Eyüp Sultan'da medfun bir veli: Murad-ı Buhari

Nakşibendiyye-Müceddidiyye’yi Anadolu’ya getiren ilk sûfî olarak bilinen Murad-ı Buhârî’nin halkın yanı sıra şeyhülislâmlar, vezirler, paşalar, şeyhler ve medrese âlimlerine kadar toplumun hemen her kesiminden insanlar üzerinde etkili olduğu kaynaklarda yer alır. Nidayi Sevim yazdı.

Eyüp Sultan'da medfun bir veli: Murad-ı Buhari

Eyüp Sultan'ın Nişanca semtinde, şehrin gürültüsünden, telaşından uzak, zengin tarihi geçmişi, muhteşem bezemeli mezar taşlarıyla dolu haziresi, civarındaki ahşap evleri, yanı başında bir Sinan eseri olan Nişancı Mustafa Paşa Câmii ile birlikte, eski hüviyetini muhafaza etmeye çalışan bir “külliye” vardır: Murad-ı Buhari KülliyesiNuran Çetin, külliyenin “Seyyid Belhi Dergâhı”, “Şeyh Murâd Efendi Tekkesi” ve “Şeyh Muhammed Murâd-ı Buhârî Tekkesi” olarak da bilindiğini zikreder. Daracık sokakların kesiştiği Nişanca meydanında yer alan bu yapı, XVII. yüzyıl ortalarında Anadolu Kazaskeri Çankırılı Mustafa Râsih Efendi tarafından medrese olarak tesis edilmiş. 1715’te Râsih Efendi'nin oğlu Şeyhülislâm Damadzâde Ahmed Efendi tarafından Nakşibendîliğin Müceddidî kolunu ilk defa İstanbul’da yayan Şeyh Murad-ı Buhârî adına tekkeye çevrilmiş. Murad-ı Buhârî’nin vefatını müteakip medresenin mescid-tevhidhâne olarak kullanılan mescid-dershanesine gömülmesiyle bu mekân türbe haline gelmiş.

Arsanın güneydoğu köşesindeki bağımsız mescid-tevhidhânenin Şeyhülislâm Hacı Veliyyüddin Efendi tarafından bunun üzerine inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Nakşibendîliğe bağlı olan tekke, postnişinlerin ilki Murad-ı Buhârî ile sonuncusu Abdülkādir-i Belhî’nin (ö. 1923) aynı zamanda Bayramî-Melâmîliğine (Hamzavîlik) mensup olmalarından dolayı söz konusu meşrebin temsil edildiği bir merkez olarak da değerlendiriliyor. Ayrıca tekkenin, Abdülkādir-i Belhî ile olan yakınlıklarından dolayı son dönem Mevlevîleri ve Bektaşîlerinin uğrağı haline geldiği de rivayet edilmektedir. Tekke, bunun yanında, Murad Buhârî ile Abdülkādir-i Belhî’nin Orta Asya kökenli olmalarından dolayı bu bölgeden İstanbul’a gelen tarikat ehlinin ziyaret ettiği, barındığı bir tesis hüviyetine de bürünmüş. Türkistan’dan gelen şeyhlerin postnişin olduğu diğer tekkelerde de bu irtibat dikkat çeken önemli hususlardan biridir. Tekkeler bu yönüyle konsolosluk vazifesi de görüyordu diyebiliriz.

Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perişanımıza…

Medresenin tekkeye çevrilmesinden sonra harem ve selâmlık daireleri eklenmiş, talebe hücrelerinden bazılarına kahve ocağı, yemekhane gibi yeni işlevler verilmiş, diğerleri derviş hücresi şeklinde kullanılmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda tekkenin mimari programı genişletilmiş ve yapılar birçok onarım geçirmiştir. XVIII. yüzyıl sonlarında bir tarikat külliyesine dönüşen Şeyh Murad-ı Buhârî Külliyesi, M. Baha Tanman’ın verdiği bilgilere göre 1897, 1898 ve 1907 yıllarında Evkaf Nezâreti’nce tamir ettirilmiştir. 1925’te tekkelerin kapatılmasından sonra pek çok örnekte olduğu gibi kaderine terk edilen külliye, özellikle çevresinde sanayileşmenin hız kazandığı 1950’lerin ardından gecekonduların işgaline uğramış, yapıların bir kısmı (şadırvan, çeşme, hamam, harem ve selâmlık) tarihe karışmış, ahşap kısımları yakacak, taş malzemeleri de gecekondu yapımında kullanılıp diğer bölümler ise harap olmuştur. Şair ne güzel demiş: “Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perişanımıza…”

