Bir insanı tanımak, beraberinde başka insanları tanımamıza da olanak sağlar. Tanımaya çalıştığımız/tanıştığımız insan, bizde güzel bir izlenim, kalıcı bir iz bırakmışsa onun etrafında hâlelenen her şey, bizim algı ve merak alanımıza girer. Lise yıllarımda tuttuğum ve bende iz bırakan kimseleri not ettiğim defterimde bir isme rastlıyorum: Necip Fazıl Kısakürek. Akabinde sayfayı bir daha çeviriyorum, karşıma çıkan isim Seyyid Abdulhakim Arvasî oluyor. Fark ediyorum ki, Necip Fazıl’ın izini sürmek beni Abdulhakim Arvasî’ye götürmüş.
Hayatın akışı böyle noktalarda değişebiliyor. Reelde rastlayamadığımız bir insanın düşünce dünyası, söylediği sözleri, bıraktığı eserleri bizim bakış açımızın ve ufkumuzun eksenini etkileyebiliyor. Etkileyişin bıraktığı his ile tanıyorum demenin anlamı farklılaşıyor. Tanışık olmak, fizikî olanın aşılmasıyla bir arada bulunmak ve yakınlık hissetmek anlamına geliveriyor birden.
Arvasî hazretleri hakkında birçok biyografi, onu tanıtıcı yazılar, onun kim olduğuna dair bilgiler şimdiye değin sayısız kalem aracılığıyla bizlere ulaştı. İstiyorum ki Abdulhakim Arvasî Hz.’den bahsetmek istediğim bu yazı birkaç mevzu üzerinden onu anlatsın. Ömre, yıllara sığmayan insanları kaleme almak gerçekten zor.
“Bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak”
İlim ve irfan sahibi… Her kavramımızın başına gelen o meşum durum, ilim ve irfan sözcüklerinin başına da geldi. İlmin ve irfanın içi, kötü sonuçlar doğuracak kadar boşaltıldı. Hatta ilim ve irfan sahibi diyebileceğimiz, parmakla gösterebileceğimiz kimselerden kaçıyor çoğu insan, bilhassa da gençler. Sıkıcı buluyor ve korkuyorlar çünkü. Kavramların içinin başka şeylerle doldurulması zihinlere başka şeyleri getiriyor. Zihinlere üşüşen olumsuz fikirlerin etkisiyle çağa örnek olan, önder olan düşünürlerimiz tam manasıyla anlaşılamıyor ve anlatılamıyor. İlim ve irfan adı altında yalancı şeyhler, üfürükçü, dolandırıcı hocalar türüyor. Toplum kimseden çekmediğini bu hastalıklı tiplerden çekiyor. Güvenilerek kendisine atılan adımı güvensiz tavırlarla aldatıyor bu tip kimseler. Kurunun yanında yaş da yanıyor misali kaliteli âlimlerimize, hocalarımıza da olumsuz bir tavır alınıyor. En olumsuz tavır, onların ilim dünyalarından bîhaber kalmak ve onları değerlerimiz arasında görmemek, yeterince tanıyamamak... Abdulhakim Arvasî’nin ilmi ve irfanıyla yıllar öncesinden yaktığı ışık ve attığı tohum günümüzde de etkisini gösteriyor.
Tasavvuf erbabı olmak, mutasavvıf olmak… Günümüzde ‘iç dünyayı terbiye etme’ fiilini becerebilen herkes, kendisini bir tasavvuf erbabı olarak görüyor. Az biraz tasavvuf ilmini okuyan, tetkik eden kimseler mutasavvıflığa soyunuyor. Sahih olmayan birçok bilgi böyle kimseler sayesinde beynimize yerleşiyor. Böylece zihin ve kalp kirliliği genişledikçe genişliyor. Kutlu bir silsileden yetişen gençler değil, kutsalı ve ulvî olanı hafife alan kimselerce topluma itilen gençler yetişiyor. Bugün bir Necip Fazıl, Hüseyin Hilmi yetişemiyorsa sebebini burada aramak lazım. Arvasî’nin bu minvalde şu sözlerine kulak vermemiz yerinde olacak sanırım: “Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak ‘dine hurafeler karışmıştır, İslam dini bozulmuştur’ dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için Ehl-i Sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa din düşmanları meydanı boş bulup din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile gençlerin imanını çalmaya saldırarak millet ve memleketi felakete götürür.”
