İslam davetçileri sıhhatli bir mantığa ve ruhi inceliğe sahip olmalı

''İnsanları İslâm'a çağırma metodumuz 'ameli' ve 'ahlâki' olmalıdır. 'Ameli' olmasıyla kastettiğimiz insanların İslâm'ı pratiğimizde görmeleri, 'ahlâki' olmasıyla kastettiğimiz ise davetçilerin güzel bir ahlâka sahip olmaları ve davetlerini bu güzel ahlâka dayandırmalarıdır. Müslüman, amel ve ahlâkıyla temeyyüz ettiği gibi; sağlam, güvenilir, sarsılmaz akidesi ve müsbet anlayışıyla da ön plana çıkar.'' Fatıma Leyal, Ebu’l Hasan En-Nedvi’nin hayatı ve fikirleri üzerine yazdı.

İslam davetçileri sıhhatli bir mantığa ve ruhi inceliğe sahip olmalı

İsmi Hindistan ile özdeşleşen Ebu'l-Hasan en- Nedvi, Hz. Hasan’ın (r.a.) soyundan gelmektedir. 1914 yılında Hindistan’da sülalesine ait 5-10 hanelik bir yerleşim biriminde dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda kitaplarla tanışan Nedvi’nin babası da âlimdir. Ancak henüz dokuz yaşında iken babasını kaybeden Nedvi, ondan yeteri kadar istifade edemez. Abisinin terbiyesi altında yetişen Nedvi’nin annesi zühd, takva, zikir ve öğrendikleriyle amel etme bakımından zamanın ender hanımefendilerinden birisidir. Üstad Nedvi, annesi ile alakalı bir hatırasını şöyle anlatır: “Ben bir şeyler anlama ve yazma yaşıma ulaştığımda annem bana şöyle nasihatte bulundu: Yavrum! Ne iş yaparsan yap Allah’ın ismini anmadan işine başlama. Dilin sürekli şu dua ile ıslak kalsın; ‘Allah’ım! Salih kullarına verdiğini bana da ver.’ Manaları çok yüce olan bu salih kelimeleri, aradan uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ hatırlarım.”

Babasının vefatı aileyi maddi imkânsızlıklara iter ve Nedvi, okuyamama tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Ancak Prens Nur Hasan, Nedvi’nin elinden tutar ve eğitimini üstlenir. Arapça, Urduca, Farsça ve İngilizceyi öğrenen Üstad, yirmili yaşlarına geldiğinde medreselerde okutulan tüm dersleri tahsil etmiş durumdadır.

Nedvetu’l-Ulema’nın geçmişinde Nedvi Ailesi’nin büyük hizmeti vardır

1943’te İslâmî İlimler Merkezi’ni kuran Hasan en-Nedvi, 1948’de de Nedvetu’l-Ulema’ya seçilir. Hindistan’daki en önemli İslâmî kuruluş olan ve Âlimler Meclisi anlamına gelen Nedvetü’l-Ulema, genelde tüm Müslümanların özelde ise Hindistan’daki Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmek ve çözüm üretmek üzere 1893 yılında kurulmuştur. Organizasyonunda önemli ilim ve fikir adamları bulunmaktadır. Temel eğitim ve öğretim üzerine bina edilmiş olan bu kurum, ilmi tedrisatın uygulamasına yönelik Dâr’ul-Ulum müessesesini de bünyesinde barındırmaktadır. Kurulduğundan bu yana binlerce insanın eğitimine vesile olmuş ve bir o kadar davetçi yetiştirmiştir.

Kuruluşun geçmişinde Nedvi Ailesi’nin büyük hizmeti vardır. Bu anlamda Hasan en-Nedvi’nin dedeleri din, tarih, kültür alanlarında izler bırakan eserler bırakmışlardır. Babası Abdülhayy, Nedvetü’l-Ulema’nın üçüncü başkanlığını yapmış, ondan sonra büyük oğlu bu görevi yürütmüş ve 1950’lerde Hasan en-Nedvi bu görevi üzerine almıştır. Başkanlığı devraldıktan sonra kuruluşun alt şubelerini Hindistan’ın değişik bölgelerinde kurdu. Dünyanın çeşitli yerlerinden ve Hindistan’ın içinden gelen ilim taliplerine hizmeti ulaştırmaya çalıştı. 1951’de “İnsani Mesaj” hareketini oluşturan Nedvi, 1986’da “İslâm Edebiyat Birliği”ni kurdu.

