“Her şeyden önce, Peygamberin bile yenilgi denebilecek (Uhud) bir hüsran yaşamış bulunması dinamik bir derstir” demişti, Allahsız Müslümanlık adlı eserinde... Şu da ona aitti: “Bir Müslüman için gerek İslâm’ın ve gerekse başkalarının bütün yasalarına temel olacak ilke ortada: Var edilmiş her şey saygındır...”
![]() |
(+) |
Ne kadar da özlemişti son zamanlarında yazmayı… Olmadı. Fakat kuşkusuz, gök kubbemizde hoş bir seda bırakarak ayrıldı aramızdan… Medyanın bu vefata yeterince yer vermemesi ise anormal bir durum değildi elbette. Herkes meşguliyeti nisbetinde yaşıyordu bu hayatı… Nasıl bir cenderenin içindeydi böyle Ömer Lütfi Mete? Gazeteciliğe matbaa çıraklığı ile başladı. Çeşitli gazete ve dergilerde yönetici ve yazar olarak çalıştı. İlk Genel Yayın Müdürü İsmail Oğuz’dan, gazeteciliğe dair şu sözü işitmişti: “Gazetecilik besmelesiz meslektir.”
Kökten Batıcılığa karşı
Ömer Lütfi Mete, sinema ve dizi senaryoları da yazdı. Bir tarafıyla da şairdi o... Yalnızca bugüne hitap etmiyordu, yarına dair endişelere sahipti. İnsanî duyarlılığı yüksekti. Eşya ve hâdiseyi “biz” hassasiyeti ile tahlil etmiş olması, onu ne adaletsiz davranmaya, ne de kabileci bir köken bağnazlığına sevk ediyordu… İdeolojik bir yobazlığın tutsağı da olmadı asla! Düşünerek ve sorgulayarak yaşadı: Amigoluk yapmadı! Çatışan ve çekişen sahte kutuplaşmalarda saf tutmadı. Türkiye’deki kökten batıcılığın psikolojik taarruzuna karşı direniyordu âdeta…
Geleneğine bağlıydı, fakat ölçülü olmak kaydıyla, yeniliğe de açıktı.
Kahramanı Hazreti Ali’ydi. “Kusursuz incelik, zarafet ve bilgeliğini en üzüntülü ve en öfkeli anlarında bile yaşadığı ve yansıttığı için” hayrandı ona.
“Sözünün eri, haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı tercih eden insan bulabilirsek, biz yine eski günlerimize döneriz” demişti, bir müddet evvel...
Etrafı tarafından derviş meşrepli olarak addediliyordu Ömer Lütfi Mete.
![]() |
(+) |
En verimli çağında ayrıldı aramızdan…
Ülkesinin ve ülkesinde yaşayan insanların maruz kaldığı psikolojik harbin farkındaydı her daim, bu bilinçle yazdı… Çağından mesul bir duruşa sahipti esasında. Kendisinin de ifadesiyle, “kayıtsız ve kaygısız” güruhtan olmadı. Tahlilci, şüpheci ve mukayese yapabilen bir kalemi vardı. Meselâ şu kritik soruyu soruyordu muhatabına bir yazısında: “Kapitalizm dediğimiz ‘gelişmiş barbarlık’ her türlü insanlık dışı kazancı bir şekilde aklayıp paklamıyor mu?”
Kuşkusuz, milletine namlusunu çeviren tanklara selam durmadı hiçbir zaman. Devletin millet için varolması gerektiğine inanıyordu zannımca; devlet araçtı zihninde, amaç değil… Bütün insanlığa büyük hizmetler getirecek bilgi ve buluş üretmeyi, sanat şahikaları yaratmayı ülkü edinmemiz gerektiğini, ancak bu şekilde, Türkiye pasaportunun dünyaca saygı duyulan bir belge olabileceği kanaatindeydi. Öyle birkaç diziye ve partiler arası kısır didişmelere hapsedilecek biri değildi, Ömer Lütfi Mete… Türkiye’nin varoluş kavgasına katkısı oldu. Büyümekten ziyade, adaleti şiar edinmiş dosdoğru bir devletin varolmasını temenni ediyordu. Yarım doktorun, yarım hocanın, yarım devletin, insanı nelerden ettiğine şahitti: Devlet bir iş görecekse eksiksiz görsün istiyordu. Derin devleti olmayan bir Türkiye’nin devlet olamayacağına inanıyordu. Derin milletin manifestosunu yazan adamdı o: “Türkiye’nin tek meselesi vardır, o da yeniden devlet olup olamamaktır!”
Fakat öyle ya da böyle, yiğidin kuru soğana muhtaç olduğu bu ahval ve şeraitte, yiğidin borcu ölümdü sahiden… Ölmek ve uyanmaktı.
Afşin Selim “asla unutamam” dedi
Boynumuz yiğit boynudur. Bükerse sevda büker...