Eslâfın yetimi: Mehmet Emin Saraç Hocaefendi

"Haftada bir görüştüğü Reisül’-Kurr’a Abdurrahman Gürses Hocaefendi'nin kendisi hakkında söylediği “Emin Efendi selefin yetimiyim ben.” kavli evet onun hakkında olduğu kadar Mehmet Emin Saraç Hocamız hakkında da geçerli bir cümledir. Eslâfın yetimi hocamıza yüce Rabbimiz, rahmeti ile muamele eylesin." Mehmet Erel'in yazısı.

Eslâfın yetimi: Mehmet Emin Saraç Hocaefendi

İnsan şüphesiz içinde yaşadığı zamanın ve mekânın çocuğudur.  Onun şahsiyet ve kişiliğinin oluşmasında elbette doğuştan sahip olduğu temel özellikleri yanında etrafını çevreleyen olayların; aldığı eğitimin karşılaştığı sevinç ve acıların payı oldukça büyüktür. Dolayısıyla bir âlimi yahut bir tarihi şahsiyeti değerlendirirken, onun yaşadığı coğrafyada meydana gelen, toplumda derin etki yapan  ve insanların psikolojilerine tesir eden olayları da hesaba katmak gerekir. Özellikle Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyet döneminde baskı ve zulüm aracı olarak kullanılan Batıcılık” düşüncesinin toplumu deriden etkileyen yansımaları ve en nihayetinde bin yıllık  eğitim müesseseleri olan medreselerin kapatılıp dersiam ve talebelerin sokağa atılması, hukuk sisteminin terkedilmesi, hilafetin ilgası, irfan müesseseleri olan tekke ve zaviyelerin kapatılması, bin yıllık İslâm alfabesinin yerine Latin alfabesine geçilmesi ve hatta Arapça olan  ibadet dilinin Türkçeye çevrilmesine varan hadiseler ile uyduruk suçlar isnad edilerek kanaat önderlerinin, siyaset ve din adamlarının dar ağaçlarında idam edilmelerinin toplumun vicdanında açtığı yaraları tahmin etmek imkânsız görünmektedir.

İlim ve siyaset adamlarından çoğu mevcut durumu meşru hatta zaruri sayarak geçmiş bütün müktesebatı ile İslâm kültür ve medeniyetini külliyen terk etmiş, başlarına fötr şapkalarını takarak yeni Türkiyenin pozitivist- materyalist Batı değerlerini olduğu gibi kabul etmişlerdi. Öte yandan  bazı âlimler gizli gizli dersler okutarak, hamaset-i diniyye sahibi siyasiler, ilim ve fikir adamları dergiler çıkartarak  bu milletin, kadim İslâm kültürü ile irtibatını sağlamaya çalışmış, bir nevi inkılaplara söz ile değil fiilleri ile tepkilerini ortaya koymuşlar, ne pahasına olursa olsun teslim olmamışlardır.

Çocukluk ve gençlik dönemi böyle bir ortamda geçen muhterem Mehmet Emin Saraç üstadımıza, babası Mustafa Efendi Hazretleri birileri görüp şikayet etmesin diye diğer kardeşleri ile birlikte  gece yatağından kaldırıp Kuran’ı Kerimi ezberletmiş, 10-15 yaşlarına geldiğinde İstanbula ilim tahsiline göndermiştir. Fatihte Üçbaş Medresesi’nde, evi barkı olmayan âlimlerle, ilim ve fikir adamları ile  kalmıştır. Bu esnada Ali Haydar Efendi’den İsmet Garibullah Tekkesi’nde,  Fatih Camii imamı Ömer Efendi ile Fatih Camiii baş kayyımı Süleyman Efendi'den dersler okumuştur. Hocamız Fatih dersiamlarından Hüsrev Efendi’den yasak dönemde Fatih Camiii’nde hünkâr mahfilinde ders okurken jandarmaya yakalanmamak için arkadaşlarından birini nöbetçi bıraktıklarından bahsederdi. En başta hocamızın babası olmak üzere yukarıda isimleri mezkur üstadların Hocaefendi'ye özel bir ilgi gösterdiklerini söylemek mübalağa olmasa gerektir. Hocamızın üzerinde en fazla tesir bırakan hocaları bunlar dışında ayaklı kütüphane diye bilinen Gümülcineli Mustafa Efendi’dir. Hocamızın bize anlattığına göre Gümülcineli Mustafa Efendi medreseler kapatılınca sokağa atılan âlimlerdendir. Hiç evi olmayan bu zât-ı muhterem Fatih Camiii’nde, bazı medreselerde ve bazı talebelerinin evlerinde kalırmış. Fatih Kütüphanesi’nde bulunan on bin civarında yazma eseri iki defa okuduğundan bahsederdi Mehmet Emin Saraç hocamız. Bir defasında Hocamız Gümülcineli Mustafa Efendi ile yürüyerek Fatihten Kasımpaşada bulunan Piyale Paşa Camiii’ne gittiklerini ve Camiinin harabe dönmüş, mezbelelik hâlini görünce çok üzüldüklerini anlatmıştı.

