(14 Haziran 1945, Siverek-26 Şubat 2020, Ankara)
Hey gidi Ragıp ağabey... Ona ilk baştan beri aramıza hiç resmiyet koymadan, ilk tanıdığımdan beri hep böyle seslendim. Bu seslenişim onun da çok hoşuna gitmişti. Şanlıurfalı olmasına rağmen, benim memleketim olan Erzurum’la da bir bağı vardı ayrıca. Bunu yazımın ilerleyen bölümlerinde anlatacağım. Şimdi söze kaldığım yerden devam edeyim.
Onu yaklaşık otuz üç yıl önce tanıdım. O yıllarda henüz Ankara'da, başka bir kurumda görev yaparken, bir yandan da TRT'nin açtığı prodüktörlük kursunda gece gündüz koşturmaktayım. Anlatılır gibi bir tempo değil. Tam elli gün... Geceli gündüzlü bir çalışmanın içerisindeyim. Bu aşamaya gelmeden öncesini anlatmayayım desem de şunu yazmadan da geçmeyeyim. O yıllarda TRT’nin yayın ve yapımda görev almaları için ülke çapında açtığı imtihanla eleman alma maratonu, ilk olarak test şeklinde genel kültür, bunu kazananları kompozisyon ve mülakata alma, sonrasında ise kurs, yine yazılı imtihan ve mülakat şeklinde birkaç kademeden oluşuyordu. Ancak bütün bunların sonunda, başarılı olduğunuz takdirde o günlerin çok daha gözde kurumu TRT’ye adım atabiliyordunuz. Çünkü radyo ve televizyon yayıncılığı alanında tekti ve bu durum, bir kamu yayın kuruluşu olarak yüklenmiş olduğu statü ve görevler açısından daha fazla sorumluluğu da beraberinde getiriyordu. Onun için de her anlamda daha dikkatli olmak ve elemanlarını da buna göre seçmek zorundaydı.
İşte bütün bunlar ve daha başka sebeplerle o günlerde yaşadıklarımın her biri ayrı bir hikâye değerindedir. Kursun yapıldığı yerin merkeze uzaklığı, kalma yeri sıkıntısı, zaman darlığı ve büyük bir disiplin içerisinde sürdürülen eğitim ve daha neler neler… O günlerde kurumun toplu olarak bulunduğu bir kampüsü yoktu ve Ankara’nın muhtelif yerlerine dağılmış binalarda hizmet vermekteydi. Koştura koştura devam eden bu çabanın sonunda kazanmak diye de bir garantiniz yoktu ve bu zorlu eğitimin sonunda arkadaşlarımızın yarısı kuruma adım atma imkânına sahip olamadılar. Belki bazı suiistimaller oldu desek de bunun fazla olmadığını düşünüyorum. Hele de bugünden durup o günlere bakınca…
Diğer taraftan kazansanız da kaybetseniz de her şeye rağmen bu eğitimi almak çok önemliydi. Türkiye'nin tanınmış hocalarından ve TRT'nin seçkin kadrosundan alınan derslerin, kalan vakitte o güne kadar öğrendiklerinizden faydalanarak değişik konularda program yazmaların ve daha nice çalışmanın bizlere yaptığı katkı çok önemliydi. Başöğretmenimiz Turgut Özakman’dı. Hepsini rahmetle ve hürmetle yâd ediyorum.
İşte bu yayıncılık-yapımcılık eğitiminden arkadaşım ve o gün bugün de hâlâ dostluğumuzu koparmadığımız Osman Baş bir gün bana dedi ki: “Gel seni TRT'de kameraman ve şair Ragıp Karcı’yla tanıştırayım.” Ben henüz tanımıyor olsam da hem TRT’de çalışıyor olması ve hem de şairliği dikkatimi çekmişti. Ayrıca şiirle ve yazıyla kurduğum ilişki, o yıllarda kendi halinde başlamıştı ve bir şekilde sürüyordu. Kızılay'ın oralarda bir pastanede buluştuk rahmetliyle... Şimdi bu cümleleri yazarken, demek o da sonsuzluk yurdunun sakinlerinden oldu diyorum kendi kendime... İnanması zor, ama takdiri ilahi böyle... Tavrından, tarzından, anlattıklarından çok etkilenmiştim. Sonra TRT ve nerdeyse otuz üç sene prodüktörlük, bunun yanında idarecilik ve sonunda... Sonunu boş verin... Belki onu Allah izin verirse bir gün geniş şekilde yazarım bir yerlerde... Merak edenler de okur.
