Şair Sabri ve şiir çantası

Ömer Erdem bu hafta bizlere, yazdığı şiirleri bir pazar çantasına doldurup bastırmak için İstanbul’un yolunu tutan; biraz tuhaf biraz gizemli bir şairin hüzünlü hikâyesini anlatıyor.

Şair Sabri ve şiir çantası

Birisi bana şair Sabri’nin hikâyesini anlatsa inanmazdım. Anlatıcının uydurduğunu, rüya gördüğünü, sırf kötülük olsun diye ve insanı küçümsemek uğruna bunu yaptığını düşünürdüm. “Hayır, hayır!”, derdim, tekrar hayır. Yanılıyorsun, böyle şeyler olmuş olsa bile, zamanın etkisiyle şahıs ve olayları zihnin kendine göre biçimlendiriyor. Yıllar geçtikçe olmamış şeyleri olmuş gibi düşünüyor, vehim ve halüsinasyonlarını bize yutturmaya çalışıyorsun. Yaş artıkça iki şey de artarmış, geçmişe ve özellikle çocukluğa dönmek ve kötümser olmak. Kötü düşünmek, her şey kötü olsun istemek. Ben uydurmuyorum güncel düşünürler öyle yazıyorlar. Yaşlanmanın psikolojisini çözmek için tez üzerine tez yazıyorlar. Allahtan ben yaşlı değilim de kendimi bu tür ithamlardan kurtarıyorum. Orta yaş sınırının altmışın üstüne çıktığı bir çağda benim yaşım daha ne ki…

Şair Sabri, o gün çalıştığımız ve dergi çıkardığımız yayınevinin o küçücük bürosuna o öğle vakti üstelik biz daha yemeğimizin ilk lokmalarını henüz ağzımıza götürmüşken adım atmasaydı ebediyen ondan habersiz yaşayacaktık. Oysa bilenler varmış onu bizim tanıdıklarımız içinde. İlkin kapı tereddütle vuruldu sonra da teklifsiz bir baş uzandı. İçeriye dalanın bir insan değil de artık sararıp yıpranmış hatta buruşmuş bir kâğıt parçası olduğu izlenimine kapılmamanız imkânsızdı. Tiz ve buğulu sesiyle, elinde tuttuğu Pazar çantasını göstererek “Bunları bastırmak istiyorum, beni Beyaz Saray’dan gönderdiler” dedi.

İnsanın içinden “Allah Allah ne zamandan beri Beyaz Saray bize adam göndermeye başladı” diye geçmesi beklenirdi ama kimsenin aklına böyle bir şey geçmedi. Birlikte çalıştığımız, daha doğrusu yanında bulunduğumuz, gölgesine, hayatına, eylemi ve fikirlerine tutunduğumuz şahsın bu türden umulmadık misafirleri oluyordu. Bir vesileyle umulmadık adamların umulmadık hal ve şartta buraya geldiklerini görüyorduk. Hayatın bir de bizden önceki dönemi vardı ve biz onun ayrıntılarından habersizdik. Sabri’nin gelişi bize değildi sonuçta. O gelinceye kadar bu geleni adeta Hızır bilip ağırlamak görevimizdi. Zaten o da, O’nu sordu. O’nu arıyorum, bana, O’na git, şiirden bu âlemde en iyi o anlar, basarsa o basar dediler.

Altın varmışçasına tutulan torba

Biz ilkin bu sözleri de önemsemedik. Üç kişiydik o daracık büroda ve neredeyse aynı anda “Aç mısınız?” dedik. Adam, Sabri, sanki bunun için buraya gelmişçesine, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle hemen yanaştı, ekmekten bir dilip kopardı ve kaşığı çoktan tabağa daldırdı… Ben doymuştum, içimden daha yemek gelmedi. Bu iştah ve pervasızlık çoktan ilgimi çekmişti. Yalnız Sabri, içinde altın varmışçasına torbaya tutunuyor, onu bırakmak istemiyordu. Yemek bitti, çay içildi. Sabri çayı da kıtlama şekerle içti. Güneşte yanmış mısır püskülü saçları, zayıf ve kavruk bedeni, yüzüyle yarışan gırtlağındaki insan elması ona tuhaf bir görünüm kazandırıyordu. Dur bakalım, torbadan asıl ne çıkacaktı.