1940-1950 arası İstanbulda büyük bir iştiyakla derslerine devam ettiği üstadlarının teşviki ile olsa gerek hocamız Türkiye ortamında sağlam bir tahsil yapamayacağına kâni olduğundan önce Bağdata gitmek için bir teşebbüsü olmuş, Güneydoğu’da sınıra kadar gitmiş  fakat çıkmaya muvaffak olamamış, orada bir muhterem zâtın misafiri olmuştur.

Bağdata gidemeyince Mısıra gitmeye karar vermişti. Ancak pasaport vize vs. pek çok sorunlarla karşılaşmış, Allah’ın lütfu sayesinde hiç beklemediği bir kişi tarafında işleri hâllolmuş ve Mısıra gitmeye muvaffak olmuştur. Ali Haydar Efendi, hocamızı Mısıra uğurlarken orada bulunan tekke ve tarikatların cazibesine kapılmamasını ve günde bir cüz Kuran tilavet etmesini ve derslerine çok çalışmasını tavsiye buyurmuşlardır.

Mısıra gittiğinde Ezherin lise kısmına kayıt yaptırmıştı. Ezher hocaları Türkiyeden gelen bu küçük talebenin hafız olduğunu görünce çok şaşırmışlar. Zira onlar yeni Türkiyede İslâmi değerlerin tamamen yok olduğunu düşünüyorlardı. İlk defa muhterem hocamız ile bunun böyle olmadığını anlamış oldular.

Ezher Üniversitesi’ne devam ederken Mısıra hicret eden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile büyük muhaddis, fakih, müfessir Mehmet Zahit Kevseri’nin derslerine devam etmeyi ihmal etmemiştir. Orada Osmanlı hanedan mensupları ile de temasları olmuştur.

Zor ve meşakkatli gurbet yıllarından sonra İstanbula döndüğünde diploması geçersiz sayıldığından resmi olarak görev alması mümkün olmadığından farklı alanlara yönelmişti. Bir ara Ankarada arşivde çalışması teklif edildiğinde kabul eder gibi olmuş ancak sonra Emin, sen bunun için mi okudun?” diyerek bu teklifi reddetmiştir. Gerek muhterem babası gerek İstanbulda ders okuduğu hocaları gerekse Mısırda karşılaştığı üstatlarının hocamıza özel ilgi göstermeleri, hocamızı bu manevi sorumluluğu üstlenmeye sevk etmiştir.

İlahi takdir, Cumhuriyetle kesintiye uğrayan İslâm kültür ve medeniyetinin tâlim tedris vazifesini onun omuzlarına yüklemiştir. O yüzden hocaefendimizin dersleri sadece bir kitabın takrir ve tedrisinden ibaret değildi. O fıkıh, hadis, tefsir vb. bir ilmi tedristen çok daha fazlasını gaye edindiğinden derslerde güncel konulardan, tarihten, ahlâktan tutun da edebiyat ve İslâm sanatlarına, Camiilerde ve medreselerde eskiden beri devam eden bütün usül ve adaba, devlet yönetimi, siyaset ve devlet adamlarına varıncaya kadar her konuda tevcihatta bulunurdu.

Mehmet Emin Saraç Hocamız’ın ilim tahsili ve tedrisi için ne kadar iştiyaklı olduğu ve bu uğurda her türlü zorluğa katlandığı onunla görüşen herkesin malumudur. Ancak onun bu teferruğ ve gayretinin temelinde salt bilgi hamallığı ve malumatfuruşluk taşıyan bir ilim anlayışı yoktur. Onun bu tavrının temelinde, üzerine yüklenen ve bütün zamanların ağırlığını taşıyan bir sorumluluk duygusu bulunmaktadır. Başbakanlık arşivinde çalışmaktan kaçması ve Emin sen bunun için mi okudun? diyerek ilk fırsatta  hacca gitmesi bundandı.

Türk öğrenciler denkliği olduğu için Ezherde  Usûlü’d-Din fakültesini seçerken hocamız, Mehmet Zahit Kevseri üstadının tavsiyesi ile Türkiye’de  denkliği bulunmayan Şeriat Fakültesi’ni tercih etmesi, onun dünyevi gaye ve amaçlar dışında çok ulvî bir amaç için ilim tahsil ettiğinin çok açık bir kanıtıdır.