Poetik şiir bilgisi çok yüksekti
Gerek Erzurum'a gelişlerinde ve gerekse Ankara seyahatlerimde çoğunlukla buluşurduk Ragıp ağabeyle... Telefon muhaverelerimizi ayrı tutuyorum. Estetik özelliğiyle öne çıkan güzel mekânlarda oturmayı, yaptıkları ve yazdıkları üzerine sohbet etmeyi çok severdi. Mısraa hâkimiyeti ve poetik şiir bilgisi çok yüksekti. Zaten yazdıklarıyla bunu ortaya koymuş ve şiirde kendi sesini bulmayı başarabilmişti. Hele divan şiirine ve türkülere düşkünlüğü bir başkaydı.
Bu konudaki bilgi birikimi muazzamdı. "Yetmiş bin civarında divan şairi tespit ettim, on iki cilt tuttu. Kültür Bakanlığı üç cilde indirirseniz yayımlarız" sözünü hemen her sohbetimizde gündeme getirirdi. Ve öylece kaldı galiba.
Ragıp ağabeyin; şiire başlayışı, ilk şiirini yazması konusunda yönelttiğim soruya verdiği cevap, özellikle günümüzde şiirle uğraşanlar ve şiir yazmaya çalışanlar açısından önemli ip uçları ve belki de özet bir yol gösterici nitelik taşıdığından buraya almaya karar verdim:
“Şimdi ben 1960 yılında birtakım şiirler söylemeye başladım. Erzincan Askeri Lisesi’nde okuyordum o sıralarda. Hocam beni şiir konusunda uyardı. Yazmaktan ziyade okumam gerektiğini söyledi. Bana tavsiyesi 7 yıl hiç şiir söylememekti. Ben de onun tavsiyesine uyarak 7 yıl hiç söylemedim ve sadece okudum. 7 yıl sonunda bir dergide bir dörtlüğüm yayımlandı. Hatta çok garip hikâyesi vardır bunun. Dediler ki dergide bir kibrit kutusu kadar yer kaldı. Bir dörtlük yaz da buraya koyalım. Hayatımda yazdığım ilk şiirdir o. Yani yayımlanan ilk şiirimdir. Beğenildi. Sonra dediler ki sen şairsin. Beni şair diye ortaya ittiler. O itiştin sonra şimdi koşuyorum.”
Her şairin şiir yazma ya da şiirin ayak sesini hissetme biçimi farklıdır. Kelimelerle şiirsel manada irtibat kurmanın bilgisine, birikimine ve becerisine sahip, şiiri hayatının nirengi noktası olarak gören, bilen ve öyle yaşayan kişidir şair. Yazmadığı, yazamadığı vakitlerde bile içindeki şiir kozasını örmeye ve yeri geldiğinde ondan mısralar üretmeye kendini adamış kişidir şair. Bu anlamda sözün güzeline âşık olanların dünyasında şiirin şaire ram olmaya başladığı anlar ya da şairin yeni bir mısra yakalamak için gösterdiği mücadeleler farklı şekillerde tezahür eder. Ragıp Karcı’nın, “Siz mi şiiri beklersiniz, şiir mi sizi bulur?” konusundaki bu gelişe, bu belirişe, bu sezişe verdiği cevap da yine kendine hastır ve kendi gibidir:
“Valla arada bir yerlerini değiştirirler. Bazen ben şiiri arar bulurum, bazen şiir kendiliğinden gelir beni dürter. İkisinin de zamanları, geliş teknikleri ayrı. Ama ben genellikle şiiri söylemeye çalışırım. Yani bir şey oluşur, bir mazmun, bir hadise oluşur, onu izah etmeye çalışırım. Dahası ifade etmeye çalışırım, ama bir yere gelir ki, o ima tarafı artık şerh olacaktır. İnsanlığın önüne açılacaktır. Benim birkaç tane de hikâyem vardır böyle şiirimden sonra kaleme aldığım. Yani benim şiir kendiliğinden gelir bazen. Bazen bir türkü dinlerim, genellikle türküden sonra şiir çıkagelir. Zannediyorum, şiirin otobüsü türkülerdir. Yani nasıl geldiği belli de değil. Öyle bir hengâmedir. Can ile canan arasında sır gibi bir şey bu.”