Bir süre sonra yanında bulunduğumuz büyüğümüz geldi. O içeri girer girmez hepimiz ayağa kalktık. Dar alan tam olarak ayağa kalkmamıza da izin vermiyordu. Sabri de gözlüklerinin arasından korku ve endişe ile gelene saygı ve merakla bakıyordu. Önce O, büyüğümüz oturdu biz de arkasından oturduk. Benim oturduğum koltuğun sağ arka ayağı kırıktı. Her oturuşta önce bir sendeleme oluyordu. Yine öyle oldu. Büyüğümüzün yemeği de üstü kapatılmış halde bekliyordu. Herkes yedi mi diye sordu. Sonra da yemeğine başladı. O arada, minik sorular başladı. Kimdi bu gelen, Beyaz Saray’ın yönlendirdiği şiirlerini bastırmak isteyen Sabri? Büyüğümüz birdenbire değil de sanki gizli bir stratejiyle soruyordu. Kısa zamanda kişi de yani Sabri de geçmiş de aydınlandı. O’nunla, yani büyüğümüzle geçmişte tanışmışlardı. Sabri eski bir eczacılık fakültesi öğrencisi idi. Okulu bitir(e)memişti. Gerçi çok uzun yıllar önceydi her şey. Büyüğümüzün yanına gidip gelmiş ve yine yüzlercesinde olduğu gibi bağlar kopmuştu. Şimdi Sabri, yıllarca yazdığı, bir Pazar çantası şiiri büyüğümüze sunmak istiyor, mümkünse yayınlanmasını bekliyordu.

“Biz şiir kitabı basmıyoruz, daha doğrusu biz kimsenin kitabını basmıyoruz. Sen buraya niçin geldin, nasıl geldin, kalacak yerin var mı? Paran var mı?” Bunları söyledi O. Ve ekledi, “Şiirden önce bir iş bulup çalışman lazım. Sana iş bulmalı…” Bu sözün arkasından ben Sabri’ye baktım. Bu bir yaprağın rüzgârının bile sarsacağı adam nerede ve nasıl çalışabilirdi. Zaten eriyip gitmişti. Bunun üzerine “Aslında dedi, ben geleli biraz oldu, bir kot taşlama fabrikasında biraz çalıştım, sonra da bıraktım…” “Dur bakalım dedi, büyüğümüz, dur, sen önce bir İş ve İşçi Bulma Kurumu’na müracaat et. Biz de araştıralım.” Sonra da sağa sola telefon edildi. Böyle bir adam vardı. Ona uygun bir iş bulunabilir miydi? Bir avukat bürosunda çalışabilir miydi? Ben hayretle olup biteni ve bu hareketliliğin ‘hikmetini’ bulmaya çalışıyordum.

“Para gittikçe gelir”

“Sen” dedi, büyüğümüz, “Buraya gidip gel, haber içinde olalım. Bakalım ne olacak.” Arkasından çıkardı bir miktar para verdi. Büyüğümüzün ne kadar para sıkıntısı çekse de paraya zerre kadar değer vermediğini biliyorduk. Bir vesileyle para geldiğinde para gönderilecekler listesi hazırlanıyor, beş dakika içinde yine elde var sıfıra dönüyorduk. “Para gittikçe gelir” diyordu büyüğümüz. Ve şair adayı Sabri her gün gelmeye, beklemeye, bizim yemeklerden yemeye başladı. Konuşmuyor. Öyle elinde çanta bekliyordu. Büyüğümüz gelince ayağa kalkıyor. Yine oturuyordu. Büyüğümüz yayınevindeki kitaplardan bir seçme yapılmasını ve Sabri’nin Beyazıt Çınaraltı’nda o kitapları iş çıkıncaya kadar satmasını buyurdu. Paketler yapıldı. Sabri bir elinde şiir dolu Pazar çantası, diğer elinde kitaplar Beyazıt’ın yolunu tuttu. Akşam geliyor, rapor veriyordu. Satış sıfırdı. Aranan işten hiç haber gelmiyordu. Sabri, çantasını açıyor, o çok uzun dizeli şiirlerine bakıyordu. Ertesi gün yine Çınaraltı’na yollanıyordu.

Bu günlerin içinde, yolum Beyazıt’a düşmüştü. Hah dedim, Sabri’ye de selam vereyim. Çakmak, gözlük, kalem, kitap, ayakkabı, türlü kokular, hayal dahil aklına ne gelirse her şeyin satıldığı mekanda, önce Sabri’yi göremedim. Sonra dikkatli bakınca, Sabri’nin şevkle bir tomar kâğıdın üzerine eğilip vecd halinde bir şeyler yazdığını gördüm. Dünyadan çıkmıştı. Sanırsın kulakları duymayan Beethoven yeni bir şaheser besteliyordu. Yanına yaklaştım. Kulağına kadar eğildim, “Sabri Bey” dedim. Birden irkildi. Kafasını kaldırdı. Ne yapıyorsunuz… Şiir yazıyorum, şiir. Gülümsedim. Şimdi kitap sat istersen, şiiri akşam yazarsın. Allah Allah bana ne oluyordu ki, belki adama ilham gelmişti. O an oracıkta yazması gerekiyordu.