İslâm dünyasının el kitabı

O, tek başına ilmi faaliyetlerin yeterli olmayacağı kanaatindedir. Bu amaçla bir arayış içine girer. İlmi faaliyetler için şehir şehir gezen Nedvi, hakkında “Muhammed İkbal’in inancı odur ki İslâm âleminin geçirmekte olduğu siyasi sarsıntılar, Müslümanları uyandıracak, onları yataklarından dürtükleyerek kaldıracak ve onlarda hayat belirtileri başlayacaktır.” dediği Muhammed İkbal ile tanışır ve onun şiirinden son derece etkilenir. Civar illeri gezer, döneminin ileri gelen şahsiyetleri ile tanışır, düşüncelerini onlara da açar. Amacı farklı tecrübelerden istifade etmek ve öncekilerin hatalarını tekrar etmeksizin, kısa zamanda uzun mesafeler kat etmektir. Bu amaçla Tebliğ cemaatinin lideri Muhammed İlyas Kandehlevi ile tanışır. Çok etkilenir, aynı hareketi kendi dünyasında tatbik etmek ister. Ufku genişlemiş ve Hindistan dışındaki Müslüman dünya ile de ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde ilim ve fikir dünyasında fırtınalar koparan, büyük bir ilgi ve beğeni toplayan “Müslümanların Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti” adlı eserini kaleme alır.

“Müslümanların Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti” adlı eseri onun için bir dönüm noktasıdır. Artık Nedvi, bu eseri ile tanınacaktır. Eserin Arapça çevirisi yapıldıktan sonra İslâm dünyasının el kitabı gibi okunur. Eser, İngilizlerin İslâm dünyası üzerindeki emellerini ve Müslümanların başına ördüğü çorapları tüm çıplaklığı ile ortaya koyduğu için İngiltere kitabın ülkelerine girişini uzun süre yasaklar. Artık Nedvi için sadece Hindistan Müslümanları değil, tüm dünya Müslümanlarının sorunları önemli hale gelmiştir.

Nedvi, devrinin ünlü simaları ile de tanışmaya çalışır. 1951 yılında Mısır’ı ziyaret ettiğinde Mısır’da tanınan bir kişidir. Mısır’da Seyyid Kutup, Muhammed Gazali gibi ilim ehli ile fikir teatilerine başlar. Dünyanın muhtelif yerlerinden gelen Müslüman talebelerle tanışır, düşüncelerini onlara açar. Bu arada Türkiye’den gitmiş olan talebelere de sohbetler eder. Onlarla çabucak bir ünsiyet kurduğunu, kanlarının kaynaştığını söyler. Bu talebeler arasında halen Fatih Camii’nde kadim usul üzere tedrise devam eden muhterem hocamız Muhammed Emin Saraç da bulunmaktadır. Daha sonra Türkiye’ye her geldiğinde Saraç Hocaefendi’yi arayacak ve soracak, o günlerde atılan bu tohum, her ne zaman Türkiye anılsa Üstad’ın aklına hocaefendiyi getirecektir.

Talebelerinin kalplerinde muhkem kaleler inşa etmişti

Nedvi, her yönü ile dört dörtlük bir âlim, bir fikir adamı, bildiğini yaşayan, yaşadığını söyleyen bir ulu insandır. Ali Tantavi’nin Üstad için kullandığı şu ifadeler ne kadar doğru ve yerindedir: “Ebu’l Hasan’ı Mekke’de, Medine’de ve Şam’da yakinen tanıdım, daha önce de Hindistan’dan biliyordum. Her halükarda onu hak yolunda istikamet üzere duran, Allah için çalışan, gerçek zühd sahibi bir zahit ve tevazu eri olarak gördüm. O öyle hayat perdesinin ardında yasayan gafillerin, dünya nedir bilmeyen, dünyanın içindekilerden habersiz kişilerin zahitliğini değil, dünyayı ve dünya ehlini tanıyan bir âlimin zühdünü yaşıyordu. Doğu’yu ve Batı’yı görmüş, dünya başkentlerinde ve şehirlerinde dolaşmış, ulularla ve küçüklerle oturup kalkmış, gençliğinin ilk çağlarını Prens Nur Hasan’ın sarayında geçirmiş, lüksün ve konforun en alasını yaşamış biri iken, bütün bunlardan el etek çekmiş gerçek zahit biri idi. Onun zahitliği mahrumiyetin doğurduğu bir zahitlik değildi. O, yiyecek lokması olmayıp da kendini zahit gösteren aç birinin zühdünü yaşamıyordu. Aksine önünde envai türlü yemekler dururken onlara karşı iştahsız kalarak bir zahitlik yaşıyordu. Uluslararası konferanslara katıldığında, misafirlerin konakladığı büyük otellerde konaklamaktan kaçınır, öğrencilerinin evine misafir olmayı tercih ederdi.