İlk şiir kitabım “Ay Düşleri” hakkında “Ay Vakti” dergisinde yazı da yazdı rahmetli. Bir de ortak bir yanımız daha vardı şiirin müptelası olmak dışında, o da şuydu ki, ikimiz de türkülerin meftunuyduk. O çok iyi saz çalardı, ben de âcizane söylerdim. Ve bunu Ankara'ya yolum düştüğü bir gün bir mekânda, dinleyicilerin huzurunda da gerçekleştirdik. Bu alandaki bilgisi, görgüsü ziyadeydi ve kitabını da yazdı sonunda... Benim de türkülerle ilgili olarak yazıp, dergilerde yayımladığım metinler zamanla bir kitap ölçeğine ulaştı ve 2014 yılında “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” ismiyle Dergâh yayınları Ülke kitapları serisinden çıktı. Türkü dinlemenin bu coğrafyanın çileli çocuklarında uyandırdığı ya da uyandıracağı tedaileri dile getirmeye çalıştığım ve türkünün bizim kimliğimiz açısından önemini zikrettiğim kitabın arka kapağında yer alan cümleleri, bir türkü sevdalısını anlatmaya çalıştığım bu yazıda özet olması bakımından meraklılarına-özellikle kitaptan haberi olmayanlara-yeniden hatırlatmak isterim:
“Anadolu insanı yıllar yılı türküleri kendine dert ortağı edinmiş, onları tercüman kılmıştır yaralı yüreğine. Bu yüzden türkülerin her biri mutlaka bir olayın mirasıdır zaten… Çoğu aşk, sevda, ayrılık üzerine yakılmış; ama hasret de var içinde, dert de çile de… Vuslata erememek de var ölüm de zulüm de… Bir milleti anlamanın en kısa yolunun tarifidir türküler ve bu yüzden “Türk’ü tanımak için türkü dinlemek gerekir.” Türküler, insanlarımızı geçmişe bağlayan en önemli köprülerden biridir ve Anadolu toprağı, bu kutlu mekân var oldukça türküler de var olacak ve her bir yanından yepyeni türküler doğacaktır.” (İsmail Bingöl, Dergâh Yayınları Ülke kitapları, İstanbul, 2014.)
“Türkü yakılır, yakıldığı için de yakmak için yürek arar”
Ragıp ağabeyin “Türkü Dinleme Temrinleri” ise 2019 yılında Hece yayınlarından çıktı. Böylece ikimiz de yaralanmış bir yürekle bunca senedir dinlediğimiz türkülere duyduğumuz muhabbeti gâh mısralarla, gâh satırlarla kayıt altına aldık. Ne kadar alabildiğimiz ve bunda ne kadar başarılı olduğumuz elbette okuyucunun takdiri, ama biz elimizden geleni yaptığımızı düşünüyoruz. Hele de Ragıp ağabey… Onun bu konuda gösterdiği gayret daha uzun bir zamana yayılmış ve belki daha titiz bir çalışmayla eşleşmiştir.
Aslında onunla 8 Kasım 2004 tarihinde TRT Erzurum Radyosu için yaptığım röportaj da, henüz yayımlanmayan, hazırlıklarıyla uğraştığı kitabını “Türkü Dinleme Kılavuzu” şeklinde adlandırıyordu. Demek sonradan “Temrin”le değiştirdi sondaki kelimeyi. Belki böylesi daha iyi ve hatta daha anlamlı oldu. Ona göre, aslında bütün türkü söyleyenler, diğer bir nitelemeyle türkü sevdalıları için böyledir. Türkü söylemenin bir adabı, yolu, yordamı olduğu gibi, türkü dinlemenin de buna benzer şartları vardır ve bu cümleler benim fikrimi de açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: "Dinleyenin kulağını ve kalbini söylenene vermesi gerektiği hususunda bir şeyler söylemek ihtiyacı bu kitabın asıl gayesini oluşturmaktadır. Marifetin iltifata tabi olması karşılıklı sorumluluğu ihtar eder. Yani söyleyenin haber verdiği hâli idrak etmesi hususunda dinleyenin irfan sahasını tahrik etmeye çalışmaktır. İdrâk ettikten sonrası vicdanın işidir."
