Türkistan’ın büyük velilerinden olan Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Hâce-i Ahrâr (hürlerin şeyhi) diye de meşhurdur. Gönlü, dünya malından ve iki cihan kaygısından âzâde olduğu için kendisine bu ismin verildiği nakledilir.
Hicrî 806 senesinin Ramazan ayında Taşkent’in Bâğistan Köyü’nde doğdu. Nesebi Hazret-i Ömer’e ulaşır.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir gün rüyasında Hazret-i Îsa’yı (a.s.) görmüştü. Bazı yakınları bu rüyayı, onun tabip olacağı şeklinde tâbir etmek istedi. Ancak o, bu rüyayı, kendisine ölü kalpleri diriltme yani halkı irşâd ederek gönüllerini ihyâ etme vazifesi verileceği şeklinde tâbir etti.
22 yaşına geldiğinde hem ilim tahsiliyle meşgul oldu hem de Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerini dolaşarak Nakşibendiyye’nin önde gelen sîmâlarından istifâde etti. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin kabrini ziyaret etti. Onun pek çok halifesiyle görüşüp onlardan feyz aldı. Bilhassa Alâüddîn Gucdüvânî Hazretleri ile 40 gün sohbet etti ve ondan irşâd icâzeti aldı.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:
“İlk zamanlar, içimde öyle bir niyaz fırtınası kopmuştu ki hür-köle, büyük-küçük, avâm-havâs demez, kime rastlasam büyük bir tevâzû ile ondan duâ ve himmetlerini ricâ ederdim.”
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) bir müddet sonra Yâkub Çerhî Hazretleri’nin yanına gitti. Birkaç gün sohbetinde bulunduktan sonra ona intisâb etti. Çerhî Hazretleri yanındakilere onun hakkında şöyle buyurdu:
“Mürîd dediğin, mürşidin huzuruna işte böyle gelmeli! Her şeyi ile mânen hazır durumda olmalı. İş sadece icâzet yazmaya kalmış. Lambayı, yağı ve fitili hazırlamış, sadece kibrit çakmak gerekiyor.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, üç ay kadar Yâkub Çerhî Hazretleri’nin sohbetinde bulunduktan sonra hilâfet alarak Herat’a döndü ve halkı irşâda başladı.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bütün ömrünü, halkın irşâdı ve hayır hizmetleriyle geçirdi. Fıkarât, Risâle-i Havrâiyye, Risâle-i Vâlidiyye, Ruka‘ât (Mürâselât) gibi kıymetli eserler kaleme aldı.
Bir defasında Herat’a gidip zamanın sultânı Ebû Saîd ile görüşerek dînen meşrû olmayan “tamga” adındaki ticaret vergisini kaldırmasını istedi. Sultan da Buhâra ve Semerkand şehirlerinden bu vergiyi kaldırdı, ayrıca ülkesindeki bütün gayr-i İslâmî vergileri kaldıracağına dâir söz verdi.
Hâce Ubeydullah Hazretleri’nin ilimde derinleşmiş müridlerinden Mevlânâ Burhâneddîn şöyle anlatır:
“Kış mevsiminin başlarıydı. Hava çok soğuktu. Sultan Ahmed Mirza, Türkistan’a sefer düzenlemişti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin kendisiyle birlikte gelmesini de arzu etti. Hâce Hazretleri hiç tereddüt etmeden bu dâveti kabûl etti. Yanında bir grup arkadaşı da bu sefere iştirâk ettiler. Ben de onlardan biriydim. Yolculuk esnâsında Hâce Hazretleri ve arkadaşları çok sıkıntılar çektiler. Zira hava gayet sertti. Birçok kere hatrıma; «Eğer Ahrâr Hazretleri bu seferi istemeseydi Sultan ısrar edemezdi. Böylece hem kendileri hem de arkadaşları bu derece mihnet ve meşakkate düşmezlerdi. Hâce Hazretleri için bu seferde hiçbir fayda yoktur.» diye bir vesvese geldi. Her ne kadar bu kötü düşünceyi kalbimden uzaklaştırmak istedimse de mânî olamadım. Bu zor şartlarda Şâhruhiye’ye varıldı.