Ne kadar da çok talebesi vardı. Bir kale inşa eden, bir orduya komuta eden ululardan sayılıyorsa, bilinmelidir ki Ebu’l Hasan, talebelerinin kalplerinde taşlardan inşa edilen kalelerden daha muhkem, daha güçlü kaleler inşa etmiştir; salih âlimlerden, ihlas sahibi davetçilerden küçük bir ümmet oluşturmuştur.”

İslâm için yaşayan ve İslâm’ı çok güzel bir şekilde anlamış biri

Ebu’l Hasan en-Nedvi, bütün ömrünü ilme adadı. “İslâmî tebliğ için daha neler yapabilirim?”in cevabını aradı durdu. 177’si Arapça olmak üzere Nedvî’nin Urduca ve İngilizce olarak yazdığı veya konuşmalarından derlenen kitap ve risâlelerinin sayısı 700’ü bulmaktadır. Birçok eseri dünya dillerine çevrildi. Fikirleri sadece Hindistan Müslümanları arasında değil, tüm dünya Müslümanları arasında yayıldı.

Seyyid Kutup onun hakkında der ki: “Ben onu taşımış olduğu Müslüman kişiliğinden ve yazmış olduğu kitaplarından tanırım. Ben onda Müslümanca düşünen bir akıl ve tertemiz bir kalp gördüm. Onu; İslâm için yaşayan ve İslâm’ı çok güzel bir şekilde anlamış biri olarak tanırım. Bu Allah için bir şahitlik olup, onu eda etmek istedim.”

Belki Ebu’l Hasan en-Nedvi’yi çağdaşlarından ayırt eden en önemli özelliği onun ümmetçi biri olmasıydı. Kendisi bid’at ve hurafelerden arınmış tasavvufi bir meşrebe sahip olmasına rağmen, İbn Teymiyye’nin hayatıyla alakalı çok güzel bir kitap kaleme aldı. O bütün Müslümanları bir ümmet ve kardeş olarak görüyordu. Onun şiarı; kendisini çok sevdiği ve takdir ettiği Hasan el-Benna’nın şu sözü idi: “Gelin Müslümanlar olarak ittifak ettiğimiz meselelerde birbirimize yardım edelim, ihtilaf ettiğimiz hususlarda ise birbirimizi mazur görelim.”

31 Aralık 1999 Cuma günü (23 Ramazan 1420) itikâfa girmişti. Abdest aldı, Kehf Suresi’ni okumaya başladı ve sure bitmeden Kur’an’ın üzerine yığıldı, ruhunu Allah’a teslim etti. 86 yıllık ömrünü Kur’an’a hizmet için geçirdi, yine Kur’an ile bitirdi.

İslâm Hayatı Bütünüyle Kuşatır

Ocak 1998’de Vahdet dergisinde Hasan en-Nedvi ile İslâmî edebiyat, İslâm tebliğinin nasıl olması gerektiği, Müslüman dünya üzerinde devam eden baskı ve zulümlerin sebepleri ve İslâmî hareketin sorunları üzerine bir röportaj gerçekleştirilmişti. Bu röportajı istifadenize sunuyoruz:

Muhterem hocam, biz sizin "İslâm Edebiyat Birliği"'nin başkanı olduğunuzu biliyoruz. Bunun için ilk sorumuz şu olacak: İslâmi edebiyatın, İslâmi hareketteki önemi nedir?