Ve yine kitabın arkasındaki yazıda türküyle ilgili başka yönleri de dikkatlere sunarak, söylemek istediklerini nihayetinde şöyle hulasa ediyor Ragıp Karcı: “Eskiden türkü sözlerinin yazılıp satıldığı türkü dergileri vardı. O sıralar çokça söylenen şarkı ve türkülerin sözlerini o dergiler vasıtasıyla öğrenir yalanına yanlışına bakmadan ezberlerdik. Bu kitabın da “Türkü Dinleme Temrinleri” adı okuyucuyu yanıltmasın. Bu bir türkü kitabı değildir. İmdi: Kitapta sözü edilen türküler, müzikle olan alakasından ziyâde yakılmasına medar olan mâşerî yürek yangınına dikkat çektiklerim ve mümkünse o yangının insanlarımızın yüreğindeki ateşine kendi tahassüsümün penceresinden nazar ettiklerimdir. Bu bakımdan her okuyucuda aynı kalbî duyguları tahrik etmek mümkün olmayabilir. Yâhut şu mesele için şu türkü seçilebilir. Şu türkü şuraya uymamış, bu uymuş gibi akl-ı evvel itirazlar yapılabilir. Kitabın amacı da biraz budur.”
Oldukça geniş olan kelime dağarcığından gece ve gündüz, yeni ve orijinal, kendi sesini yansıtan şiirler üretmenin peşinde dolaşırken, bir de buna türküleri söylemenin, anlamanın, derinliklerinde kaybolmanın ağırlığını ekleyen şair, nihayetinde kararını vermişti ki; kimi yaralı, kimi nice yangınlardan geçmiş, kimi mazlumların ahıyla yanmış yakılmış, oradan oraya savrulmuş, bu ince, bu narin, bu nazik türkülerin anlattığı şuydu: “Bu yürek bir pervânenin kanadı, bir âşığın sevgilisinin saçlarına takılı kalmış gönlü, bir yerlerde sürüp giden bir yara olabilir” “Türkü yakılır, yakıldığı için de yakmak için yürek arar.” “Türkü bir yerlerde kapanmış bir yarayı deşmiyor, bir gönülde yeni bir yara açmıyor ve en önemlisi bir yaraya merhem olmuyor ve daha önemlisi İsmail'in kurduğu gibi sırtlanıp Boztepe'ye çıkmayı hayal ettirmiyorsa neye yarar?"
Onunla yaptığım röportajda türkü dinleme üzerine söyledikleri çok dikkat çekici ve türkünün milletimiz için ne olduğunu ya da ne olmadığını ortaya koyan aşağıdaki satırlar, millet olma şuurunu idrakine daha kuvvetlice yerleştirmek isteyenler tarafından tekrar tekrar okumalıdır diye düşünüyorum: “Garip gelecek ama bu türkü dinleme, türkü nasıl dinlenir? diye bir şey değil. Türkülere yaklaşımım, yeni bir yaklaşım. Daha içten, kalbi bir yaklaşımı teklif eden, öneren bir kitap. Kültürümüzün temelinin türkülerden olduğuna inanıyorum. Tabii Türk Müziği konusunda da özel bir asabiyetim olduğunu, yani Türk sesine karşı özel bir asabiyetim olduğunu da bu arada belirtmek isterim. Buna sebep; müziğimizin kaybolması bana göre Türk sesinin kaybolmaya yüz tutması, bundan duyduğum üzüntüyü belirten, biraz da insanlara türküye, türkünün temelindeki insan tragedyasına dikkat çekmeye çalışan bir çalışma bu.” (Röportaj-İsmail Bingöl, TRT Erzurum Radyosu, 08.10.2004.)