Muharrem Hilmi Şenalp ise Murad-ı Buhari Külliyesi'nin o günlerdeki hazin manzarası için şöyle der: “Kültürümüze ve mimarî mirasımıza bizim yaptığımız tahribâtı, cihan savaşları bile yapmamıştır sanırım. Mimâride incelik ve zarâfetin, edebiyat ve musikide zengin ifade ve mânâ derinliğinin, hat ve tezyinatda sabır ve asâletin, san’atın her şubesinde sadelik içinde ihtişâmın numunelerini verenlerin torunları bizler değil miyiz? Vârisi olduğumuz kültür mirasının değerini ne zaman fark edeceğiz? Hepsi birer birer elimizden çıktıktan sonra mı? Yoksa kültürümüzü, Avrupalı ressamların gravürlerinden, hâtıra olarak saklanan fotoğraflardan mı öğreneceğiz bir gün?!”

Artık bu restorasyon bitsin istiyoruz

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce 1980’lerde başlatılan ve yarım kalan külliye onarımı daha sonra Hakyol Vakfı tarafından o günün şartlarına göre yine 80’li yıllarda tamamlanmış, hazirede bulunan 90 civarında mezar taşının bir kısmı da bu esnada toprak altından çıkarılmış. Onarım sürecinden sonra yapı topluluğu çeşitli kültür faaliyetlerinde hizmet vermek amacıyla Hak Yol Vakfı'na tahsis edilmiş. Ahmet Semih Torun’un verdiği bilgilere göre “Tekke (Külliye) 2005 yılında ‘Tarih, Kültür ve Çevre Koruma Derneği (TAÇEV)’ne tahsis edilmiş olup tekkenin (Külliyenin) röleve, restitüsyon ve restorasyon projeleri, dernek tarafından hazırlatılarak Anıtlar Kurulu’na onaylatılmıştır. Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi (Külliyesi), Kasım 2010 tarihi itibariyle İlim Kültür ve Sanat Vakfı (İLKSAV)’na tahsis edilmiştir.”

Ancak Eyüp Sultan'daki Kaşgari Dergâhı Camii örneğinde de olduğu gibi burada da işler çok yavaş yürüyor. Birkaç seneden beri vaktim oldukça uğrarım bu mekâna. Arka kısımda bulunan hamam ve bazı hücrelerde ilerleme kaydedilmişti. Fakat son zamanlarda ne zaman uğrasam aynı kurulu iskele, birkaç çalışan insan ve birkaç keser sesi. Hepsi bu kadar… Aynı hızla devam ettiği sürece külliye inşaatı on yılda bile zor biter. Yapılanlar da bu süre zarfında ziyan olur gider. Bu yazıyı kaleme almamızın sebebi de zaten budur. Bir himmet ehli çıkıp alakadar olur da restorasyon süreci belki hızlanır. Bu tür hayır eserlerinin büyük bir bölümünün mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ndedir. Fakat onarım işlerini bir protokol çerçevesinde yakın zamana kadar İl Özel idaresi üstlenmişti. Daha sonra belediyeler müdahil oldu. Kabataslak çıkarılan ihale bedelleri daha inşaata başlamadan yükleniciler tarafından bitirildi. Hakedişler, tamamlama ve çevre düzenlemesi derken süreç işte böyle bazen yıllar aldı. Şimdi İBB bu tür yapıları bitirmek için kara kara düşünüyor. Bu konuların ciddi ciddi ele alınarak önlem alınması gerekiyor. Ümid ederiz kısa zamanda mesafe alınır.

