Müzik, siyaset, edebiyat diye üç başlık açsam ve “Bakın işte Edward Said'i bu kelimelerde aramalıyız” desem, Edward Said'e İsrail Devleti'nden sonra en büyük ihaneti ben yapmış olurum!
Yıl 1935. Said doğuyor. Filistin Müftüsü ve Ürdün Kralı bir türlü liderlik konusunda anlaşıp da Filistinlilere derin bir nefes aldırmıyorlar. Ülkedeki yönetim boşluğundan yararlanan Yahudi yerleşimcilerin sayısı ise gün geçtikçe artıyor. Said karmaşanın arttığı kentte büyüyor, ki gökte kurulup yere indirilen Kudüs'ten çıkma vakti geliyor. Akrabalarının yanına, Kahire'ye gidiyorlar. Bir daha vatanına dönemeyecek ve üzerinde daima o sürgün elbisesini taşıyacaktır.
Yıl 1948. Said delikanlıdır. İsrail devletini ilan edenlerin ise o sene eli kanlıdır. O kan kurumayacak ve Said iki yıl sonra daha uzak bir ülkeye göç edecek, hayatını orada kuracaktır. Edward Said bir Amerikan vatandaşı olmuştur ama sırtındaki o sürgün elbisesi ölene kadar çölün kokusunu taşıyacaktır.
Entelektüel'in biyografisini vermek değil derdim. Daima Avrupa'ya, Amerika'ya, İsrail'e birilerini savunurken gördüğümüz o güçlü entelektüelin yaralı tarafından pek bahsetmeyiz. Belki de bu yüzden, onun da bir “özel hayatı” olduğundandır ki doğumu ve sürgününe dikkat çekmek istedim.
İsa- Mesih'in akrabası
Babası Kudüs doğumludur. Annesi ise Nazareth-Beytlehem'de doğmuştur. Anne, Hz. İsa'nın doğduğu yerde doğmakla; babası ve Said ise Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği şehirde doğmakla hemşehrisidirler İsa-Mesih'in. Bir kutlu haberle, müjde ile gelen peygamberin hemşehrisi olan çocuk, büyüdükçe benzer bir kaderle hem-hal olacaktır. Sürgün, kabul edilmeme, dışlanma, marjinal kabul edilme.
Hz. İsa ile Edward Said ruh ikizidir, demeyeceğim. Maksat; çileli yoldaki hal benzerliğini hatırlatmak.
Said'i anlatırken bazı kavramları bizim yöresel-köylü siyasilerimizin algılayışıyla yorumlamamak idrak için hayırlı olur kanaatindeyim. Mesela,” Edward Said laik ve marksistti” dediğimde, laikliğinden Deniz Baykal'a; Marksistliğinden de Apo'ya benzediğini düşünebilirsiniz ki epey yanılırsınız. Bizde laiklik, Marksizm, Atatürkçülük gibi kavramların nasıl sündürülebildiği ve sömürülebildiği yakın-kısa cumhuriyet tarihinde epey örnekle izah edilebilir. Allahtan Said Türkiye'de doğmamış. Öyle ya, aynı kimlikte olsaydı, statüko onu da sıradan bir karşılaştırmalı edebiyat profesörü yapar, zaman zaman da darbe anayasaları korunsun diye cübbesini giyer yollara düşerdi.
Said, yalnız ve dürüst bir insandır. Hristiyan kökenli olması, Marksist estetiğe göre hayatı yorumlaması, dinlere karşı laik durması, dilbilimde humanist yaklaşımlar sergilemesi “mağdurun yanında durmasını” engellememiş; başta İsrail sorunu olmak üzere, terör ve İslam'ın bağdaştırılması için çalışan lobilere karşı “bizden” daha çok direnmiştir. Haberlerin Ağında İslâm, Yeni Binyılda Filistin Sorunu, Kış Ruhu, Oryantalizm, Entelektüel yukarıdaki dürüstlüğün en büyük kanıtlarıdır.
Bir profesör sadece profesör değildir!
