Zelzele sebebiyle babasına deprem bölgesinde vazife verilince toruna refakat maksadıyla Boyabat’a geldik. Orada kitaplara bakarken Said Paşa’nın Mîzânû’l Edeb kitabı dikkatimizi çekti. Fatih Şeker Hoca “Türk Dikkati” kitabında bizim milletin bir hususiyetinin de “Az kitabı çok okumak” olduğunu yazıyordu. Bu kitaba daha önce göz atmıştık. Birkaç hediye de etmiştik. Bir daha bakalım dedik.
Kitabı ismiyle müsemma olmasını ümit ve temenni ettiğimiz Saliha Aydoğan Hanımefendi hazırlamış. Ve yine kahraman bir yayıncı olan Kitabevi Yayınları sahibi Mehmet Varış neşretmiş. Mehmet Varış, Sivas’ın yiğitlerinden. Benim asıl bildiğim yiğitliği ecdadın çok kıymetli eserlerini yayınlayabilme cesaretinde görülüyor. 2010’larda bir İstanbul’a gelişimizde, Cağaloğlu Çatalçeşme Sokağı Beyazıt meydanı tarafından aşağı inerken aniden Mehmet Varış beyle karşılaştık. Fakire sarılıp ağlayarak, “Siz beni iki kere batmaktan kurtardınız.” dedi. “Üstad hayırdır nasıl oldu?” dedik. “Bir borcumuzu ödeyemeyip büyük sıkıntıya düşme ihtimalim vardı. Verdiğiniz Mesnevi Şerif siparişleri ile beni kurtardınız.” dedi.
“Görünmeyen umman Ahmet Avni Konuk”un 13 ciltlik Mesnevi Şerif şerhini neşretmek ona nasip olmuştu. O çapta bir eserin basımı ve satışı kolay değildi. Onun için buna cesaret eden çıkmamıştı. Mustafa Tahralı ve Selçuk Eraydın hocalarımızın titizlikle neşre hazırladığı bu eser Hz. Şarihin vefatından 70 sene sonra latin harfleriyle yayımlanabilmişti. Kanaatimizce bu iş büyük hamiyyet ve cesaret işiydi. Biz de bu kıymetli eserin il, ilçe kütüphaneleriyle bazı lise kütüphanelerinde bulunmasının isabetli olacağını, bir gün arayan soranlar bulunacağını ümit ve temenni ettiğimiz için epeyce sipariş etmiştik. Bu onlar için önemli sayı imiş. Ben de “Sizi kurtaran Hz. Mevlâna ve Hz. Şarihtir, bizim o işe gücümüz yetmez.” demiştim.
Söz buraya şuradan geldi. Mizanü’l Edeb kitabını da Kitabevi neşretmiş 2009’da 300 adet olarak. Bu kıymetli kitaplar böyle basılıyor. Keza Hüseyin Vassaf’ın 5 ciltlik Sefine-i Evliya’sı, Aşçı Dede’nin 4 ciltlik hatıraları gibi 4-5 ciltlik kitapları vb. ecdat yadigarı birçok nadide eseri Mehmet Varış yayınlamıştı. Ve bu bizce yiğitlikti ver kahramanlıktı.
Diyarbakırlı Said Paşanın adını ilk defa 1980 öncesi Fehmi Kuyumcu ağabeyden işitmiştim. O da Dede Paşa Hazretleri (v.1973) ve Ekrem Ocaklı (Bayburt 1914-1977) ‘dan duymuş. Üstad Ekrem Ocaklı, Dede Paşa Hz. akrabası eski Gümüşhane Milletvekili divan edebiyatı mütehassısı. Hafızasında pek çok gazel kaside ve beyit varmış. Çok güzel okur ve şerhedermiş. Sadettin Ökten, Ömer Demirbağ ve Hayati İnanç hocaların selef-i salihîninden dense yeridir. Onun çok okuduğu;
“Bir mürüvvetsiz giderse bir mürüvvetsiz gelir
Mülki hüsne gelmedi sultan-ı adil çare ne
Kâküli hemderhamin canana dil vermiş Said
Kabil-i hâl olmadı gitti bu müşkül çare ne”
beyitlerini defaatle dinlemiştik. Tam anlamasak da hafızamıza kaydolmuştu. Fehmi ağabey “Evliyanın Dilinden” kitabını hazırlarken emekli müftü Abdullah Develioğlu’nun Büyük İnsanlar kitabında Sait Paşa’nın Ahlâk Manzumesi’ne rastlamıştık. Bu manzumeyi kitaba almıştı. Daha sonra Ahlâk Manzumesi’nin pek çok fotokopisini yaparak münasip gördüklerimize nakaratı ezberlemek şartıyla takdim etmiştik. Bu Muhammes’in nakarat mısrası anlayana kâfi.
