Nefis perdesini ve enaniyet örtüsünü kaldırmak: Keşfu’l Mahcûb

"Hücvirî, İslâm’daki manevî ve ruhanî hayatın de­rinliklerini kavramak ve kavradığı his ve fikirle­ri dile getirmek için aklî ve mantıkî esasları ne kadar geniş ve hür olarak kullanmak mümkün ise o kadar kullanmıştır. Bu hususta Serrâc’ı, Kelâbâzî’yi, Sülemî’yi ve Kuşeyrî’yi geçmiştir." Fatıma Leyal yazdı.

Nefis perdesini ve enaniyet örtüsünü kaldırmak: Keşfu’l Mahcûb

Doğum ve ölüm tarihlerini tam ve kesin olarak bilmememize rağmen Hücvirî’nin H. 390-465/470 yılları arasında yaşadığını tahmin edebiliriz. Bu zaman Gaznelilerin en ihtişam­lı dönemidir. Sultan Mahmud, yaptığı savaşlar neticesinde Hint ülkesini fethetmiş; İslâm bay­rağını kale ve mabedler üzerinde dalgalandır­mış, kılıçla bu ülkenin toprağına hâkim olmuş, İslâm’ın yayılmasına müsait hale getirmiştir. Sultan Mahmud’tan sonra çok geçmeden Hint ülkesine bir Gazneli daha geldi; ok ve kılıç yeri­ne hırka ve seccade ile aynı tohumları ekti. İşte bu Gazneli zat Ali b. Osman Hücvirî Gaznevi’dir.

Hücvirî’nin yetişmesine gelince açıkça görülmektedir ki o halis muhlis dinî bir hava içinde yetişmişti. Zühd ve takva ile tanınan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Baba­sı Şeyh Osman, tasavvuf ve irfandan yeteri ka­dar nasip almıştı. Annesi ise salah ve takva ile meşhur bir ailenin ferdi idi. İslâm dinî ile ilgili ilk bilgilerini ailesi efradından öğrenmiş, çocuk­luğunda babasının sohbetinde bulunarak erken bir zamanda tasavvufun esasları hakkında bilgi sahibi olmuş ve daha çocuk yaşta tasavvufu ta­nımış ve tatmıştı. Bu durum, Hücvirî’nin tasav­vufa yönelmesinde ve sûfilik yolunu tutmasında büyük tesir icra etmiştir.

Hücvirî ilk tahsilini, vatanı olan Gazne’de yaptıktan sonra, devrindeki ulemanın gelene­ğine uyarak İslâm âlemini gezmeye başlamış; Suriye, Türkistan, Kazvin, Hindistan, Irak, Hu­zistan, Fâris, Şam, Azerbeycan, Gürcan, Hora­san ve Maveraünnehir gibi yerleri dolaşmıştı. Bu geziler onun bilgilerini artırmış, tecrübeleri­ni ve müşahedelerini çoğaltmış kültür bakımın­dan kendisini zenginleştirmişti.

Hücvirî’nin en önemli eseri olan Keşfu’l Mahcûb tasavvufun Farsça yazılan ana kay­naklarından biri olup günümüzde İngilizce, Arapça ve Urduca’ya tercüme edilmiştir.

Hücvirî’nin asrındaki kültürden yüksek de­recede nasip aldığı Keşfu’l Mahcûb’dan açıkça anlaşılmaktadır. Eseri, sınırları geniş olan bir dini kültüre, Arapça ve Farsça lisanlarına mü­kemmel bir şekilde hâkim olduğuna şahittir. Hücvirî eserinde 236 ayet kullanmıştır. Bunlar, Kur’an hakkındaki bilgisinin mükemmelliğini, ayetlerin manasını ihatadaki kudretini ve her bir ayette gizli olan derin manaların maksat­larını tespitteki maharetini göstermeye kâfidir. Hücvirî, bu ayetlerin bazısını benimsediği gö­rüşler için, bazısını yanlış anlamaları düzeltmek için, bazısını da ayetin ihtiva ettiği ince maksat­ları izah ve tasavvufi esasları teyid etmek için şahit olarak zikrediyor.