Divanların esrarlı dünyasında gezinen bir kalem
Eski dostu ve TYB Onursal Başkanı D. Mehmet Doğan, Ragıp Karcı’nın türkülerle ve bunun yanında divan şiirimizle kurduğu bağın, onun zaman içerisinde kendi sesini bulan şiir dünyasını nasıl etkilediğini ve bu durumun meydana getirdiği geri dönüşü, vefatının hemen ardından yazdığı “Melâl” başlıklı yazıda şu cümlelerle özetliyordu:
“Türkülerin bin yıllık melâl alemine nüfuz ettiği gibi, divanların esrarlı dünyasında serazat gezinen bir kalem ehli idi. Türkü dinlemenin kılavuzunu yazdığı gibi divan şiirinin uçsuz bucaksız güldestesini derliyordu. Az ve öz yazdı. Üç şiir kitabı yayınladı. Bazı mısraları türkü oluyor, bazı mısraları gazelleniyor veya bercesteye çekiyor.(…) Ragıp Karcı bu dünyadaki hamulesiyle göçtü, geride melâli kaldı…”(27.02.2020/tyb.org.tr)
Evet, ondan geriye hüznünün kaldığı çok doğru. Zira o da bu dünyanın “melâli anlamayan nesle âşinâ” olmayanlarından biriydi. Çok kişi tanımıştı ancak hayatının sıkıntılı zamanlarında bu kişilerden pek azı vardı yanında. Belki çok şey paylaşmıştı mazinin gölgesinde kalan vakitlerde onların çoğuyla. Ne var ki paylaşımlarını sürdürmeyi bir türlü becerememişti ya da onların anladığı şekliyle sürdürememişti. Birçok edebiyat çevresine girip çıkan, yeni insanlar tanıyan, farklı dostlar edinen ama bu ilişkilerini çok fazla yaşatamayan Ragıp ağabey, bu hâlini ve buna bağlı başka bir konuyu bir sohbetinde şöyle açıklıyordu:
“Fakat yaratılışım ihata edilmeye müsait olmadığı için bir gurubun ferdi olmadım.(…) Bu alakanın temelinde îrkı âidiyetler, içtimâî, hatta mali ve maddi unsurların müessir olduğunu düşünenlerdenim.(…) Ben îrkı âidiyetimle kibirlenmem, hoşlanırım. Ama bu topraklarda yaşayan bütün kavimlerin bir araya getirdiği millî âidiyetimle hem övünürüm, hem de böyle bir milletin ferdi olarak beni yarattığı için Allah’ıma şükrederim. Bu âidiyetin idraki benim için çok önemlidir. Bütün hayatımın hikâyesi bu meseleyle uğraşmakla geçti.” (Prof. Dr. Âdem Efe, “Mehmet Ragıp Karcı Ağabey Kültürümüzün Hamurunu Yoğuran Bir İnsan”, Şehir ve Kültür Dergisi, Sayı: 60.)
Ragıp Karcı’nın hayatından edebi, fikri ve düşünce anlamında onu besleyen, ona katkı sağlayan birçok isim geçmiştir. Değişik kişilerle yaptığı sohbetlerde özellikle adı geçenlerden birkaçının ismi şöyledir: Davut Sulari, İsmail Dâimi, Terzi Fehmi (hayatının Erzincan bölümünde bu kişileri tanımıştır ve türkülerle ilgili temel bilgilerini, türkü söyleme, dinleme, saz çalma konusundaki tavrını ve tarzını bunlardan almıştır. Ve şöyle der onlar için naz makamında: “Türküleri benim başıma dert edenlerdir.” Hani bir şiirinde de diyor ya: “belâlardan bir türkü düştü gönlüme/aldım sana geldim”), Necip Fazıl Kısakürek (Ragıp ağabeyin cümleleriyle: “Onunla tanışmamız ayrı bir mevzudur. Fakat benim üzerimdeki hakkı, yıllarca iktisap ettiğim bilgi, düşünce ve sonunda vardığım idrâkin karşılığını Büyük Doğu dergilerinde bulmamdır.”), Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt, Osman Yüksel Serdengeçti, İsmet Özel, Fethi Gemuhluoğlu, M. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Attila Koç, Beşir Atalay, Osman Nuri Esen, Mehmet Soyak, Tahir Yücel, Nuri Pakdil, Nabi Avcı, Ahmet Kot, Ömer Faruk Ergezen. Ve yine, “Sadece üstad’dan sözetmek haksızlık olur.” diyerek, üstadla beraber Kemal Tahir’i, Sebahattin Ali’yi ve Nuretin Topçu’yu da telaffuz ediyor ve onlar için şu cümleyi kuruyor: “Milletimin yüz aklarını da saymadan geçmemeliyim.”