Sembolik de olsa ömrünü adaletten yana tüketen adam gitmiş ve İsrail askerlerine taş atmıştır Hanzala gibi. O resmi gördüğümüzde bir garip oluyoruz. İçimiz sızlıyor. Ankara'dan abim gelmiş, diye şarkılar söylüyoruz…Az da olsa homurdananlarımız oluyor:” İş mi yaptığı?! Gösteriş için taş attı! Oradaki çocuklar Said gidince de taş atacaklar!” diyorlar. Doğru. Said, ebediyyen gitti. Bir daha taş atmayacak. Bir daha Said gibi birileri gelir ve mağdurdan yana olur mu onu da bilmem. Ama bildiğim şu: Bir edebiyat profesörü yalnızca bir edebiyat profesörü değildir. Gerçi beni okutan ya da okutmayan proflarım bana bir profesörün asla profesör olamadığını isbat etmişlerdir! İnsanın tırnak uçlarında bitmediğinin kanıtıdır Edward Said. Yeşil kart, ardından da Amerikan vatandaşlığını alıp çiftlik evinde kös kös oturup, cips yer, Lost seyreder, Ortadoğu haberleri ekranda görününce “anamın topraklarında yine kan akıyor” deyip biraz hüzünlenir sonra da tv'yi kapatıp fosur fosur uyumaya gidebilirdi. Ya da bir dernekten gelen çağrı üzerine demokratlara karşı yürüyüşe katılmak için dışarı çıkar “şu demokratlara da özgürlük batıyor! Elbette Amerika'dan başka ülkede nükleer olmamalı” diye Kuzey Kore ya da İran karşıtı bir gösteriye katılabilirdi. Vietnam Savaşı'na ya da Bağdat'ın İstilasına gönüllü katılabilirdi. Zaten evlere şenlik ülkemin tezlerini asistanlarına yazdıran profesörleri böyle yapmıyorlar mı! Asker brifinglerinde (güya) aydın-entelektüellerim ceketlerinin düğmesi ilikli beklemiyorlar mı paşaları. Sahi, aktivistler arasında neden proflarımız ya da şöyle aklı başında bir aydınımız yoktur?! Edward Said'in ruhundan özürle bir isim zikredeceğim: Türkan Saylan ekranlarda milletin dinine, inanç özgürlüğüne “söver” sonra da kızları okullu yapacağız diye sövdüklerinin karşısında durur pişkin gülüşüyle. Türkan Saylan gülebilir mi? Gülmekle ilgili bildiği; son gülen iyi güler, kindarlığında bir sözden öte değildir herhalde.
Hüzün daha fazla hüzün
Said, müzisyendir. Klasik müzik formları hakkında amatör çalışmaları vardır. Marjinal, sürgün ve yabancıysanız bu dünyaya; nihayetinde müziğe yaslarsınız kulağınızı.
“Sürgün bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında zorla açılmış umarsız gedik: Özdeki hüznün üstesinden gelmek mümkün değildir.” Said için eve dönmek mümkün değildi. Artık, imkansız. Özündeki hüznünü de alıp gitti. Peygamberlerden sonra, Chomsky'nin tabiriyle entelektüeller dünyanın marjinal muhalifleridir. En marjinal muhaliflerden, uzak akrabamız Edward Said öldü. Altı yıl oldu. Demokrat görünümlü diktatörlük devletleri kendilerini daha kolay allayıp pullayıp satabilirler artık.
Franz Fanon Siyah Deri Beyaz Maske'de sömürgeciliğin modern ve sahtekar yüzünü çözümlemişti. Edward Said ise elimize iyi bir koz bırakıp gitti; özgür olmak için gerekiyorsa sürgün olmayı kabul etmemiz gerçeğini.
(Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörlerinden Murat Belge'nin yukarıdaki eleştirilen taifeden olmadığını; Edward Said meşrepli olmadığını da belirteyim de hak geçmesin.)
Zeki Bulduk
"Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği şehir" mi " hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın çarmıha gerildiğine inanılan" şehir mi?