Hücvirî Keşfu’l Mahcûb’da 236 ayetin yanında 138 hadis zikretmiş bunların çoğunu mükemmel bir şekilde şerh etmiş ve büyük bir bölümünü de Farsçaya tercüme etmiştir. Bütün bunlar, onun hadis ilmini de gayet güzel bildiğini göstermektedir. Ve hadislere ilaveten, sufilerin şeyhlerine ait beş yüze yakın söz nakletmiştir. Bu sözlerin bir kısmı, kendisinden önceki şeyh­lere ve sufilerin ilk önderleri olan mutasavvıfla­ra aittir. Diğer bir kısmı ise çağdaşı olan şeyh­lere aittir. Bu durum onun rivayetler ve nakiller konusundaki bilgisine delalet ve şehadet eder.

Hücvirî’nin fıkıh öğrenimi görmüş olma­sı, Keşfu’l Mahcûb’un son kısmında abdest, namaz, zekât, oruç ve hac gibi şer’i hüküm­lerden bahsederken açık bir şekilde kendini göstermektedir. Bu ilimlerin yanı sıra Hücvirî, Farsça ve Arapça dillerini, birinden öbürüne ehliyetle ve mükemmel şekilde tercüme­ler yapacak derecede öğrenmişti. Keşfu’l Mahcûb’da Arapça ve Farsça edebî işaretler ve şiirler mevcuttur. Hücvirî bunları doğru olarak yerli yerince kullanmıştır. Bu durum, onun şuurlu bir edebiyat tahsiline ve edebî metinlere vukuf ile beslenen edebî bir zevke sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Hücvirî’nin görüşleri

Hücvirî, Muhasibî kadar akla ve fikre bağlı kalmakla beraber Bayezid ve Hallâc gibi muta­savvıfları candan sevecek ve takdir edecek ka­dar geniş ve müsamahalı bir düşünceye sahip­tir. Diğer taraftan adeta meftun olduğu Hallâc’a uyulmamasını ve örnek alınmamasını tavsiye edecek kadar makul ve mantıklı hareket et­mesini bilmekte, hislerine esir olmamaktadır. Hücvirî, İslâm’daki manevî ve ruhanî hayatın de­rinliklerine kavramak ve kavradığı his ve fikirle­ri dile getirmek için aklî ve mantıkî esasları ne kadar geniş ve hür olarak kullanmak mümkün ise o kadar kullanmıştır. Bu hususta Serrâc’ı, Kelâbâzî’yi, Sülemî’yi ve Kuşeyrî’yi geçmiştir.

Hücvirî, Hallâc konusuna özel bir önem vermekte ve kitabında ondan şöyle bahset­mektedir: “Mânada istiğrak, davada istihlâk halinde bulunan Ebu Mugîs Hüseyin b. Mansur Hallâc (r.a.), tasavvuf yolunun sermestlerinden ve işti­yak sahiplerinden idi. Kavi bir himmet ve yüce bir hal sahibi bulunuyordu. Bu kitapta onun hal tercümesine yer vermemek, emanete ria­yet etmemek olurdu. Zira zahirci bazı adamlar ona kâfir demekte, kendisini red ve inkâr et­mekte ve zannetmektedirler ki Hüseyin Mansûr Hallâc, Hasan b. Mansûr Hallâc’tır. Sonuncusu Bağdatlı bir mülhiddir.

Görmez misin ki onun hakkında Şiblî, “Ben ve Hallâc, ikimiz bir şey idik, beni deliliğim (idamdan) kurtardı. Onu ise aklı mahvetti.” de­mişti.

Ehl-i sünnet ve’l cemaatten olan basiret ehli, icma ve ittifak etmişlerdir ki; Müslüman sihirbaz, kâfir ve keramet sahibi olmaz. Çünkü zıtlar birleşmezler. Hüseyin (b. Mansûr Hallâc), yaşadığı sürece takva ve salah elbisesi için­de bulunmuştu. Güzelce namaz kılmış, birçok

vaktini zikir ve münacaatla geçirmişti. Fasılasız oruç tutmuş, düzgün şekilde hamdu senalarda bulunmuş, tevhid konusunda latif, hoş ve nük­teli sözler söylemişti. Şayet onun fiil ve hareket­leri sihir olsaydı, bütün bunların ondan zuhur etmesi imkânsız ve bâtıl olurdu. O halde ondan sudûr eden şeylerin keramet oluşu sıhhat bul­muştur. Muhakkik velilerden başkasının ise ke­rameti olmaz.”