*

Sabri her anlamda yüktü

Büroya döndüğümde, biraz korkuyla ama mutlak kararlılıkla büyüğümüze “Bu adam sizi üzecek, kitap mitap umurunda değil, orada kitap satılmaz, tek derdi şiir yazmak ve size bastırmak, bir yolunu bulup ondan kurtulmalı” dedim. Büyüğümüz bu sözümü biraz itaatsizce buldu. Ben ne dersem odur demek ister gibiydi. Ama iş müracaatlarından haber çıkmıyordu. Sabri harçlığını alıyor. Hiç kitap satamıyordu. Neredeyse üç ay geçmişti. Hanın çaycısı dahil herkes Sabri’yi tanımıştı. Sabri yine pizzalarımıza, yemeklerimize ortak oluyor, arada bir hayatının ayrıntılarını ağzından kaçırıyordu. Doğu illerimizden birisinden gelmişti. Oranın bir ilçesinin bir köyünde yaşıyordu. Bir kızı vardı. Eşinden ayrıydı. Ailesinin durumu yerindeydi. Sayıları yüzleri bulan büyükbaş hayvanları vardı. Ama Sabri, şiir yazmak ve sanatçı olmak istiyordu. Gerçi İstanbul’a ilçe kaymakamının cebine koyduğu, Fak Fun Fon bütçesinin parasıyla gelmişti. Olsundu. Olanlar oluyor, olacak olanlar da olmaya başlamıştı. Sabri her anlamda yüktü. Bir sabır dağı olan büyüğümüz de içten içe üzülmeye başlamıştı. Bir gün “Sanki sana iş buluruz demekle bir umut da vermiş olduk, ama anlaşılan iş çıkmayacak, sen şu parayı al otobüse bin ve memleketine geri dön, iş çıkarsa biz sana haber veririz” dedi. Sabri buna pek yanaşmak istemedi. Parayı aldı. Büyüğümüzü bu kez Han’ın girişinde beklemeye başladı. Yukarı çıkamıyordu. Büyüğümüz onu görmeden geçip gidiyordu. Bir ay da böyle geçti ve sonunda bizim şair sırroldu.

Gün geçer huy geçmez demişler. Gün değil günler, haftalar, aylar geçti. Sabri, o hızlı akışın içinde eridi, söndü. Ara sıra, neydi o, hala anlamadık sırrını dediğimiz olayların arasında sayıldı. Fakat, kaderin de bir saati var o saat bir telefon zilinde zırlar. İki telefondan birisi, bej renkli değil de kırmızılı olan ısrarla çaldı. İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan arıyorlardı. Bu telefonu referans veren Sabri’ye uluslararası sularda gemi ticareti yapan bir şirkette iş çıkmıştı. Gemide çalışacak. Aylarca denizde olacaktı. Ücret şu kadardı ve kabul etmesi için 15 günlük süresi vardı. Şu şu evraklarla kuruma gelmesi gerekiyordu. Telefon çaldığında büyüğümüz yoktu, henüz gelmemişti. Gelince durumu aktardım. “Şimdi bu bize görev, o adamı bulalım, haberi verelim, gelirse gelir, gelmezse biz vazifemizi yapmış sayılırız, dedi…” Ben yine dilerseniz bulaşmayalım diyecektim, şimdiiii de, tamam, ama telefon ve adres… Hiç birisi yok. Sadece, il, ilçe, köy ismi yar. Cep telefonu yok. İnternet yok. “Ne yap yap adama ulaş dedi, büyüğümüz…” Dünyada ve insanda çare, bizde çözüm ve ‘buluş’ yeteneği tükenir mi hiç?

