongasında. Vakit tamamdır, tetik düşmüştür Rahman.

Bu, sonsuz münzevi, ebedi sürgün Ebuzer’in tarifsiz yersiz yurtsuzluğun, menentsiz doğru sözlülüğünün pusatsız hatırasıdır. Bu, benim Ebuzer’imdir. Gençlik düşüm, kâh İstanbul kaldırımlarında, kah Mekke yolunda, kah Rebeze çöllerinde. Yıllar var ki beklerim. Uçtu uçar evlad-ı iyal. Ötelerden pek latif ve muhlis bir mukadderat süzülüp gelir, konar Ebuzer’in kirpiklerinin ucuna. Peygamber dualarıyla uğurlanır, geride kalanlar, emanetler.

Evimde yoksulluğum, dışarıda müsrif ve haram saraylar, kehkeşanlar. Bastonumun ucunda döner dünya, hep peygamber duasının yüzsuyu hürmetine.

Ebu Zer’in hikayesiEbu Zer

Bu, Gifar kabilesinin yüz akı Cündeb bin Cünade’nin hikâyesidir. Merhametli gönüllerin duası, zamanın bir başka yakasında, gözlerden ırakta, kelamdan beri…

Rebeze’ye düşerse, her daim zikir eden bir dilin gölgesi, hak yerini bulacak demektir ölüm yatağında, Ebuzer’in şahsında. Çocuk Cabir, kırılan oyuncağının başından kalkacak gözyaşlarıyla, yollara düşecek, hep bir vefa duygusuyla. Rebeze’de ölüm yatağındaki sonsuz münzevi, ebedi sürgünle karşılaşacak, bir katre suyun susuzluğunda. Düşünü kurduğu annesinin gözyaşlarını akıtacak Ebuzer’in ağarmış sakallarının üstüne.

Güzel peygamberini özlerse Ebuzer, yayında ittihaza tutulacaktır Azrail. Emir yüceler yücesinden. Bir kutlu kavuşma anının etrafında ete kemiğe bürünür çöl, kâğıt gibi burulur kevir, gözlerde büyür iki damla gül.

Yalnız ölür yalnız haşrolur

Ebuzer, bir katre ihlâsla selam gönderirse Efendiler Efendisine, yer devrilir kubbesinde, gök yarılır ayasında. Develer tellal olur, bir garip hazan içinde. Söz devran olur, kan revan içinde. Ölür Ebuzer, güzel peygamberin gözleri önünde. Gözyaşları rahmet olur Rebeze çölünde.

Hasret kancasında döner Ebuzer’in dili. “Bitti mi yeryüzü sürgünlüğü! Bize ne yaptılar Efendim. Hepsini gördün, söylemedin rahmetinden, çok sevdiğinden.”

İşte bir soygunum fakir fukaranın kapısında. Kendimden geçerim hak yolunda. Bilirim keskindir adalet kılıcı. Beklemem zulmetin aynasında. Yürürüm. Nerede yoksul ve yoksun bir kapı varsa, kendimi orada bulurum.

Kıtlık kuraklık içinde ellerini göğe kaldırırsa Ebuzer, yeri göğü birbirine katıp iştirak eder Rahman.

İmanı patlarsa putların alacakaranlığında Ebuzer’in, çözülür saçları o mübarek rüyanın. Kalmaz taş taş üstünde, başlar gövde üzerinde. Hakikat aşığı Ebuzer’in imanı katar yeri göğü birbirine. Seyyah bir hasret geçer gözlerin önünden. Bir Kalküta, bir dem Endülüs, bir dem Yesrib. Dönüşür Cündeb, konuşur Ebuzer.

Tutuklu dillerin kırılan göbek bağıdır Ebuzer’in gür sesi, ötelerden çağıldayıp duran, bir meskûn Hanif, söylenceler fevkinde bir mutasarrıf.

Ben çöl yalnızlığı, Ebuzer!

Geçip gider kervanlar, ben kala kalırım gerilerde bir yerlerde kendimle. Rabbimi arar dururum kâh uzaklarda kâh içimde. Mesafeleri yutar yalnızlığım. Böyle doğmuşum, böyle ölürüm, bir başıma hakikate yürürüm, çelik bilek, sahih iman tahtası, dünyaya sırtını dönük muvahhit.