Belâgat (güzel, kusursuz söz söyleme) ilminin 1-meani (mânâ) 2-beyan(ifade) 3-bedîi (güzelleştirme) olmak üzere üç kısmı olduğunu öğreniyoruz.
Ecdadımız güzelden anladığı “Allah güzeldir, güzeli sever” kaidesini bildiği için her işini güzel yapma dikkat ve gayretine sahip olmuşlar. Bir Osmanlı Valisi olan Mehmed Said Paşa ve vezir-i azam olan Ahmed Cevdet Paşa da belagat kitapları yazmışlar. Çeşmelerini de, camilerini de, külliyelerini de bedesten ve kervansaraylarını da güzel yapmışlar. Hele o hüsnü hat, tezhip, ebru sanatları, mezar taşları, kitabeler…
Divan efendisi-zade Diyarbakırlı Süleyman Nazif Efendi’nin oğlu Mehmet Said Paşa (h. 1248) Diyarbakır’da doğmuş, henüz 1 yaşındayken babasını kaybetmiştir.
Seyyid Nesimi, İsmail Fami, Mehmet Emiri, Hâmi-i Amidî, İbrahim Cehdî, Süleyman Nazif Efendi gibi birkaç nesil şair ve san’atkâr yetiştirmiş bir aileye mensup olan Said Paşa ünlü şair ve yazarlardan Süleyman Nazif ve Faik Ali Ozansoy’un da babasıdır. Diyarbakır’da medrese tahsilini tamamladıktan sonra vilayet tahrirat kalemine girip, 1857’de hacegânlık rütbesini almıştır. 1861’de vilayet tahrirat kalemi baş kâtibi 1862’de mektupçu muavini 1868’de vilayet mektupçusu olmuştur. 1871’de mir-î mirânlık rütbesiyle Elazığ, 1874’de Maraş mutasarrıflığına getirilmiştir. Fakat bu görevi uzun sürmemiş, Mahmut Nedim Paşa’nın dahiliye nazırlığında “hased-i akran” sebebiyle işten uzaklaştırılmıştır. Bu olaydan 3 ay sonra 6500 kuruş maaşla Mardin mutasarrıflığına tayin edilmiş, daha sonra Muş mutasarrıflığına getirilmiştir.
1878’de istifa edip Diyarbakır’a dönen Said Paşa, önce Dersim Islahat Komisyonu başkanı Ali Şefik Bey’in, onun ardından Cizre civarının ıslahıyla vazifeli Müşîr İzzet Paşa’nın yardımcılığında bulunmuştur. 4 ay içerisinde etrafındakilerin takdirini toplayarak tamamladığı bu görev sonrasında Said Paşa, 1879’da Siirt ve ardından ikinci defa Mardin mutasarrıfı olmuştur. Diyarbakır valisi Müşîr İzzet Paşa, takdirlerini kazanan Said Paşa’ya Rumeli Beylerbeyliği payesi verilmesini sağlamıştır.
1891 yılında ikinci kez Muş mutasarrıflığı ile görevlendirilmiştir. İkinci Rütbe mecidi nişanı alan Said Paşa Muş’ta 19 ay kaldıktan sonra hastalanmış, kendi isteği üzerine üçüncü kez Mardin mutasarrıflığına geçmiş; 3 ay hizmet verdikten sonra 1891 yılında Mardin’de vefat etmiştir.
Üst rütbe vazifelerde bulunan Said Paşa’nın vefatından sonra ailesinin durumu hakkında oğlu son Bağdat Valisi Süleyman Nazif’in şu sözleri dikkat çekicidir. “Yalnız 14 lirası vardı, Rükubuna mahsus ester (katır) ile bazı eşyasını satarak cenazesini bunların bedeliyle kaldırdık. Ve aileye maaş-ı kanuni tahsis edilinceye kadar borç harç geçindik.”
Her türlü ilimde söz sahibi olan Said Paşa memuriyet vazifesinden geride kalan zamanlarını en çok tarih ve edebiyatla ilgili yazılmış eserleri okuyup inceleyerek tercüme ve telif eserler yazarak geçirmiştir. Mir’at’ül- İber adlı umumi tarihi örnektir. Tahsilin zamanı ve mekânı olmadığına kâni olduğundan kendisi “Meslek-i Kudemada Perverde bir zat” olmakla beraber yeni ilimlerden de tahsile çalışmış Faik Reşad’ın ifadesine göre “Devrinin İbn-i Sina’sı” değerlendirmesini hak eder bir dereceye ulaşmıştır. İdareci olarak dürüstlüğü ile şöhret yapmış ve 40 yıl Diyarbakır eyaletinin vazgeçilmez yöneticilerinden olmuştur.