İstanbul halkı onu bağrına bastı

Nakşibendî-Müceddidî şeyhi olarak bilinen Murad-ı Buhari'nin tam adı Muhammed Murâd b. Alî b. Dâvûd b. Kemâliddîn el-Hüseynî el-Buhârî en-Nakşibendî’dir. Babasına nisbetle Buhârî lakabıyla anılmaktadır. “Muradî” lakabıyla da tanınan Şeyh Murad Efendi’den tekkenin haziresindeki mezar taşlarında ve Osmanlı Arşivi’ndeki vesikalarda “Buhârî” ve “Nakşibendî” diye bahsedilmektedir. Şeyh Murad-ı Buhârî’ye atfedilen “Münzevî” nisbesine ise önceki kaynaklarda rastlanmamakta olup bir karışıklık ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu karışıklığa Eyüp Sultan’daki Karasüleyman Subaşı Mahallesi’nde bulunan Münzevî Türbesi’nin sebep olduğu sanılmaktadır. Hâlbuki Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi (Külliyesi) Eyüp Sultan’ın Nişanca Mahallesi’nde bulunmaktadır.

Murad-ı Buhârî, 1640 yılında Semerkant’ta dünyaya gelmiş olup Semerkant nakîbüleşrafı Seyyid Ali’nin oğludur. Üç yaşında geçirdiği felç yüzünden kötürüm olan Murad-ı Buhârî tahsilini bölgedeki âlimlerden ders alarak tamamladı. Yirmi üç yaşında iken ilim öğrenmek için Hindistan’a gitti. Nakşibendiyye-Müceddidiyye’nin kurucusu İmam-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-ı Serhendî’nin oğlu ve halifesi Hâce Muhammed Ma‘sûm ile tanıştı ve ona intisap etti. İlmî konularda kendini yetiştirip seyrü sülûkünü tamamladıktan sonra hac vazifesi için yola çıktı ve haccın ardından üç yıl Hicaz bölgesinde kaldı. Buralarda ikamet ederek önemli âlimlerden ders aldı. İkinci haccından sonra, dönüşte Kahire’de kalarak tefsir, hadis ve aklî ilimler ile meşgul oldu. Şam ahalisinin teveccühünü kazanan Murad-ı Buhârî, İstanbul eşrafının ısrarlı davetleri üzerine 1681'de İstanbul’a geldi. Murad-ı Buhârî, İstanbul'da ulemâ, devlet ricâli ve halk tarafından sıcak bir ilgiyle karşılandı.

Ezberinde onbinden fazla hadis-i şerif bulunuyordu

Anadolu’da Nakşibendiyye’nin Müceddidiyye kolunun temelini oluşturan Murad-ı Buhârî'nin onbinden fazla hadisi ezbere bildiği rivayet edilir. “Câmi‘u Müfredâti’l-Kur’ân”, “Silsiletü’z-zeheb”, “Mektûbât, Lübsü’l-hırkati’l-Kâdiriyye”, “Mesmû‘ât mine’s-Seyyid Muhammed Murad-ı Buhârî”, “Menâkıb ve Takrirât-ı Muhammed Murad-ı Buhârî “ ve “Risâle-i Nakşibendiyye” isimli eserleri de vardır. Zahirî ve batınî ilimlerde ehliyet sahibi olduğundan medrese ile tekke hizmetlerini bir arada yürütmüştür. Beş yıl kadar Eyüp Sultan'da Nişancı paşa sokağında kendisine tahsis edilen konakta oturdu. Damadzâde Ahmed Efendi tarafından kendisi için oluşturulan tekkede kısa bir süre kalan Murad-ı Buhârî, 1686 yılında Şam’a döndü.