Vefatına dair bir manzum

Hücvirî’nin vefat tarihi 465’tir ve kabri La­hor’daki mescidinin haziresinde bulunmak­tadır. Vefatının bu tarihte olduğunu düşündü­ren üç manzum parça vardır, bunların üçü de Hücvirî’nin mezarının duvarlarına yazılmış olup onun vefat tarihine işaret etmektedir. Bu tarih­lerin toplamından 465 sayısı çıkmaktadır.

Bu manzumlardan biri Hoca Muinuddin’e aittir ve şöyle der:

İn ravza ki, bâniş şude feyz-i elest

Mahdum Ali rast ki, bâ Hak peyvest

Der hestî nîst şud hestî yapt

Zîan sâl visaleş efdal âmed ez: Hest.

Açıklaması: Bu Ravza, Hakk’a vasıl olan ezel feyzi mahdum Ali için bina edilmiştir. O vücudundan fani olduğu için bekayı buldu. Bu sebeple, onun vuslat senesi için en iyi kelime: ‘Hest’ (beka) oldu. (He: 5, sin: 60, Te: 400=465).

Keşfu’l Mahcub yazdıran sorular

Hücvirî, Keşfu’l Mahcûb vasıtasıyla tasav­vufa dair eser yazan ilk müelliflerden biri ol­muştur. Keşfu’l Mahcûb’dan başka daha birçok eser yazmış olmasına rağmen hiçbiri bize ulaşmamıştır. Hücvirî, eserine neden Keşfu’l Mahcûb adını verdiğini eserin mukaddimesinde ifade etmiştir. Keşfu’l Mahcûb, ‘’Örtülü olan şe­yin açılması’’ manasına gelmektedir. Eserine bu ismi vermekle, örtülü olanı açtığını, kapalıyı göz önüne serdiğini, perdeli olanı görünür hale getirdiğini anlatmak istemiştir. Mahcûb, kalbine cehalet ve günah perdesi çekilmiş olduğu için hakikati göremeyen basiretsiz kişi demektir. Hücvirî, nefsaniyet perdesini ve enaniyet örtü­sünü kaldırmak suretiyle insanlara dinî ve ilahî hakikati anlatmaya çalışmaktadır.

Yine kitabın önsözünde Hücvirî, Ebu Said Hücvirî isminde bir vatandaşın sorusu üzerine bu eseri yazdığını bildirmektedir.

Keşfu’l Mahcûb 7 kısma ayrılmıştır:

I. Kısım: Fakr, tasavvuf, safvet gibi tasavvu­fun usul ve esasları,

II. Kısım: Hırka giymek ve melamet gibi ta­savvufun fürûu,

III. Kısım: Sûfilerin hal tercümeleri,

IV. Kısım: Tasavvufî fırkaları, hareketleri ve cereyanları,

V. Kısım: Abdest, namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibadetleri,

VII. Kısım: Sûfilerin adap, erkân ve rumu­zunu ihtiva eder.

Birinci bölümde, ilmin önemi ve değeri an­latılarak bu hususta hataya düşünler şiddetle tenkit edilmiştir. İkinci bölümde, dervişliğin ve fakirliğin ruhî ve tasavvufî manası anlatılarak bu konuda sûfilerin söylemiş oldukları sözler izah ve tefsir edilmiştir. Üçüncü bölümde; tasavvu­fun manası ve mahiyeti anlatılmıştır. Dördüncü bölümde, hırka giyme meselesi anlatıldıktan sonra, beşinci bölümde, safvet ve fakr veya ta­savvuf ve zühd mukayeseli olarak anlatılmıştır. Altıncı bölümde, melâmet hakkında gayet fay­dalı bilgiler verilmiştir. Sûfilerin hal tercümele­ri bahsi ise yedi kısma ayrılmıştır. Hücvirî, bir sûfiyi anlatırken, sûfi özelliğini gösteren bir sözünü ele alarak oldukça güzel bir yorumunu ve açıklamasını yapar. Bu açıklamaları yapar­ken mutlaka tasavvufun önemli bir meselesini izah eder. Ona göre her sûfinin kendine has bir inancı, bir fikri, bir davranış şekli ve bir meşre­bi mevcuttur.