Hayatı hakkındaki bu izahatlardan iki husus dikkatimizi çekiyor. Ecdadımız temel eğitimden sonra (medrese) memuriyete en alt basamaktan başlatarak sadrazamlığa kadar yükselme yolunu açık tutuyor.
İkinci husus, merhum Mehmet Genç Hocamız’ın ifade ettiği Osmanlı bürokrasisi İngiliz ve Fransız’ın 10 senede düzeltemediği hatasını, çözemediği problemi 3-5 ay içerisinde düzeltiyor. Buna Said Paşa’nın görevden alındıktan 3 ay sonra tekrar iadesini örnek olarak görüyoruz.
Sait Paşa’mızın Mîzânû’l Edeb kitabından birkaç fesahat belagat kaidesi ile “Kudemâ-yı Şu’arâmızın divanlarından müntehab asar-ı manzume” başlığı ile 66 sayfa olarak seçtiği birçok gazel, kıta ve beyitten bazılarını kaydederek yazıya hitam verelim:
“Belagatle yalnız kelam ve mütekellim tavsif olunup kelime tavsif olunamaz. Binaaleyh “kelam-ı beliğ –şairi-i beliğ” denilir. Lakin “Kelime-i bedîa” denilemez.
Zevk-i selim erbabı tabiatı şiiriye ashabı gibidir. O tabiata malik olan bir şair vezni halelden, salim olmayan bir nazmı işitmesiyle beraber tâkdim ve eczayı aruza tatbik etmeye muhtaç olmaksızın o nazımdaki sakâmet-i vezni tabiat kuvvetiyle bilbedahe farkeder.
Şeyh Bahaeddin der ki “Bazıları mübtezel olan kelimenin istimal olunmamasını da şurût-ı (şart) fesahatten addettiler. İnsanın kuvve-i akliyesi sinn ü tecârib ve ma’lûmâtının derecâtına tâbi’dir. Bunun aşağı derecesi yeni dili açılmış çocuklarda görülebilir. Asar-ı edebiye kaleme almak isteyen zâtın kaleme alacağı şey sinninin, müddet-i istihdâmının, ma’lûmâtının meşhûdâtının derecâtına göre makbûliyete mazhar olur.”
Bu harâbı niceler çalıştı ma’mûr etmeğe
Bir yanın ta’mîr ederken bir yanı oldu harâb
Şeyh Niyâzî
***
Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir
Gâh olur gurbet vatan, gâhî vatan gurbetlenir
Hâmî-i Âmidî
***
Epsem ol ki nîk ü bed bî-hûde halk olmuş değil
Her biriyle çerh-i dâniş-perverin bir işi var
Ruhi-i Bağdâdî
***
Derûni-âşinâ ol taşradan bî-gâne sansınlar
Bu bir zîbâ reviştir âkil ol dîvâne sansınlar
Derviş Şinâsî
***
Söze başlarsa tebessüm ile ol gonce-dehen
Dürc-i yâkûtun içinden dür ü gevher dökülür
Atâyî
***
Dehr içinde bir sınuk dîvâr görsen öyle bil
Bir Süleymân mülküdür kim çerh vîrân eylemiş
Fuzûlî
***
N’eylesin gülzârı âşık olmayınca gül-‘izar
Bûsitân-ı cennete suret veren dîdâr imiş
Necâtî
***
İster isen almağa hikmet kitabından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i âsâra bak
Cism terkîb-i gubâridir sen andan fâriğ ol
Rûh-i pâk ol, âlem-i tecride gel, esrara bak
Hayâlî
***
Ey kılan her dem şikâyet gerdiş-i eyyamdan
Kimsenin döndürmeğe gönlünce bir tedbiri yok
Tayyâr Paşa
***
Deme aşk içre bana kim ede irşâd-ı tarik
Sen hemân düş yola Allâhu veliyyu’t-tevfîk
Kemâl Paşa-yı Kadîm
***
Hâtırın şâd eyledin ehl-i vefâ gönlün yıkıp
Bir imâret yapmağa bin ev yıkan mi’mâr teg
Fuzûlî
***
Bilmedim zevk-ı visâlin çekmeyince fürkatin
Olmayınca haste kadrin bilmez âdem sıhhatin
Fitnat Hanım
