Kim ki iz bırakır yarınlara hakikatle, sonsuz saadete ermiştir. Kim ki şuura ermeden yaşamıştır dünyada, huzura ermemiştir.
İlim ve irfan sahibi kimseler çınar ağacı gibi büyüdükçe daha çok gölgelendirirler sinesine gelenleri. Önemli olan o çınarları tanımak ve yapraklarının altında korunmaktır, batıl güneşinin ışıklarından. Böyle bir çınardan bahsetmek istedim bu haberde. XV. yüzyılda yaşamış olan İbrahim Tennûrî’den…
O, yaşayış tarzı, ilim ve irfan anlayışı ile kendi çağının örnek insanlarından birisi
Tennûrî’nin amacı insanlara huzur aşılamaktır. Dîvânında edebî sanatları büyük bir ustalıkla kullanır, Arapça ve Farsçaya hâkim olduğu halde eserlerinde sade bir dil tercih eder.
İbrahim Tennurî, Sivas’ta Sarrafzâde ünvâniyle şöhret kazanmış olan "Tennûr" isimli bir köyden olan sarraf Hüseyin Efendi’nin oğludur. Annesi ise Amasyalıdır. Doğum tarihi hakkında bir bilgi yoktur ama eserleri onu her zaman yeniden doğmuş gibi yaşatmaktadır.
Mevlânâ Sarı Yakub’dan ilim tahsil etti
Sivas’ta yaptığı ilk tahsilden sonra zâhirî ilimlerin Konya’daki en meşhur âlimlerinden olan Mevlânâ Sarı Yakub’dan ilim öğrenir. Hocası ebediyete göçene kadar da Konya’da İlim tahsil eder, ancak onu kaybettikten sonra durmaz Konya’da. Kayseri’ye gelerek Hunat Hâtun Medresesi’nde birkaç yıl müderrislik yapar. Verdiği hizmetlerden dolayı adına bir mahalle kurulduğundan, kendisi de cami, çeşme gibi hayır inşa ettiğinden Kayserili olarak bilinir. İnsanın, yaptığı hizmetler ile gönül ülkesinde fahri hemşehri olabilmek her kula da nasip olmaz. Şeyh İbrahim, bunu başaranlardandır.
Medresenin vakfiyesinde gördüğü bir ibare üzerine müderrisliği bırakma kararı alır. O ibare şudur: “Müderris ve cümle müstefidîn hanefiyyü’l-mezheb olalar. (Müderris ve bütün çalışanları Hanefi Mezhebinden olmalıdır.)” Kendisi Şâfiî mezhebinden olduğu için bırakır müderrisliği. Tüm ısrarlara rağmen müderrislik için mezhep değiştirmez.
Kur’ân-ı Kerim ile hemhal olan, manasını düşünmekle vakit geçiren Tennûrî’nin içi Allah sevgisinin nuru ile aydınlanır. İçinde yanan ateş ile adeta tennûr (tandır)a döner. Gözyaşları ile söndüremez bu yangınını, vecde gelerek bayılır zaman zaman.
Akşemseddin’den icâzet ve hilâfet aldı
İbrahim’in hali hal değildir, aşk derdine düştüğünü anlar. Gönül derdinin dermanı için kâmil bir şeyhin yanına gitme kararı alır. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halîfesi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocası olan İstanbul’un manevî fâtihi Akşemseddin’e yıllarca hizmet eder. Ondan icâzet ve hilâfet alarak tekrar döner Kayseri’ye. Halkı sözle irşâda başlar.
Akşemsettin’den almış olduğu feyizle değerli eserler yazar. Üç oğlu, iki kızından geniş bir aile silsilesi vardır. Bazen kendinden geçip dünyayı unutur, çocuklarını dahi bilemez. Şeyh İbrâhim’e, aşk ile coştuğu zamanlarda vücudunun tennûr (tandır) ateşi şeklinde kızarması, babasının "Tennûr" isimli bir köyden olması ve harareti fazlalaştığı zamanlarda tennûr (tandır)’a girmesi sebebiyle "Tennûrî" denmiştir.
