90’lı yıllardı ve henüz gençtim. İnsanlığı kurtarma hayalleri ile yaşarken birdenbire bir üniversite bırakılmış, yarına dair umutlar kalmamış, bütün zihinsel formasyonları formatlanmış, anne eline baba cebine bakar hale geri dönüş. Yaşamayı istediğim hayat ile yaşadığım hayat arasındaki uçurum gözümü karartıyor, gönlümü daraltıyordu. O karaltı ve daralma zamanlarında neler hissedip neler düşündüğümü ancak karaladığım notlardan hatırlayabiliyorum.
Bosna ve Çeçenistan bizim içimizi kanatıyor, öfkemizi artırıyordu. Bir şey yapamıyordum. 1994 devalüasyonuyla cebindeki yirmi doların Türk lirası karşısındaki artışına sevinen insanlar vardı. Yeni Şafak’ın yerel bir gazete sanıldığı ve “Türkiye’nin Birikimi” iddiasıyla çıktığı zamanlardı. Her bayide bulmak mümkün olmuyordu. Ben Malatya’yı ve üniversiteyi terk etmiş, İstanbul’da Rumeli Hisarı'nın karşısında, Boğaz'ın kıyısında, kazanamadığım üniversite sınav sonucunu öğrendiğim an, boğazın derinlikleri beni çağırıyor sanmıştım. Atamadım kendimi sulara...
Pastanede İsmet Özel
Üniversite kitapları yerine kendi “okuma serüveni”mi inşa eden kitaplar okumuştum. O dönem okuduğum kitaplardan ve uzaktan şahit olduğum savaşlardan yorgun düşmüştüm. Şimdi o kadar yorgun düşmüyorum, yazık! Pastanede çalışıyordum. Boşta geçen bir yılın ardından bedenen yorulmak iyi geliyordu o dönem, çünkü düşünmemeyi sağlıyordu. Yoruluyordum ve uyuyordum ama yine de okumaktan kopamıyordum. Geceleri dondurma paketlerken kasetçalarda İsmet Özel’den şiirler dinliyordum. Dondurma imalatı ve satış zamanları arasında bulduğum boşluklarda Yeni Şafak okuyordum.
Gazeteyi bitiremediğim için, sonra okumak üzere saklıyordum. İsmet Özel ve Ali Bulaç’ın bir arada yaşama tartışmaları üzerinden gerçekleştirdikleri yazılar, Mustafa Özel, Rasim Özdenören, Mehmet Efe derken Dil Burcu’nda İbrahim Kardeş, haftada bir yazdığı yazılarla dikkatimi çekiyordu. Kimdi, bilmiyordum. Yazılarındaki dil duyarlılığı, kelime ve kavramlarla uğraşması, yazılarını temellendirmesi, çıkardığı yorumları beğeniyor, eleştirilerine katılıyor, yeni şeyler duyuyor, öğreniyordum.
Günler böyle geldi, geçti. Çalışmaktan yoruldum. Cuma günü dondurma tezgahını bırakıp üniversite sınavına girmek üzere K.Maraş’a gittim. Bir mizah dergisi alıp sınava girdim. Rahattım çünkü beklentim yoktu. Uzun soruları okumaktan sıkılınca karikatürlere bakıyordum. Garip bir şey oldu, üniversiteyi kazandım. Kader beni Konya’ya gönderiyordu.
Sohbetinden her zaman keyif aldığım şair yazar ağabeyim Duran Boz (Ömer Erinç) Bahçelievler Parkı'nda bana Konya’da görmem gereken bir isim olduğunu söyledi: İbrahim Demirci. Bahçelievler Parkı, K.Maraş’ta şair ve yazarların, okurların buluşma, konuşma ve sohbet mekanıydı.
Karşılaşma
Referans verilerek gerçekleştirilen tanışmalardan hoşlanmadığım için ihmal ettim İbrahim Demirci’yi ziyaret etmeyi. İbrahim Demirci’nin yazılarını İbrahim Kardeş olarak ziyaret etmemiş/edememiştim. Zihnimin bir köşesinde seyyale gibi gezinen bir düşünce yolumuzun ne zaman kesişeceği üzerineydi. Dört yıl boyunca karşılaşmak mümkün olmadı.
Üniversiteyi bitirdim ama Konya’da mukimliğim sürüyordu. O dönemde yine Konya’da Biyoloji okuyan Ömer Yalçınova ile aynı evde kalmaya başladık. Bir gün İbrahim Demirci ile buluşacağını söyledi. Zamanı gelmişti sanırım. Rampalı Çarşı'daki Ütopya Kitapevi'ne gelecekti, gittik. Biz biraz erken gelmiş, kitaplara bakıyor, çay içiyor, onu bekliyorduk. Bir ara içeriye uzun boylu, dalgalı, kırdan daha çok beyaza çalan renkte saçları ile takım elbiseli, elinde içi kitap dolu çantası olan bir adam girdi. Selamlaşmamız ve ilk tanışmamız böyle oldu. Selamlaşmış ama çok konuşamamıştık. İlk intibam, çok konuşkan biri değil gibiydi.