***
Mevc-i hatardan olmadı âsâyişe medâr
Tâ yanına oturmuş idim nâhüdâların
Nevres-i Kadîm
***
Nâ-ehl olur mu ârız-ı ehl
Her Ahmed’e bulunur Ebû Cehl
İbn-i Kemâl
***
Tohum olmayınca hâk-nişîn bulmaz irtifâ
Olmaz cihânda kimse azîz olmadan zelil
Nâbî
***
Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükte tıfl-ı mekteb ol
Nef’î
***
Oldu olacak olmayacak olmadı aslâ
Âlemde niçin yok yere sa’y u hazer ettim
Tayyâr Paşa
***
Etti emr ehline teslîm-i emânâtı Hüdâ
Ne olur emr-i ilâhi dahi bundan ahkem
Kişver ü saltanat Allâh’ın emânetleridir
Kâfil-i emr gerek ola diyânette alem
İlm ile akl iledir maslahat-i devlet ü dîn
Gör ne buyurdu hadisinde Resûl-i Ekrem
Hazret-i Mûsî-i ʿİmrân gibi ʿâlî-câhun
Emrine olmuş idi Hazret-i Hârun munzam
Nâbî
***
Seni sayd eylemezler mi görürsün vakti gelsin de
Uçarsın ey hümây-ı evc-i nahvet gerçi yüksekten
Bâki
***
Dururken dost, düşmandan hatâdır çâre-cû olmak
Muhibbe dost derdi hoş gelir düşman devâsından
Basîrî
***
Hevây-ı nefsden sermâye-i izzettir istiğna
Azîz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen Züleyhâ’dan
Râgıb Paşa
***
Aşk geldi durmasın gitsin gönülden sabr u huş
Gayre yer kalmaz serây-ı dilde sultân var iken
Âşık-ı dil-teşne el çekmez lebinden bilmiş ol
İstemez bir kimse ölmek âb-ı hayvân var iken
Rahîkî
***
Bî-vefâ yârin Muhibbî cevrini ma’azur tut
Yârsız kalır cihânda aybsız yâr isteyen
Sultân Süleymân
***
İ’tirazı ko bozuldu gülşen-i âlem diye
İşbu bâğ-ı bî-bekânın bâğbânı sen misin
Azmî-i Âmidî
***
Bâtıl hemişe bâtıl u bî-hûdedir velî
Müşkil budur ki suret-i haktan zuhur ede
Bâkî
***
Etmez tarik-i hakta olan halka ser-fürû
Egmez minâre kametini bâd eserse de
Ârifî Ahmed Paşa
***
Sakın nev-devletân- asrdan himmet hayâl etme
Abestir gevher ümmîd eylemek bahr-i musavverde
Fitnat Hanım
***
Cehûl-i ilm ü irfâna kemâlât arzı ayniyle
Bakılsa mushaf ihdâ eylemektir kâfiristâna
Lebîb-i Âmidî
***
Bir kimse değil sırr-ı kaderden âgâh
Mâni’de vü Mu’tî de Cenâb-ı Allâh
Lâzımsa da esbaba tevessül etmem
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi’llâh
Lebîb-i Âmidî
***
Gınâ-yı nefse mâlik olmadıkça er ganî olmaz
Hakîkatte gedadır mâlik olsa ma’den-i sîme
Mes’ûd Lutfî Efendi-i Âmidî
***
Hallâk-ı cihân âleme kıldıkta tecelli
Her kimseyi bir hâl ile kılmış müteselli
Celâl Çelebî
***
Değildim ben sana mâ’il sen ettin aklımı zâ’il
Bana ta’n eyleyen gâfil seni görse utanmaz mı
Fuzûlî
Kitabın Tetimme-i Mukaddime kısmı (giriş- tamamlama) şu cümle ile başlar;
"İşte Kudemâ-yı Şu’arâmızın iktidâr-ı edebîleri ne kadar âli olduğuna bâlâdaki numuneler delil-i kâfidir.”
Şöyle biter;
“Kitabımızın mukaddimesi burada hitam bulmağla bundan sonra –mecmû’una ilmi belâgat denilen- ma’âni ve beyan ve bedîi ilimlerinden bahsedeceğiz inşallah Teâla.”
Bu makalede ism-i şerifi geçen dârı bekâya göçmüş muteber zevata rahmet ve mağfiret, hayatta olanlara da sıhhat ve âfiyet niyaz ederiz. Sâ’yleri meşkûr, himmetleri hâzır ola.
Orhan Alimoğlu