Şehre inişimizden iki-üç gün sonra ansızın şiddetli bir gürültü koptu; dört bin kadar Moğol kâfiriyle bin kadar Özbek kâfiri şehri yağma etmek için gelmişler ve o civardaki kasabaları talan edip her yeri yağmalayarak altüst etmişlerdi. Şehrin halkından ve üst tabakasından bâzı heyetler Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne gelerek duâ etmesini istiyorlar ve ağlaşarak:
«–Sultân’ın bu kadar kâfire karşı koyacak askeri yoktur. Bu belânın giderilmesi, sizin hayır duânıza bağlıdır.» diye ricâ ediyorlardı. Sultan da büyük bir teessür içinde Hâce Hazretleri’nin yanına gelerek himmet buyurmalarını talep etti.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, ilim ehlinden bir grupla birlikte dışarı çıkıp o zalim askerlerin bulunduğu yere gitti. Askerlerin kumandanı ve emîrleriyle konuşarak onları iknâ etti. Bu sohbetten öyle müteessir oldular ki hepsi boyunlarındaki putları çıkarıp fırlattılar ve Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin huzûrunda Müslüman oldular. Askerlerini de İslâm’a girmeye teşvik ettiler. Ne kadar asker varsa hepsi İslâm’la şereflendi. Askerler, etraftan aldıkları iki bine yakın esir ile on bin kadar hayvanın tamamını Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne iade ettiler.
Hazret, önce esirleri vatanlarına gönderdi. Daha sonra askerlerin İslâm’ı öğrenmesi için bir hâfız ve bir fıkıh âlimi vazifelendirdi. Hâfız, onlara Kur’ân-ı Kerîm’i; fıkıh âlimi de İslâm’ın şartlarını, ibadet, muâmelât ve ahlâkını tâlim etmeye başladı.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şehre döndü, Sultan’dan izin isteyip Semerkand’a yöneldi. Yola çıktığımızda bana hitâben şöyle buyurdu:
«–Mevlânâ Burhân! Yolculuk zahmetine niçin katlandığımızı şimdi anladın mı?»
İstanbul’un fethinde bulunması
Sultan Fatih, İstanbul’un fethi hakkında Akşemseddin Hazretleri ile sohbet ederken “Bana öyle bir dua öğret ki fetih için bana yardımı olsun” der. Akşemseddin Hazretleri de “Zikrin, ‘Destur Yâ Şeyh Ahmed’ demek olsun. Şeyh Ahmet’den himmet (yardım) taleb et” der.
Bu zikre devam eden Fatih sorar: “Şeyh Ahmed kimdir ki tazarru ve niyaz eyledim?”
Akşemseddin Hazretleri’nin cevabı: “Şeyh Ahmed, bu zamanın tasarruf sahibi ve kutbudur.” Şeyh Ahmed, Özbekistan’da / Semerkand’da bulunan Ubeydullah Ahrar Hazretleri’dir.
Fatih, bu zikrini fetih esnasında devamlı surette tekrarladı ve fetih müyesser oldu.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek İstanbul’un fethine iştirâk ettiğini, torununun oğlu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:
“Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip süratle Semerkand’dan dışarı çıktı. Talebelerine; «–Siz burada oturunuz!» buyurdu.
Mevlânâ Şeyh isminde bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:
«–Türk sultânı Mehmed Han, benden istiânede bulundu (yardım taleb etti). Ben de O’na yardıma gittim. Allâh’ın izniyle zafer kazanıldı.» buyurdular.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin torunu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
“İstanbul’a gittiğimde Sultan 2. Bâyezît şöyle buyurdu:
«–Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbi’me ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. O zât, şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:
“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.
O zâta:
“–Küffâr askeri çok fazla!” dedim.
O da bana cübbesini açarak:
“–İçine bak!” dedi.
Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım:
“Onların hepsi İslâm ordusuna yardım etmek için geldi.” buyurdu ve devam etti: Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e vur ve bütün askere hücum emrini ver!”
Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, hicrî 895 senesinin Muharrem ayı başında hastalandı ve 89 gün süren rahatsızlığın ardından 89 yaşında vefat etti. Bu tevâfuk, talebelerine:
“Bir günlük hummâ hastalığı, bir senelik günahlara kefârettir.” hadîs-i şerîfini hatırlattı.
Hâce Ubeydullah Hazretleri hastalığı şiddetlendiğinde bile namaz vakitlerine riâyet eder, ilk vaktinde kılmaya çok ehemmiyet verirdi. Artık iyice ağırlaşmıştı. Rebîulevvel ayının son günü, akşam namazı vakti idi:
“Akşam namazı oldu mu?” diye sordu.
“Oldu.” diye cevap verilince, namazı işaretle kıldı. Yatsı vakti girerken son nefesini verip Hakk’ın rahmetine kavuştu. Tarih 29 Rebîulevvel 895 / 20 Şubat 1490 idi.
Mübârek naaşı, Semerkand’ın Hâce Kefşîr Mahallesi’ne defnedildi.