Suyu gözlerinden öper. Ateşi, toprağı, rüzgârı gözlerinden öper. İnsanı gözbebeklerinden… Sevince su gibi, ateş, gibi, toprak gibi sever… İçinde kaynayan bir bulutla dolaşır, hüzünlü; çıldırmış bir güneşle dolaşır, yakıcı… Hayatı aşktan ve incelikten ibaret gören bir âdem… Aymazlıkları da aşka dâhil…
Çantasında, o her zaman yanında taşıdığı çantasında mutlaka bir divan bulunur. Farisî bilir, iyi bilir; Hafız’ı aslından okurken “Allahuekber” getirir. Sadece Hafız’ı değil, hele Fuzuli’yi okurken “Leyla” gibi olur, sarhoşlaşmak ne demek, tepeden tırnağa küfelik olur.
Hem çalar, hem söyler, hem dinler. Çalar; bağlamaya kapandığında dünyalık olan her şey ardındadır; ezgi bütün hücrelerine işler. Söyler; sesi sakin, alt perdeden çıkar, söylerken türkü yakıcıların yüreğine eşlik ediyorcasına inliyor gibidir, içinde kaynayan bulutlar boşalmaya başlar. Dinler, o görünmez, o büyülü söz ve ses kanatlarına kalbinin parmaklarıyla tutunur, dalar gider. Eskilerin “tayy-ı mekân/tayy-ı zaman” dedikleri hâl en fazla onda görülür, şiir ve müzik söz konusu olduğunda.
On parmağında on hüner vardır
Hazreti Hüseyin deyince içinde Kerbela yangınları tutuşan, göz bebekleri keder terleyen bir âşıktır. Fuzuli ile her göbekten her kuşaktan akraba çıkar. Sünni; oğlunun adı Haydar. Alevi dedelerinin yanlışını düzeltecek kadar cem ayinine aşinadır, Yezid Dede olarak bilinir. Meşrebince her meşrebe mütemayildir, yük alır, hafifletir ancak asla hafif meşrep değildir.
Gençleri takibe çalışır. Onları sahih olana, sahici olana alıştırmak için gençleşir, onlar arasına karışır; halden anlar. Anladığı hâli yaşadığı ve onu ağlak kılan hâl ile meczeder.
On parmağında on hüner vardır. Hünerinin hiç birini paraya pula, şana şöhrete tahvil etmeye tevessül etmemiştir. Her şey kendisi içindir.
İyi bir ahşap oymacısıdır. Evindeki mobilyayı da, çaldığı bağlamayı da kendisi yapmıştır. İyi saz çalar, teller onun parmaklarına öyle munis bırakır ki kendini, bir derenin dört mevsim akışı doğallığında gezinir eli dut kütüğünde…
Vakti zamanında Kemal Tahir’in o ecik bücük Osmanlıca notlarını, el yazısı romanlarını Latin harfleriyle temize geçmiştir. El yazısında en zor metinleri bile su gibi okur.
Kitabı suya düşürdüğünden Lokman Hekim’e gönül koyanlardandır
Şairdir. Aklını azat etmiş, kalbine teslim olmuş bir Süleyman gibi dolaşır şiirin vadilerinde. Az söyler, çok bilir. Bildiğini söyleyememenin ağırlığıyla saçları kar beyazı… Dudakları sır saklamaktan nasır bağlamıştır. Güneşten toprağın çatlaması gibi içindeki yangından dudaklarının çatladığı olur.
İyi bir aşçıdır. Evde yemekleri çokça kendisi yapar. Bütün otların dilinden anlar, hangi hastalıklara şifa olduğunu bilir. Kitabı suya düşürdüğünden Lokman Hekim’e gönül koyanlardandır. Fakir, hayatında yediği en lezzetli bulgur pilavını onun evinde taam etmiştir.
Ezelden Urfalı, ahirden Ankaralıdır.
Her işlek mekâna bir teşehhüd miktarı uğrar.
Allah’tan ve karısından korkar.
Mehmet Ragıp Karcı… Hepimizin “Ragıp Abi”si… Soy ismi hariç her iki adıyla da müsemma… Karcılığı yürek yangınının ve yüreklere ateş taşımasının ironisi olsa gerek…
Yüzü her daim Harran ovası… Moğol yıkıntılarında açan Güney çiçekleri…
Mehmet Aycı yazdı
Aslında insan gördüğü her şeyde kendini anlatıyor sevenle sevilen bir olunca yakamoz misali bir güzellik çıkıyor kim kimi anlatmış desem güzellik kıyıya vurmuş bizede payimiza düşeni almak kalıyor sevgi ve saygilarimla...