Kapıdaki süpriz
O zamanlar Ömer Yalçınova Atlılar dergisinin Konya temsilciliğini yapıyordu. Derginin Konya toplantısı gerçekleştirilmişti. Osman Özbahçe, Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Murat Güzel, Vural Kaya gibi isimleri hatırlıyorum. Toplantıya İbrahim Demirci de gelmiş, bir kenarda oturup konuşmaları dinlemişti. Toplantı bitmiş, sigara ve edebiyat dolu koyu bir sohbet başlamıştı bizim evde. Ev belki de tarihinin en kalabalık dönemini yaşıyordu. Her şey güzeldi ama ev sahibi olarak bu kalabalık grubu nasıl ağırlasak, ne ikram etsek diye düşünüyorduk ki İbrahim Demirci geldi. Yanında herkese yetecek, ertesi gün dahi bizi doyuracak kadar etliekmek yaptırmış. Ne süpriz...
Benim için İbrahim Demirci tanışıklığı ve zihnimde bıraktığı ilk etki kendisinden beklenilmediği bir anda yaptığı, düşündüğü ya da söylediği bir söz, eylem, karakter, okuma aşkı ve iyilik. Söz ustalığı anında bir karar ve eylem adamı. Yapılacak işe inandığında taşı elinin altına koymaktan çekinmeyen, yüksünmeyen, yanınızda desteğini hissettiren bir ağabey, arkadaş, dost yerine göre baba...
Sözün, düşüncenin ya da edebiyatın en iyisini söyledikleri, düşündükleri ya da yazdıklarını iddia edenlerin içinde bulunduğu handikap, yaşadıkları ile yazdıkları arasındaki mesafedir. Ben böyle bir çelişkiyi, İbrahim Demirci'yi daha yakından tanıdığım on yıllık süreç içerisinde görmedim. O’nu kitapları, yazıları ya da şiirleri üzerinden tanıyıp sevmiş dahi olsanız dahi tanıştığınızda kişilik olarak yazdığı ve söylediği şeylerden daha öte bir insan, bir karakter olduğunu görebilirsiniz.
Çay ve sözlük
İlk tanışıklıkta biraz mesafeli ve soğuk gibi görünür. Evinde yaptığımız ilk iftarda ben öyle düşünmüştüm! Çok az konuşuyordu. Sorularımıza kısa cevaplar veriyordu ve sofrada bir sessizlik oluyordu. Zamanla alıştık. Sizden hoşlanmadıysa dahi çok belli etmez ama daha az ilgi gösterir. Beğenileri, hayretleri ya da kızgınlıkları mimiklerine, havaya kalkıp inen kaşlarına, göz kapaklarının açısına ve gülümsemesine yansır. Güzel, içten bir gülümsemesi vardır. Öfkelendiğinde kaşlarının çatılıp söylendiğine şahidim. Çok fazla taşan biröfkesini görmedim. Kontrollüdür.
Ben onu her zaman çay ve sözlük ile birlikte anımsarım. Elinden çayı ve okumalarından sözlüğü eksik etmez. Ansiklopedi karıştırması da ilginç gelmiştir bana mesela. Evlerde bir zamanlar dizi dizi vitrinleri süsleyen, gazetelerin verdiklerinden tutun da özel olarak alınmış olanlara kadar bulunan ansiklopedilerin “ev ödevleri” dışında açılıp kullanıldığını düşünmezdim çünkü. Tarama sözlüklerinden kelime araması da ilginç gelmişti. O zamana değin hiç tarama sözlüğüm olmamıştı ve ne işe yaradığını da bilmiyordum doğrusu.
Ortak suskunluk
Konya’daki evinde kendisini ziyaret ettiğim zamanlarda aklımda kalan şey Demirci ile “ortak suskunluklarımız” olmuştur. Ben onun kitaplığında keşfe dalmış, çeşitli kitapları karıştırıyorken o bilgisayarında bir şeyler yazıyor ya da okuyor olurdu. Bunlar ya o dönemde üzerine çalıştığı doktora tezi olurdu, ya Hece dergisinin dosyalarından birisine hazırladığı bir yazı, söyleşiye verdiği cevaplar ya da diğer dergi yazıları. Ben çalışmasını bölmek istemezdim. Bulduğu ya da karşılaştığı ilginç bir şey olduğu zaman benimle paylaşırdı. Yeni bir kelime ya da kavram ise sözlüğe bakar, kelimenin doğru kullanılıp kullanılmadığını, ne anlama geldiğini, yanlış olduğunu vs. paylaşırdı. Masada çay bardağı yarım, ocakta altı ısınma modunda yanan bir çaydanlık mutlaka bulunurdu. Çaydanlıktaki çay son damlasına kadar içilir, arkasından yenisi demlenirdi ama çay hep olurdu.