İslâmi edebiyatın, Müslüman davetçilerin "aklen", "ruhen" ve "incelik" açısından şekillenmesine yardımcı olduğunu söyleyebiliriz. Davetçilerin, toplumu doğru ve hikmetli bir şekilde İslâm'a yöneltmek için sıhhatli bir mantığa ve kuvvetli bir ruhi inceliğe ihtiyaçları var. İşte bunu gerçekleştirmede İslâmi edebiyatın rolü büyüktür.

Bugünkü Müslümanların fikir ve amel alanında öncelikleri neler olmalıdır?

Kanaatimce Müslümanların ilk önceliği şu olmalıdır: Herkesten ve her şeyden önce Müslümanların, İslâm'ın evrensel ve ahirete kadar geçerli olacak bir sistem olduğuna inanmaları gerekir. Aynı zamanda toplumu yönetmeye elverişli, çağın ihtiyaçlarına cevap veren ve asrın sorunlarına çözüm getiren yegâne sistem olduğuna kesin şekilde inanmaları, bu konuda herhangi bir tereddüde düşmemeleri icab eder.

Müslümanların İslâm'ın ebedi ve çağın gerisinde kalmayan, çağlar üstü bir nizam olduğuna ilişkin inançlarında meydana gelebilecek şüphelerden daha tehlikeli bir yıkım olamaz. Bu kuşku Müslümanların kendilerine olan güvenlerini sarsar. Çünkü zamanın gerisinde kalmış, tökezleyerek ilerlemeye çalışan bir din, tüm çağları kuşatıcı ebedi bir din olamayacağı gibi toplumun ihtiyaçlarına da cevap veremez. Onun için genelde bütün Müslümanların ve özelde ise topluma öncülük edecek olan davetçilerin İslâm'ın üstünlüğüne ve toplumun maslahatlarına en uygun sistem olduğuna dair inançlarını tazelemeleri gerekir. Bu ilk adımdır. Diğer adımlar bundan sonra gelecektir.

Müslüman ve gayrimüslim toplumlarda, İslâm tebliğinin nasıl olması gerektiği konusunda bizlere bazı özet bilgiler verir misiniz? 

İnsanları İslâm'a çağırma metodumuz "ameli" ve "ahlâki" olmalıdır. "Ameli" olmasıyla kastettiğimiz insanların İslâm'ı pratiğimizde görmeleri, "ahlâki" olmasıyla kastettiğimiz ise davetçilerin güzel bir ahlâka sahip olmaları ve davetlerini bu güzel ahlâka dayandırmalarıdır. Müslüman amel ve ahlâkıyla temeyyüz ettiği gibi; sağlam, güvenilir, sarsılmaz akidesi ve müsbet anlayışıyla da ön plana çıkar.

Müslümanların üzerinde yıllardır devam eden ve gittikçe artan zulmün sebebi sizce nedir? 

Bunun sebebi İslâm'ın "yaşayan" bir din oluşudur. Bütün asırlarda önderlik yapmaya hak kazanmış bir dindir İslâm. Çünkü bütün asırların ihtiyaçlarına cevap verebilecek niteliktedir. İslâm'ın bu üstün özelliğinden dolayı kendilerini İslâm'ın rakibi olarak gören din ve milletlerde bir hased ve kin oluştuğu gibi bu hased ve kin, bir korku ve endişeyi de beraberinde getirmektedir. Çünkü onlar sultayı yani iktidarların iplerini ellerinden kaçırma korkusu içerisindedirler. Bu korku ve endişelerinden dolayı İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaş açmışlardır. İslâm'ın idareyi eline geçirmesi halinde, onların dünya üzerindeki sömürgelerinin sona ereceğini bildiklerinden, bu zulüm Müslümanların gelişmesi ve ilerlemesiyle orantılı olarak artmaktadır.

Peki, hocam bizim bu durum karşısında tavrımız ne olmalıdır?

Burada bize düşen İslâm'la iftihar etmemiz, gurur duymamız ve İslâmi şiarlarımızı yükseltmemizdir. Ayrıca İslâm'ın tüm insanlığın yararına olduğunu ispatlamamız lazım. Çünkü İslâm'ın sadece belli bir toplum veya milletin yararına değil bütün beşeriyetin yararına olduğu açıktır. Şunu da belirteyim ki Müslümanlar hiç bir baskının karşısında yılmamalı, azim ve kararlılık göstermelidirler.

