Stefan Zweig, “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” adlı biyografi kitabında üç yazarın hayatını anlatır. Casanova, Stendhal ve Tolstoy’u anlatır Zweig. Görünüşte birbiriyle alakası olmayan üç yazarın iç dünyasına yönelir. İnsanın kendisini anlatmasının üç basamağını temsil eder; söz konusu üç yazar. Casanova, en alt basamaktır. Stendhal, bir üst basamaktır çünkü psikoloji devreye girer. Tolstoy ise insan olmanın anlamını keşfederek bir üst basamağa yerleşir.
Bukowski, kendi hayatının şiirini yazmanın bir başka örneğidir. Onu her ne kadar hikaye ve romanlarıyla tanısak da esasen şiirleriyle edebiyata girmiştir. Bukowski ve eserlerinin çoğu; şiirlerden oluşur. Bukowski’nin bir başka özelliği de “kendini” merkeze alması. Kendi hayatının şiirini yazanlara dördüncü bir yazar bulunacaksa; bu, pekala Bukowski olabilir. Peki, Bukowski kimdir? Yazının konusu işte bu soru…
Bukowski, bu açıdan kolaylıkla Casanova ile aynı basamakta konumlandırılabilir ve buna çoğunluk itiraz etmez. Yine de farklı çağlarda yaşayan bir ikili değildir onlar. Bukowski, birçok yönüyle Casanova’yı çağrıştırır. Mesela, Casanova’nın itirafları kibir kokar; Bukowski ise kendisi ile dalga geçer. Bukowski’nin korkaklığına, ikiyüzlülüğüne, pişmanlıklarına da şahit oluruz. Evet, bir kemal abidesi değildir o. Ancak dünyaya boş vermişliği ile ciddiye aldıklarımızın aslında ne kadar anlamsız olabileceğini görebiliriz. Ayrıca “nefsi emmare”nin ne kadar alçalabileceğine dair de sağlam ibretler vardır onun kitabında.
Tembelliği sayesinde…
Asıl adı Heinrich Karl Bukowski olan şair; 16 Ağustos 1920 tarihinde Almanya’nın Andernach kentinde doğdu. Babası Amerikalı bir asker, annesi ise Alman’dı. Daha sonra ailesiyle birlikte Los Angeles’a yerleştiler. Gaddar bir babası vardı. Yaşanan dönem de ekonomik olarak çok gaddardı ve Bukowski’nin yaşıtları da ona karşı bunu fazlaca hissettirdiler. Gazetecilik ve edebiyat eğitimi almak için kaydolduğu okula, iki yıl devam etti. Okulu yarım bırakıp postacılık yaptı, mezbahanede ve köpek bisküvisi fabrikasında işçi olarak çalıştı. Tembelliği ve çok uğraşmasına rağmen çalışmak için müracaat ettiği gazetelerde, göze girememiş olması sayesinde bugün; yazar Bukowski’den bahsedebiliyoruz.
Okulu bıraktıktan kısa bir süre sonra ilk öyküsü yayınlansa da bir müddet yazmaktan vazgeçti ve on yıl boyunca da yazmadı. Onu yazmaya döndüren; yaşadığı ölümcül mide kanaması oldu. Şiirler yazdı, otobiyografik metinlerinde Henry Chinaski’yi, özne olarak seçti.
Bukowski’nin Casanova’yı aşan yönü psikolojiydi. O kendi travmalarını ve sendromlarını adeta ifşa edercesine yazdı. (Bu ifşaatın boyutları marazi bir durumdu belki de)
Peki ya Stendhal ile Bukowski’yi karşılaştırırsak nasıl bir sonuç çıkar karşımıza?
Ne diyor Zweig? “Stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi aldatmaktan hoşlanan pek az yazar vardır; yine de pek az yazar gerçeği ondan daha iyi ve daha derin bir şekilde dile getirebilmiştir.” Bukowski, o kadar vurdumduymazdır ki yalan söylemez. O bir doğrucu değildir, esasen boş vermiştir. Eğer hayatı biraz ciddiye alsa sağlam bir yalancı olabilirdi. Sağlam bir yalancı olsaydı da Bukowski olamazdı. Güvenilir bir dürüst değildir, Bukowski. Tam bir nihilisttir. Onun nihilizmi; şimdinin başarı ve kariyer müptelalarına ve kişisel gelişim saplantısına kapılanlara “kurtuluş” kapısı açabilir.
Hepsini anlıyoruz da Tolstoy gibi saygın bir yazarla Bukowski’yi nasıl aynı cümle içinde kullanacağız? Yine Zweig’tan okumaya devam edelim. Zweig, Tolstoy’un 54 yaşındayken hiçlikle yüz yüze geldiğini ve bunun da hayatının bir özelliği haline geldiğini anlatıyor. 54 yaşından sonra başyapıtlarını kaleme alan Tolstoy, ahir ömründe o büyük çiftliğinden kaçar ve ıssız bir tren istasyonuna sığınır. Zaten yaşlıdır ve ağır bir hastalığa yakalanır. Adalet Ağaoğlu’nun roman ismini ödünç alırsak “Ölmeye Yatmak”tır yaptığı.
Bukowski, bu minvalde hiçlikle benzer bir yüzleşme yaşamaz. Çünkü genç yaşından beri bir balığın, suyun içinde yaşaması gibi hiçliğin içinde yaşamıştır. İçinde yaşadığı suyu anlatmayı denemiştir ve böylece o da “kendi hayatının şiirini yazanlara”; daha doğrusu bunu şiddetle gerçekleştirdiği için “kendi hayatının şiirini kusanlara” dâhil olmuştur.
Bu özelliği, onu Tolstoy’dan büyük yazar yapmaz elbette. Ancak başka zamanlarda, başka dillerde yaşayan iki yazar olmalarına rağmen ortak bir paydada buluşturulabileceğini gösterir bence. Bukowski bunu nasıl başarmış? Bir arkadaşına yazdığı mektupta bu soruya cevap vermiş sanki: “Birisi bana ne yaptığımı, neden ve nasıl bir şeyler ürettiğimi sormuştu. Ben de ona denememesini söylemiştim. Bu çok önemlidir, denememek önemlidir. Ne lüks arabalar için, ne olumsuzluk ne de bir şeyler üretmek için… Sadece beklemelisiniz. Bir şeyler olmazsa bir sure daha beklemelisiniz. Duvardaki bir sinek gibi duşunun. O size yaklaştığı anda oldurursunuz. Başınızın etrafında dolaştığı anda onu yakalar ve oldurursunuz. Ya da ondan hoşlanırsanız arkadaşlık kurar ve evinizde kalmasına müsaade edersiniz.”
Evet, Bukowski’den de öğreneceğimiz şeyler var. Yeter ki; beklemeyi, daha doğrusu beklentisiz bir bekleyişi göze alabilelim.
Yazıyı, Yağız Gönüler’den bir alıntı ile bitirmek isterim: “Bukowski okumaktan korkmayın, onu okumaktan korkandan korkun.”
Suavi Kemal Yazgıç, “Kendi hayatının şiirini kusan Bukowski”, Makas dergisi, Nisan-Mayıs 2019, sayı 7.