Böyle suskunluk anlarında, benimle paylaştığı bir anısı, benim unutulmazlarım arasındadır. Kendisi bilgisayarda çalışıyor, ben yan kanepede elime aldığım bir kitabı okuyorken, fonda oğlu Alişan Demirci’nin derlediği Ruhi Su arşivinden şarkılar çalıyordu. “Erzurum dağları kar ile boran” türküsünü söylemeye başladığı zaman birden bana dönüp “biliyor musun” dedi, “bu türküyü babamdan dinlemiştim." Mırıldandığını hatırlıyorum. Hayatında hiç radyo dinlememiş bir adamın, babasının, bu türküyü bilmesi, söylemesi ilginç değil mi? "Askerken olabilir” diye de eklemişti galiba... O an, beni neyin etkilediğini bilemiyorum: Şarkı, hatıra, küçük yaşta kaybetmiş olduğu babasının hatırası, babasının o şarkıyı bilmesindeki gizem, babamdan bir türkü dinlememiş olmamın üzüntüsü... Ruhi Su’yu ya da o türküyü dinlediğimde aklıma hep o an gelir.
Onunla tanışıncaya kadar ve sonrasında da kendimi genelde iyi bir kitap okuru olarak tanımladım. Yazmaktan daha çok okumaktı benim işim. Okumalarımdan yazıya dönüşen şeyler olurdu ama bu daha çok kendime aldığım notlardı. Zamanla bu yazdıklarımı kendisiyle paylaşmaya başladım. Sonra, bu yazdığım yazılardan birisini www.40ikindi.com sitesinde yayınladı. Yazılarımın yayınlanması gerektiğini söyledi. Okurluktan okur-yazarlığa geçiş yapmamın vesilesi İbrahim Demirci’dir.
Çok yönlü okumalar yapar, eleştirel yaklaşır hadiselere
Yazar-şair kişiliğinin ötesinde İbrahim Demirci bir aile reisidir. Baba rollerini başarıyla götürmüştür. Yolunun kesiştiği kişilerin hayatı üzerinde her zaman olumlu değişimlere yol açan bir etkisi vardır. Yakından tanımış olmanın kesinlikle büyük bir şans, lütuf olduğunu düşündürtecek etki oluşturur, esinler verir. Hatıratlar üzerine özel bir ilgisi vardır. Subjektif de olsa bireysel tanıklıkların dönemsel ayrıntıları içerdiğini, kişinin yaşam tecrübesinin öldükten sonra kendisiyle yok olup gitmemesi gerektiğini, bu şahitliklerin mutlaka bir şekilde yazıya geçirilmesi gerektiğini düşünür. O’nun vesilesi ile hatırat ve biyografi, otobiyografi türü kitaplar üzerine yoğunlaştığım bir dönem olmuştur. Çok yoğun olmasa da bu halen devam eder. O, bir açıdan, bilgisayarda arka planda çalışan programlar gibidir. Baktığınızda çok sakin, ilgisiz ve kaygısız görünürken yapılması gereken işlerle ilgili işlemleri telaşa vermeden yapıp planlamaktadır.
İbrahim Demirci denilince gazete ve kesilmiş kupürler de gelir benim aklıma. Bir çok gazeteyi, eklerini, dergiyi, yeni çıkan yayınları, kitapları takip eder. Gazetelerden önemli gördüğü haber ve köşe yazılarını keser, dosyalar, Konya Fen Lisesi'nde yıllarca çıkarmış olduğu duvar gazetesine asardı. O duvar gazetesini kaç yıl çıkardığını bilmiyorum. Okumalarını tek yönlü olarak yapmaz, Arapça ve Fransızca haberleri, edebiyat dergilerini de takip ederdi. Dil öğrenme konusunda kendi çocuklarını da, çevresindekileri de teşvik eder.
Bu çok yönlü okumalar, hakikatin kavranışında tek boyutlu ve çiğ yaklaşımları aşan bir noktaya taşımıştır İbrahim Demirci’yi. İnandığı siyasi düşünce ya da içerisinde yer aldığı akım karşısında dahi eleştirel tutum takınabilen, bunu rahatça dile getirebilen eleştirel yaklaşımı ve okumaları onu statik olmaktan koruyup dinamik ve diri tutmuştur.
Bu anlamda düşünsel bir istikameti ve duruşu nettir ve belirli kalıplara takılıp kalmaz. Kendisinden ilk bakışta beklenmeyen radikal sayılabilecek çıkışları ile çevresindekileri şaşırtır. O benim için “Beyaz Saçlı Kral”dır.
Şimdi Londra’da bu yazıyı yazarken aklıma daha daha neler geliyor: Konya akşamlarında, İbrahim Demirci’nin evinin balkonundaki oturmaları, çayı, sohbeti ve devamında Beyza Demirci’nin sesli okuduğu kitaplar... Daha uzun oturup daha sık dinleme yapsaydık ne iyi olacakmış. Geç tanışıklığın kısa hikayesi şimdilik bu kadar.
Bu hikayedeki iyi niyetli, altın kalpli “kar saçlı kral”ı, eşini ve çocuklarını tanımış olmaktan memnunum.
Ümit Savaş Taşkesen yazdı