Berrâniyye Tekkesi’nde uzun yıllar irşad faaliyetinde bulunduktan sonra üçüncü defa Hicaz bölgesine gitti. Bir yıl kadar orada kalıp tekrar Şam’a dönünce tekkenin postnişinliğini oğlu Muhammed Bahâeddin’e bırakarak 1708'de tekrar İstanbul’a döndü. Bu gelişinde Nişanca’daki tekkeye gitmeyip Sultan Selim Camii civarındaki bir evde ikamet etti. Halil İbrahim Şimşek, Murad-ı Buhari hakkında şu bilgileri verir: “Onun halk ve bazı saray mensupları üzerindeki nüfuzundan rahatsız olan Sadrazam Çorlulu Ali Paşa, Kaptan-ı Deryâ İbrâhim Paşa’ya şeyhin hacca gitmek istediğini ve bunun için hazırlık yapmasını emretti. Bir gemiye bindirilip uğurlanan Şeyh, Alanya’da sahile çıkarıldığında sürgün edildiğini anladı.”

Külliye haziresinde önemli büyüklerimiz var

Bir müddet sürgün hayatından sonra tekrar İstanbul’a dönen Murad-ı Buhârî, bir süre Eyüp Sultan’da Hüseyin Efendizâde bahçesinde ve Reîsületibbâ Nuh Efendi’nin yalısında ikamet etti, ardından Nişanca’daki tekkeye yerleşti. Çileli hayat yolculuğu 1720 tarihinde son buldu. Eyüp Sultan Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından kendi adına tahsis edilen Nişanca Meydanı’ndaki tekkenin dershane kısmına defnedildi. Kabri Şeyh Murad-ı Buhârî Türbesi diye bilinir. Seksen yıl süren bu yolculukta, Şeyh Murad Buhârî Efendi, Semerkand, Hindistan, Kudüs, Hicaz, Bağdat, İsfahan, Belh, Buhara, Kahire, Şam, İstanbul ve Bursa’da ilim tahsili, hac yolculuğu ve irşat vazifeleri sebebiyle bulundu. O günün ulaşım imkânları da düşünüldüğünde yürüme engeli bulunan bir insanın altından kolay kalkacağı bir durum gibi görünmüyor elbette… Bu güzide insanların hayat hikâyelerini, gayret ve cehdlerini günümüz insan tipiyle ne kadar mukayese edebiliriz? O da ayrı bir mesele…

Nakşibendiyye-Müceddidiyye’yi Anadolu’ya getiren ilk sûfî olarak bilinen Murad-ı Buhârî’nin halkın yanı sıra şeyhülislâmlar, vezirler, paşalar, şeyhler ve medrese âlimlerine kadar toplumun hemen her kesiminden insanlar üzerinde etkili olduğu kaynaklarda yer alır. Sultan IV. Mehmed başta olmak üzere Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi, La‘lîzâde Abdülbâki, Şeyh Mehmed Emin Tokadî, Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi, Ebû Saîd el-Hâdimî ona intisap eden önemli şahsiyetlerden bazıları olarak gösteriliyor. Muhtelif kaynaklarda oğlu Muhammed Bahâeddin Murâdî’ye dair bilgiler onun hakkındaki bilgilerle karıştırılmıştır.

Murâdî ismiyle anılan aile mensupları arasından birçok âlim ve sûfî yetişmişti. Ayrıca uzun yıllar Şam Müftülüğü vazifesini “Muradî Ailesi” üstlenmiştir. Külliye haziresinde, Murad-ı Buhârî hazretleri türbesinin yanı sıra Şeyhülislam Veliyyüddin Efendi, oğlu Mehmed Emin Efendi, Rumeli Kazaskeri Damad-zâde Ahmed Efendi, Hattat Mahmud Celâleddin Efendi, Klasik Türk Musikîsi Üstadlarından Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi şeyhi Hüseyin el-Hisârî Efendi, diğer şeyh efendiler, çeşitli kademeden devlet adamı ve yakınlarının mezarları da bulunmaktadır.

Nidayi Sevim yazdı

YORUM EKLE
YORUMLAR
ısmail genç
ısmail genç - 7 yıl Önce

restarasyon sonu meydana gelen çatlaklar. sebebi ne