Sûfî bir şair olan Tennûrî’nin Hakk’ın takdirini kazanmaktan başka emeli yoktur. Gayb âleminde bilinmeyen gizli hazine olan vahdet-i vücuda ulaşmaya çalışarak Allah’ı aramaya koyulmuştur. Ten, can ve nefis kavramlarıyla hemhal olarak nefsi yenmenin tek merhalesi olan aşkla kanatlanarak yanmıştır. Bunun için Hisarcık'ta uzlete çekildiği küçük bir ev de vardır.
Her ne kadar Allah akılla idrak edilirse de, akla ışık veren yine Allah’ın nurudur. İnsan ancak o nur ile Allah’ı idrak eder, yine o nur ile Allah’ı bulur. Sûfî şâir, tasavvufî yönü ağır basan Gülzâr-ı Manevî, Gülşen-i Niyaz adlı eserleriyle, mecmualarındaki ilahileriyle bütün bu hususları dile getirir.
Kabri Kayseri’de Şeyh Camii’nin bitişiğinde
Yine eserlerinde bütün mü’minlerin bir mürşid-i kâmile intisap etmeleri gereğini anlatır. “Âşık” mahlasıyla şiirler yazan bu Hak âşığı, Hamzevîler arasında uzun süre ün ve tesirini gösterir. Bu tesirde tasavvufî yönünün etkisi göz ardı edilemez.
İbrâhim Tennûrî‘nin Gülzâr’ı yazmaktaki maksadı sanat yapmak değildir. Onun maksadı insan-ı Kâmil’in tuttuğu yol olan “Şerî’at-Tarikat-Hakikat” prensiplerini açıklamaktır. Gülzârnâme’nin konusu Müslümanlara ilmihal bilgilerini öğretmek ve bu bilgiyle donanan insanları tasavvuf yoluna sevketmektir. Fıkıh ile tasavvufu birleştirmiş olması yönüyle sahasında tek eserdir.
Gülşen-i Niyaz isimli divanı Gülzâr-ı Ma‘nevî’ye nispetle daha düzenli bir mesnevi özelliğini taşır. O şiirleriyle kah cennet ve şefaat isteyenlere seslenir kah cinayet işleyenlerin nasıl cezalandırılması gerektiğini fıkıh kuralları içerisinde açıklar. Bazen bu kuralların bâtınî yönünü irdeler. Nefsin dâima insanla mücadele halinde olduğunu, insanın bunları terbiye edemediği müddetçe kurtuluşa eremeyeceğini belirtir.
Şeyh İbrâhim, h.887 (m.1482) yılında güz mevsimindeki yaprak dökümüne eşlik ederek bir perşembe gecesi Kayseri’de vefat etmiş. Mezarı, eski adıyla Emir Sultan Mahallesi, yeni adıyla Cumhuriyet Mahallesi’nde kendisinin yaptırdığı Şeyh Camii’nin bitişiğinde.
Dr. Mustafa Fidan’ın Tennurî - Hayatı ve Eserleri kitabı bu güzel insanı yakından tanımama vesiledir. Haberi o mübarek zatın aşk ile yazdığı şiirlerinden bir dörtlükle bitirmek isterim: "Câna cefa ya kıl vefa/ Kahrın da hoş, lûtfun da hoş/ Ya dert gönder yahut deva/ Kahrın da hoş, lûtfun da hoş…"
Sergül Vural yazdı
İbrâhim Tennûrî Hazretlerinin külliyatının, özellikle divanının yeni harflerle neşredilmesini niyaz ediyoruz. Sesimizi duysunlar.Câna cefâ kıl ya vefâKahrın da hoş lûtfun da hoşYa derd gönder yahud devâKahrın da hoş lûtfun da hoşHoşdur bana senden gelenYa hil’at u yâhud kefenYa tâze gül yâhud dikenKahrın da hoş lûtfun da hoşGelse celâlünden cefâYâhud cemâlünden vefâİkisi de cânâ safâKahrın da hoş lûtfun da hoş...