“Efendi'nin bu büyük ve açık kerametini görünce...”
Arvasî’nin tasavvufa yönelik risale büyüklüğünde mektupları vardır. Çoklarının yaptığı gibi keramet gösterme çabasında olmamış Abdulhakim Arvasî. Ona göre “Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.” O, araçları vesile olarak kullanmayı bilmiş. Kendisine verilen hikmeti, öğrencilerini yetiştirmeye yönelik olarak kullanmış. Cemaat olmanın salt kendisi gibi düşünenlerden oluşan bir topluluk anlamına gelmediğini yaptığı faaliyetlerle göstermiş. İnsanları olumlu manada etkilemek, kişiyi imanına zarar verici şeylerden sakındırmak, nefreti ve cehaleti savmak, doğru (sahih) bilgiyi aktarmak görevini yaşamı boyunca ödev bilinci olarak görmüş ve bu bilinçle tavsiyelerde bulunmuş. İnsanların kafasını karıştıran, fitne salıcı, pratikte fayda sağlamayan bilgileri reddetmiş, daha duru ve daha etkileyici bilgileri aktarmayı tercih etmiş. Kur'an ve sünnet kaynaklı olmayan bilgileri referans olarak almamış. Sözde âlim özde cahil kimselere ilmiyle cevap vermiş. Onlara adeta ilmî manada savaş açmış: “Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.”
Arvasî hazretleri pasif Müslüman değil, aktif Müslüman yetiştirmeyi amaçlamış. Edindiği faydalı bilgiyi paylaşmayan kimselere kızmış. Kur'an’ın sadece lafzî olarak okunmasını hoş karşılamamış. Gücü ve imkanı yeten kimselere Arapça öğrenmesi noktasında teşvik edici olmuş. Arapça metinlerden tercüme yaptırmaya çalışmış. Arvasî hakkında konuyla ilgili paylaşılan bir anekdot benim çok ilgimi çekti. “Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip bir yerini açıp bana verdiler ve 'Buyurun, okuyun' buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra 'Türkçeye çevirin!' buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra kütüphane müdürlüğü için Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendi’nin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi! Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendi'nin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.” (Halit Turhan’dan aktarılıyor.)
Eğitimin temelinde sevgi, merhamet ve şefkat vardır. Abdulhakim Arvasî yaşamı boyunca sevgi ve merhametin odağından çıkmayarak insan yetiştirme derdinde olmuş, insanları Hakk’ı sevmeye çağırmış. Etrafını ışıtan bir mumun yayabildiği ışığı takdir edersiniz. Arvasî ve onun gibi âlimlerimizin yaydığı ışık hâlâ yayılmaya devam ediyor. Onların davaları kıyamete değin güncelliğini koruyacağı için yaktıkları ışık da kıyamete değin yanacak, hiç sönmeyecek. Amr bin el-Âs’tan nakledilen bir hadise kulak verelim. Arvasî ve onun gibi olan âlimlerimize onları okuyarak, tanıyarak, onlardan istifade ederek kıymet verelim: “Allah ilmi insanlardan söküp almak suretiyle kaldırmaz. Bilakis âlimlerin canlarını almak suretiyle ilmi kaldırır. Aralarında hiçbir âlim kalmaz da insanlar cahilleri önder edinirler, onlara sorular sorarlar, onlar da bilgisizce fetva verirler ve böylece hem kendileri sapıtırlar hem de başkalarını saptırırlar.”
Yazıda kullandığım muhtelif alıntılar, Abdulhakim Arvasî’nin büyük oğlu Seyyid Ahmet Mekkî’den ve manevî oğlu olan Hüseyin Hilmi Işık’tan ilim neşreden Süleyman Kuku’nun iki ciltlik eseri olan Son Halkalar–Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Külliyâtı’ndan alınmıştır. Üstad Necip Fâzıl’ın “Efendim. Benim Efendim. Benim güzellerin güzeli Efendim.” diye hitap ettiği Abdulhakim Arvasî, 27 Kasım 1943 günü Ankara’da vefat etmiştir.
Hatice Ebrar Akbulut yazdı
Dede burnumda tütüyor