Örneğin; Hücvirî, Muhasibî’yi anlatırken rıza meselesini ele alır. Ona göre rızayı tasavvuf anlayışına esas yapan Muhasibî olmuştur. Bu hususta ona tabi olanlara Muhasibîye denilmek­tedir. Bayezid Bistâmî’yi ise ehl-i sekrin öncüsü ve sekr mektebinin kurucusu olarak tanıtır. Yeri gelmişken sekr ve sahv ıstılahlarını izah eder. Cüneyd Bağdadî, ehl-i sahvın öncüsü ve sahv mektebinin kurucusu olarak karşımıza çıkarılır. Hakîm Tirzmizî’den bahsedilirken velayet ve ke­ramet meseleleri genişçe anlatılır. Çünkü velilik anlayışına yeni bir renk veren ve onu en geniş bir şekilde izah eden Hakîm Tirmizî’dir.

Tasavvufun manası ve mahiyeti kısmında nefis ve heva konusu birbiri ile bağlantılı şekilde ve genişçe işlenmiştir:

Hevanın hakikatı hakkında bir konuşma

Bil ki –Allah seni aziz kılsın- bir cemaate göre heva, nefsin vasıflarından ibarettir. Di­ğer bir cemaate göre heva, nefsin mutasarrıfı ve müdebbiri olan yani onu sevk ve idare eden tab’ın iradesi ve arzusudur. Kul için sürekli ola­rak biri akıldan, diğeri hevadan gelen iki davet vardır. Aklın davetine tabi olan imana ve tevhi­de vasıl olur. Hevanın çağrısına uyan dalâlete ve küfre ulaşır. İmdi vusalata erenlerin hicabı, müridlerin bineği ve (kendilerini) bilme yeri ve taliplerin yüz çevirme mahalli hevadır. Kul, ona muhalefet etmekle emr olunur ve onun sırtına binmekten men olmuştur. Nitekim hevaya bi­nen helak, ona muhalefet eden mâlik olur; de­nilmiştir.

Zünnûn’un (r.a.) şöyle bir sözünü görmüş­tüm: “Havada uçan bir adam görmüş ve bu dereceyi ne ile buldum?” demiş. Bu zat bana, “Hevayı ayağının altına alınca, kendimi havada buldum diye cevap vermişti.” Hicabların keşf ve izahını, açık delillerle bir kitapta ortaya koyaca­ğım. Böylece Allah Teâlâ’nın izni ile maksadın bilinmesinin yolu senin için kolaylaşmış, bunu inkâr edenlerden basiret sahibi olanlar için yol açılmış, doğru yola dönmeleri temin edilmiş, bu suretle benim için de dua edilmiş ve sevap hâsıl olmuş olacaktır.

Hücvirî bundan sonra da “Keşfu’l Hicab” başlığı altında topladığı on bir bölümlük kısma geçer ve eseri tamamlar.

Perdelerden bir perdenin açılması: İman

Hakk Teâlâ: “Ey İman Edenler, iman edi­niz.” (Nisa, 136) buyurmuş diğer birçok yerler­de de “Ey İman Edenler!” diye hitapta bulun­muştur. Hz. Peygamber (sas): “İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe inanmaktır.” buyurmuşlardır.

Lügat yönünden iman tasdik etmektir. Malumun olsun ki Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, tahkik ve marifet ehli olanlar arasında ittifak edilen husus şudur: İmanın bir aslı ve kökü, bir­de fer’i ve dalı vardır. Aslı, kalp ile tasdik; fer’i, emre riayetkâr olmaktır. İstiâre yolu ile bir şeyin fer’ine o şeyin aslını isim olarak vermek Arap­lar arasında âdettir. Şöyle ki: Bütün lisanlarda güneşin ışığına güneş ismini verirler. Bu mana­da olmak üzere bir fırka taata iman ismini ver­miştir. Çünkü kul, sadece taat sayesinde cezaya maruz kalmaktan emin olmaktadır. Kul emrin ahkâmını ve icabını yerine getirmediği müd­detçe, mücerret tasdik, (azaptan) emin olmayı gerektirmez. İmdi daha çok taata sahip olan tüm şahıslar, azaptan daha fazla emin olurlar. Bu, yani taat, tasdikle ikrar suretiyle emnin il­leti haline gelince, ona iman (insanı emniyete kavuşturan) ismini vermişlerdir. (İman, insanı azaptan ve küfürden emin kılmak demektir).