Telefon başında derin bir bekleyiş

Sirkeci’ye indim ve Büyük Postane’ye girdim. Görevliye, şu ilin şu ilçesindeki şu köyün telefonlarına nasıl ulaşırım diye sordum. Adam köyü bilmem ama o ilin o ilçesinin merkez postane telefonu şu, orayı ara onlar mutlaka biliyorlardır, dedi. Peki dedim, o ilin o ilçesinin merkez postanesini jetonla aradım. Dedim ki karşımdaki adama; “Bana çok fazla soru sormayın ama sizin yardımınıza çok ihtiyacım olduğunu bilin, sizin ilçenize bağlı şu köyde, şu isimde bir adamın telefonu var mı” deyince, “O köyde zaten tek bir telefon var, muhtemelen o da muhtarın evidir, kalemin varsa yaz, kodu çevirmeyi unutma” dedi. Heyecanlandım. Aksiyon ya da polisiye bir filmin içinde gibiydim. Adama numarayı tekrar ettirdim. Teşekkür etim. Derin bir nefes alıp numarayı çevirdim. Derin bir bekleyiş. Çok uzaktan dipten bir inleyiş. Sinir bozucu bir dıııtt sesi. Bir, iki, üç, dört. Telefon çalıyor. Telefon çalıyor. Açan yok… Açan yok. Acaba yanlış mı çevirdim ve nefes nefese bir kadın sesi…

“Kimi aradınız, kimsiniz?”… “Teyze beni net duyabiliyor musun?” “Duyuyorum ne vardı, çabuk söyle…” “Ben Sabri var ya, hani soyadı şu Sabri, onu arıyorum, onunla görüşebilir miyim?” “Oğlum bilmem ki şimdi nerededir, belki sürüsünün peşinden gitmiştir, ya da dağ tepe aylak aylak dolaşıyordur…” Peki, size bir mesaj bıraksam ona iletebilir misiniz?” “Görebilirsem söylerim” dedi kadın ama ses arada zayıflıyor jetonlar arka arkaya düşüyordu. “Teyze, Sabri’ye söyle ona gemilerden birinde iş çıktı. 15 gün içinde gelirse iş onun. Gelmezse hakkı yanacak. Şu belgeleri de yanında getirsin, aklında tutabilir misin?” “Ne işiymiş anlamadım” dedi kadın. “Teyze o biliyor, burada müracaat yapmıştı…” “O çalışmaz ki… ama söyleyeyim…” Bak teyze 15 gün içinde gelmezse hiç gelmesin, boşuna yorulmasın…” Ohhh rahatlamıştım, görevi yerine getirmiştim. İzlediğim yolu büyüğümüze anlattım. Çok oralı olmadı. Kızdığını belli etmek istemiyordu. Bana, haklı çıktın demek de istemiyordu. “Artık kendisi bilir” dedi, buna ayrıca sevindim. Sabri olayı iyice sönmüştü anlaşılan.

Tam iki ay sonra…

Her yerde zaman hızlı geçer ama İstanbul’da hepsinden hızlı akar. Tam iki ay sonra, yine bir öğle vakti, bir şaka gibi, önce kapı vuruldu ve arkasından Sabri içeri daldı. Yine elinde Pazar çantası yine aynı kıyafetler. Çantanın içi bende bir an bile acaba ne tür şiirler yazıyor, dişe dokunur bir tarafı var mı diye şüpheye düşüp de bakmadığım şiirler. Sanki olamaz gibiydi. O adam bu hayalle yaşıyordu. O çanta elinden alınırsa burnu dünyanın sonuna değecek gibiydi. Ve işte, o gelince büyüğümüz yine yoktu. “Ne oldu niye geldiniz Sabri Bey” dedim. “İş dedi, bana iş çıkmış…” “Doğru ama size 15 gününüz olduğunu söylemediler mi?” “Söylediler…” “Peki, niye iki ay sonra geldiniz?”… Sustu Sabri Bey. Oturdu…. Büyüğümüzün gelmesini bekledi. Büyüğümüz yine geldi. Biz yine ayağa kalktık. Büyüğümüz benim sorduklarımı yine sordu. Yetmedi “Sanki biz seni çağırmış gibi olduk. Al şu otobüs parasını geri dön” dedi. Sabri yine bir iki ay kapılarda bekledi. Sabri sabır taşını biledi. Sabri’den sokak bile sıkıldı. Belki vakit denilen dişli canavar da sıkıldı. Sabri yine kayboldu… Sabri bir daha hiç görülmedi. Şair Sabri’ye ne oldu? Şair Sabri hiç oldu mu? Yoksa hiç olmadı mı? Kim bilir, kim bilebilir?

Ömer Erdem

YORUM EKLE
YORUMLAR
Mehmet Aktaş
Mehmet Aktaş - 5 yıl Önce

EyvAllah Ömer Kardeşim, eline yüreğine sağlık. Emek vermişsin, emeğin yerini buldu. Allah gönlüne inşirah versin.