Konuşan benim yalnızlığımdır her dem, göğsümün sol kafesinde. Kendimden geçtiğim için kök salmıştır yalnız kalbime. Ne taş taştır gayrı ne de toprak toprak. Görünmüştür hakikatin gerçek yüzü. Vurmuştur başını secdeye Ebuzer. Düşmüştür yollara gençlik düşlerim. İstanbul semalarında bir garip bozgun... Kelepçeler kollarımı bir uzak Konstantin eşkıyası. Üşür belleğim, eski tanıkların kursağında. Düşümü kurar secdesinde Ebuzer. Haber var uzaklardan, müjdeler dolusu, Resul yolu. İlk durak Mekke ile son durak Rebeze arasında. Gençliğim eyvah! Muhammed’ten muhabbet hâsıl olur. Ebuzer’in kalbinden Mekke’ye bir görünmez garip yol vurulur. “Hû” deyip uçar gönül kuşu, göğüs kafesinden. Bir başına yalnız, münzevi, özgür ve cesur...

Kurulan ihanet çemberleri

Yollara düşerim, sokak sokak ararım güzel Peygamberimi. Bilirim, kurulmuştur ihanet şebekeleri, kokuşmuştur şirk kokan nefesler. Bu şehir yalnızlığıma kök salmıştır. Bu şehir, Muhammedî muhabbetin yurdu, adam eder bütün benliğimi, çizer istikametimi. Bilirim, Mekke’ye çıkar bütün yollar, bilmese de gafiller. Külleri içinde kalakalır Romalı gladyatörler.

Hira’dan geçer yolum, içinde düşe kalka, gecenin karanlığında yankısında ömrüm, ölürüm. Ebuzer’in gözlerinde, annesinin düşünü kurar çocuk Cabir. Yorulur zaman, Mekke-Şam yolunda, vurulur bir anlık sükûnette. Ağlar Ebuzer. Bir çocuğun düşünde üşür, gençlik düşlerine nasıl veda ederse Rebeze, aynen öyle, sessiz sedasız, sorgusuz sualsiz.

Ararım onu günlerin kancasında, beklerim yılların bağrında. Sokak sokak sorup soruştururum, kendimi Erkam’ın evinde bulurum. Ben, derim, garip Cündeb, Gıfar kabilesinden. Kalbim çırpınıp duran bir kuş. Sözlerinle teselli eder misin güzel peygamberim? Buluştur, hak ile yalnızlığımı. Haykırsın gayrı münzevi muvahhit, Mekke, Medine, dünyanın her yerinde.

Ayrılık ayrılıkla gelir, muhabbet telvesinde, Muhammedî sözlerle. Ayrılık ayrılıkla kutsanır, bir sürgünün kor olup yanan gönlünde. Ayrılık ayrılıkla bilenir, Rebeze çölünde. Yağmurla gelir Rahman. Bir katre su olup düşer Ebuzer’in dudaklarına, hep Rebeze çölünde, hep bir başına, rayiha.

Ondan bana kalan miras

Zulmün karanlığına sıkılan bir yumruk değilsem ihanet etmişimdir Ebuzer’e.

Hicret yolunda geri kalmışsam durmamışım sözümde.

Sabrın acı meyvesinden yememişsem geçmemişim Cündeb’ten.

Uhud’da kırılan dişin acısını içten içe çekmemişsem, kıyısından köşesinden geçmemişim Ebuzer’in.

Kana kana şahadet şerbetini içmemişsem ashabı kiramla, geride kalmışım demektir.

Cihat sancağını tutmuyorsa ellerim, dövüşte kırılan kılıçtır bileğim.

Belki bir yalnızlığım yeryüzünde, bir sürgün her devirde, bin ölüm Rebeze’de.

Bir kalbim var, onu da gönül hoşnutluğuyla Resulullah’ın yolunda feda ediyorum, âlemlerin Rabbi Allah’a armağan ediyorum.

Gelir Ebuzer, bir daha dönmemek üzere yurduna. Kardeşlik halkasında döner kalbi. Bilenir güzel Peygamberinin muhabbetiyle, hasretiyle, kokusuyla.

An gelir yalnızlığını da kurban eder Ebuzer kurbiyet halkasında, hiç tereddüt etmeden, bir solukta, keskin bir nazarla.

Her salât ve selamla yeniden, yeniden ölürüm.

Ben Ebuzer, yalnız, garip yolcu, sonsuz münzevi, ebedi sürgün.

Ben Ebuzer, fakir fukara babası. İçten içe vurulurum, bakar ölürüm.

Ben Ebuzer, sadakat ve ihlâs yongası, dosdoğru sözün mutasarrıfı.

Düşerse yolum Şam vilayetinde, yeşil bir saraya, kisranın kisvelerine bürünmüş Süfyan’ın oğluyla karşılaşırsam Endülüs gecelerinde, nebevi bir hatıranın içinde belirecektir Son Nebi. Asumana ram olacaktır mümin kalpler, hep mutmain, hep mütebessim, hep mütevekkil, hep mahzun melül.

Faik Öcal yazdı

YORUM EKLE