Sonra diğer bir fırka şöyle demiştir: Em­nin illeti taat değil, marifettir. Her ne kadar taat hâsıl olsa da marifet mevcut olmayınca, bunun bir faydası olmaz. Marifet mevcut olunca, taat olmasa bile en sonunda kul kurtuluşa erer. An­cak kulun hükmünü (ilâhî takdirde ve) meşiyette şöyle olması gerekir: Ya Ulu ve Yüce Allah lüt­fu ile onun hatalarından geçer ve onu serbest bırakır veya Peygamberî (sas) şefaati ile onu bağışlar veya suçu miktarınca ona azap eder ve sonra onu cennete gönderir. Bunlar marifet sahibi olunca, hiç şüphe yok ki cürüm sahibi ile olsalar, marifetin hükmü ve gereği olarak cehennemde ebedî olarak kalmazlar. Amel sa­hipleri, marifet olmaksızın mücerret amelde cennete giremezler. İmdi buradan malum olur ki, taat emn için illet olarak gelmemiştir. Nite­kim Resulullah (sas) buyurur: “Hiçbirinizi ame­li kurtaramaz.” Ya Resulullah, Seni de mi? diye sorulunca: “Evet, Beni de amelim kurtaramaz, meğerki Allah rahmetine gark ede.” diye cevap vermişlerdir. İmdi, bu ümmet arasında hiç ihti­laf olmaksızın hakikat itibariyle iman, marifet-ikrar-ameldir.

Hikâyât’ta şöyle bir menkıbe görmüştüm: İbrahim Havvas’a imanın hakikati sorulunca, sual sahibine şöyle dedi: “Şimdi bunun cevabı bende yoktur. Çünkü bu konuda ne söylersem söyleyeyim ibareden ve laftan ibaret kalacak­tır. Hâlbuki bu soruya muamele ile bilfiil cevap vermem lazımdır. Şimdi ben Mekke yolculuğu­na karar vermiş bulunmaktayım. Bu azim üze­rine sen de bu yolda bana arkadaş ol. Böylece meselenin cevabını bulmuş olursun.” Adam diyor ki: Söylendiği gibi yaptım. Onunla beraber çöle düşünce, her gece iki tabak yemek, iki kâse su peyda oluyordu. Birini bana veriyor, öbürünü kendi yiyordu. Böylece giderken çölün ortasında süvari bir pir çıkageldi. Havvas’ı görünce atın­dan indi. Birbirinin hal ve hatırını sordular. Bir müddet konuştular. Sonra pir atına bindi ve geri dönüp gitti. Bunun üzerine Havvas’a: Ey şeyh! Bu pir kim idi, dedim. Havvas: “Senin sorunun cevabı işte bu (hadise)dur.”, dedi. Nasıl olur, dedim. Şöyle dedi: “Bu zat, bana arkadaş ve yol­daş olma talebinde bulunan Hızır Peygamber (s.a.) idi. Fakat ben bunun talebini kabul etme­dim. Çünkü böyle bir sohbette ve arkadaşlıkta, Hakk’a değil, ona itimat ederim de tevekkülüm bozulur, diye endişe ettim.” İmanın hakikati, Ulu ve Yüce Allah’a olan tevekkülün ve güvenin ve muhafaza edilmesidir. Çünkü Hakk Teâlâ: ‘Şayet (hakikaten) mümin iseniz, Allah’a tevek­kül ediniz.’ (Maide, 23) buyurmuştur.”

Fatıma Leyal, “Nefis perdesini ve enaniyet örtüsünü kaldırmak”, Kitabın Ortası dergisi, Kasım, 2018, sayı 20.

YORUM EKLE