Ragıp ağabeyin çeşitli vesilelerle kültür ve düşünce hayatına katkı sunanlar, bu saydıklarımızla sınırlı değil elbette. Daha nice güzel insanı tanımış ve gönül dünyasında yer vermiştir. Gönlünün güzelliğiyle konuşan, hayata gönül penceresinden bakan, kısacası bir gönül insanı olan Karcı’nın bu dünyasında yer verdiklerinden ikisi de Nevzat Kösoğlu ve Galip Erdem’dir. Onlardan bahsederken söz gelir ve yine türkülere takılır. Zira Nevzat Kösoğlu da yüreği yanık bir türkü sevdalısıdır ve bunu yazdıklarında ara ara dile getirmiştir. Yine Ragıp ağabeyin cümleleriyle; “Türküler zaten insanın kalbine kalbine sokulur farkına bile varamazsınız.” İşte onun da “kalbine kalbine” sokulmuştur türküler ve türkünün sadece aynı kökten olan kişiler için sadece bu dünyada değil, öte dünyada bile bir tanışıklık, bir aşinalık aracı olabileceğini ileri sürmektedir Kösoğlu:
“Eğer yarın, o mahşer gününün kalabalığında milliyetinizden insanları özlerseniz, türkü söylemeye başlayın... Huma kuşuuu...diye başlayan biri, bizden başka kim olabilir?(…)Bizden başka kim bu türküyü söyleyebilir, bir başkası olabilir mi?.. Mahşerde bile...”
Çünkü Nevzat ağabeyin düşüncesine göre; türkü söylemek ve türkü bilmek, halkı anlamaktır. Halkının kültürüne, yaşayışına, acılarına, sevinçlerine ortak olmak demektir. Kendini, yönettiği halktan ayrı tutmamak, halkla birlik olmaktır. Demek ki, halkının bir tek türküsünü bile söyleyemiyorsa, halkıyla hiçbir ortaklığı kalmamıştır ve halkıyla ilgisini kesmiştir.
Ragıp ağabey, türküleri kendi yaptığı sazla çalardı. On parmağında on hüner var derler ya, işte öyle biriydi rahmetli. İnanmayanlar olabilir ama öyleydi. Eskiler onun gibilere hezârfen derlerdi. Yani pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan kişi. Hezar: bin, fen: beceri bilim, "bin sanat sahibi" yani.
Aradaki mesafe uzak olsa da kalplerimiz çok yakındı
Yazıya başlarken dedik ki: “Urfalı olmasına rağmen, benim memleketim olan Erzurum’la da bir bağı vardı ayrıca.” Şimdi o konuya biraz açıklık getirelim. Erzurum’un eski adı Evreni, yeni adı Atlıkonak olan bir köyü var. Bir gelişinde dedi ki: “İsmail beni o köye götürür müsün?” Merak etsem de sormadım sebebini. Atladık arabaya köye gittik. Arabadan inerken onu görenlerin davranışları, sarılışları o kadar samimiydi ki sanki yıllar evvelinden tanışıyor gibiydiler. “Dayı” diye sesleniyorlardı Ragıp ağabeye… İşin aslı onları tanıştırırken ortaya çıktı: “İsmail bunlar benim yeğenlerim.” Ben biraz anlamsız şekilde yüzüne baktım ama yine soramadım. Arabaya binince; “Ağabey” dedim, “Nasıl yeğenleriniz? Yani siz Urfa Sivereklisiniz (Mehmet Ragıp Karcı'nın adı Siverek'te bir okula verilmiş ve şairin bu okula hediye ettiği kitaplar için özel bir bölüm oluşturulmuş. Sağlığında gerçekleşen bu güzel olayla ilgili bilgiyi, ölümünden sonra internette yaptığım araştırmada gazetelerdeki hayat hikâyesinden aldım.), onlar buralı.” Verdiği cevap eğer yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi: “Annem vefat edince babam buradan evlenmiş, yani üvey annem buralı ve onlar da onun çocukları. Zaten daha sonra çocuğu olmamış.”