Hocam siz dışarıdan Türkiye'yi nasıl görüyorsunuz, bize bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Dünyanın her tarafındaki Müslümanların, özellikle Hint Müslümanlarının Osmanlı hilafet devletine olan sevgi ve bağlılıkları bilinen bir vakıadır. Ancak şu anda hem Müslüman Hintlilerin hem de diğer Müslümanların Türkiye'ye bakış tarzları pek olumlu değildir. Zira Türkiye'de İslâmi hayatın toplum hayatından tecrit edildiğini görüyoruz. İslâmi hayat bir tarafta, toplumsal hayat başka bir taraftadır. Öyle ki Türkiye'de artık İslâm'dan korkulur hale gelinmiştir.

Bütün bunlara rağmen şunu da belirtmek isterim ki; Türk halkının itikada ve namaz, oruç gibi ibadete taalluk eden konularda hassasiyeti hâlâ devam etmektedir. Ancak uygarlık ve toplumsal yaşantı açısından daha çok Batılı bir topluma benzemektedir.

Bugünkü İslâmi hareketin sorunları nelerdir? Bu sorunların çok olduğunu biliyoruz, ancak size göre önemli olanları kısaca açıklar mısınız?

Kanaatimce en büyük sorunumuz hem İslâm'ı iyi bir şekilde tanıyan hem de asrın şartlarını ve ihtiyaçlarını bilen şuurlu davetçilerin olmayışıdır. Müslümanların bir yandan inandıkları İslâm'ın ne olduğunu iyice öğrenmeleri öte yandan içinde yaşadıkları toplumun şartlarını iyi değerlendirmeleri gerekir. Bu konudaki sorunlarımızın hâlâ devam ettiği kanaatindeyim.

Bildiğimiz kadarıyla sizin büyük İslâm şairi Dr. Muhammed İkbal'le ilgili bazı çalışmalarınız var. İkbal'in eserleri, başkanlığını yaptığınız İslâm Edebiyat Birliği'nin ilgi alanına da giriyor. Vahdet okuyucularına İkbal hakkında da bazı özlü bilgiler vermeniz, onunla ilgili düşüncelerinizi kısaca serdetmeniz mümkün olur mu?

Benim Muhammed İkbal hakkında Arapça yazdığım bir kitap var. Bu kitap Urduca ve İngilizce'ye tercüme edildi. Türkçe'ye de tercüme edildiğini tahmin ediyorum. (Türkçeye "İslâm Şairi Dr. Muhammed İkbal" olarak tercüme edilmiştir.) Bu kitap bu konuda yeterli bir bilgi içeriyor.

Son olarak Vahdet okuyucularına tavsiyeleriniz nelerdir?

Türkiye halkının İslâm'a güvenmesini ve İslâm'ın her çağın ve özellikle çağımızın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir din olduğuna tereddütsüz inanmalarını istiyorum. Ayrıca dünyada yaşayan halkları en verimli ve faydalı bir şekilde idare edebilecek, asrın ruhuna uygun yegâne nizamın "İslâm nizamı" olduğunu bilmeleri gerekir. Kendilerine bu konuda hiçbir tereddüde düşmeden İslâm'ı bir bütün olarak benimsemelerini tavsiye ediyorum.

Şunu çok iyi bilmelidirler ki İslâm sadece bir ibadet dini değil, aynı zamanda hayatın tümünü kuşatan bir hayat nizamıdır. Bu konuda insanların zihinlerinde oluşturulan tereddütler, İslâm hayat nizamında eksiklik olmasından değil insanların bu yüce nizamı eksik bilmelerinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla bu konudaki bilgilerini artırmaları, İslâm'ı bir bütün olarak tanımaları halinde birtakım dış güçlerin olumsuz propagandalarından dolayı zihinlerinde oluşan bazı tereddütler de kaybolup gidecektir.

Fatıma Leyal, “Ebu’l Hasan En-Nedvi’nin Hayatı, Fikirleri ve Eserleri”, Kitabın Ortası dergisi, 12. sayı.

YORUM EKLE