Onunla 8 Kasım 2004 tarihinde yaptığım röportajda anlattıklarının yanında Erzurum türkülerine dair söylediklerini de buraya kaydedeyim: “Annem Erzurumludur. (Öz annesi gibi bahsediyor ondan.) Ilıca’ya bağlı Evreni Köyü’ndendir. Bu bakımdan yarı tarafım Erzurumludur. Yarı tarafım da Sivereklidir. Şimdi benim için Erzurum ikinci bir sılayı rahim. Ayrıca Erzincan’da okudum. Kendimi yüzde 40 Erzurumlu, yüzde 40 Siverekli sayarım ama yüzde 20’de Erzincanlı. Evet Erzincanlı. Benim kalbim orada gömülüdür dersem yanlış olmaz. Bu bakımdan Erzurum, bir de ülkemizdeki hususiyeti bakımından benim için önemlidir. Mesela diyelim ki 6 bin türkümüz varsa bu 6 binin yüzde 70’i iyiyse Erzurum türkülerinin yüzde 95’i iyidir. Anlatabildim mi? Bu bakımdan Erzurum’un özelliği de bu. Hiç kötü türküsü olmamıştır. Ya da insanlara güzel gelmeyen bir Erzurum türküsü ben dinlemedim. Bu bendeki özel türkü asabiyeti de olabilir. Bu ayrıca bir marj olarak sizin yanınızda kalsın.”
Neyse; hem onu ötelere uğurlamanın hüznü ve hem de hatıralar, lafın değişik taraflara gitmesine sebep oldu. Ekteki fotoğraf yine o günlerden... Ragıp Karcı ağabeyle Ankara'da 2014 yılı Kasım ayının yirmi sekizinde Kurtuba Kitabevi’nde sohbetteyiz. Yine şiirden, sanattan, yaptığı işlerden ve kendisine yapılan bazı vefasızlıklardan bahsediyor. TRT’den bazı sebeplerle erken denebilecek bir yaşta, elli iki yaşında emekli olan Ragıp ağabey, belgesel alanında yeni projeler dahilinde yeni işler yapmak istese de çevresindeki bazı kişilerden bu konuda hak ettiği ilgiyi göremedi. Sohbetlerimizde bu kişiler için dile getirdiği sitemkâr ifadeler hâlâ kulaklarımdadır.
Sözü daha fazla uzatmadan şu temennimi de yazarak cümlelerimi bitireyim. Herhalde bir dergi en kısa zamanda onu dosya konusu yapar ve yaşarken nümayişsiz ve âlâyişsiz yaşayan Ragıp ağabeyi bu vesileyle kitlelere tanıtır. Mesafelerimiz uzak olsa da kalplerimizin çok yakın olduğu Ragıp ağabeye Allah'tan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun. Ailesinin ve edebiyat dünyamızın başı sağ olsun.
(Ay Vakti, sayı 185, Mart-Nisan 2020.)
İsmail kardeşim, yazınızı keyifle zevkle okudum. M.Ragıp Karcı'yı biliyordum,lâkin derinliğini yazınla öğrenmiş tanışmış gibi oldum. Makalenin içeriğinde her Anadolu insanının bulabileceği gibi bende kendimi gördüm. "Türküler ve Türk'ü dinler Türküler" Doğup, yeşerip,geliştiğim toprakların özü, hayatın özeti gibi özümsedim.Bizi biz yapan değerlerin ne kadar ASİL olduğu izlenimini gördüm. Sizi tebrik ediyorum nice başarılı çalışmalar yapmanız dileğiyle hoşçakalın, sağlıcakla kalın.