İstanbula döndüğü günden vefatına kadar üstlendiği tedris vazifesini bihakkın yerine getirdiğine bütün ilim çevreleri şahittir. Hocaefendinin resmi bir görevi olmamıştır. O Fatih Camiii’ni kendisine mesken edinmiş, orada namazlarını eda etmiş, orada derslerini okutmuş, orada oturmuş ve en nihayet Fatih Camii’ne olan bu aşkın bir sonucu olarak Fatih Camii’nin makberine, ebedi istirahatgahına yerleşmiştir. 

Hocaefendi ile tanışma

Benim Hocaefendi ile tanışmam 1991 yılına tekabül eder. Marmara İlahiyat Fakültesi’ne başladığımız sene Amasyadan çok sevdiğim Mehmet Yüksek hocam bana bir yazı vererek Fatih Camii’ne gitmemi ve mutlaka hocaefendi ile görüşmemi tavsiye etmişti. Biz de Prof. Dr. Ali Bulut Hoca ile bir Cumartesi günü Fatih Camii’ne gittik. Hocaefendi ile görüştük. Arkada müezzin odasının önünde bulunurdu o zamanlar. Daha ilk görüşmede bizi öyle bir etki altında bıraktı ki kendimizi kadim İslâm kültür ve ilimlerine sahip çıkmaya ömrünü vakfedecek bir halet-i ruhiyeye bürünmüş bir hâlde bulduk. Namazdan sonra elimizden tuttu. Bizi Fatih Camii’nin Fevzipaşa çıkışına kadar götürdü. Hocamızın talebelerine tahsis ettiği evin yerini tarif ederek onlarla görüşmemizi ve istersek eve yerleşebileceğimizi söylediğinde doğrusu çok heyecanlanmıştık.

Hocamızın talebeleri için tahsis ettiği eve gittik. Orada hocamızın talebeleri ile konuştuk ve hemen eşyalarımızı getirip eve yerleştik. Evde on arkadaş kalıyordu. Hafız Osman Şahin, Dr. Yüksel Selman, Kadir Öztürk, Sadettin Ekici, Prof. Dr. Abdülhamit Tüfekçi, Ahmet Dilek, Şükrü Küçük, Zafer Durmuş, biz geldiğimizde hocamızın dersine devam eden arkadaşlarımızdandı. Prof. Dr. Mehmet Emin Maşalı Hocamız da dışardan derse iştirak edenlerdendi.

Vakit uygun olduğunda mutlaka dersler Fatih Camii’nde müezzin mahfilinde olurdu.  Dersler bazan 18.00’de başlar, akşam namazına kadar devam ederdi. Yaz tatillerinde ise derslerimiz saat 10:00’da başlar öğle namazına kadar sürerdi. Hocamızın amacı dersleri namaz vakitlerine denk getirerek bizleri, camide cemaatle namaza alıştırmaktı. Yukarıda bahsettiğimiz üzere inanca ve amele dönüşmeyen, hâl ve kâle yansımayan ilmin faydası yoktur. Bu sebeple teheccüd, evvabin, işrak vb. nafile namazlar ile Muharrem, Zilhicce vb. özel günlerde oruç tutmamızı sürekli tavsiye ederdi. Hatta Pazar ve Cuma günleri ile Ramazan ayında sabah namazlarından sonra yaptığı dersleri işrak vaktine kadar uzatırdı ki bizler işrak namazı kılmaya alışalım.

Bir gün Vefa’da bu gün İlim Yayma Cemiyeti’nin yurdu olan Ekmekçizade Medresesi’nde dersi yaptıktan sonra Hocaefendi, bize Vefa Bozacısı’ndan boza ısmarladı. Vefa Bozacısı’nın sahibini rahmetle yad etti. Cumhuriyetin ilk yıllarında hemen bozacının yanında yer alan küçük Camii bir gayr-ı müslime satılmış. O da camiyi at ahırına çevirmiş. Vefa Bozacısı’nın sahibi rahmetli İsmail Efendi, bu camiyi, o gayrı müslimden satın alarak tekrar camiye dönüştürmüş.

O gün Süleymaniye Camii’ne gittik. Yolda gördüğümüz tarihi eserler, eski evler hakkında bizlere sürekli bir şeyler anlattı. Şehzadebaşı’ndan Fatihe dönerken eski sinemaların yanından geçiyorduk. Ali Haydar Efendi’nin kendisine söylediği, “Buralara girenler, kahvehanelerde taburelere oturan kişiler ilmin zevkini asla alamaz.” sözünü bize hatırlatmıştı. Hocaefendi hocaların, ilim talebelerinin kahvehanelere gitmelerini, kısa kollu tişört giymelerini hiç tasvip etmezdi.

Cumartesi günleri Ekmekçizade Medresesi’nde yaptığı dersin, hocaefendi nezdinde çok önemi vardı. Bunun sebebi hocamızın talebelerinden biri rüyasında Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in oraya geldiğini görmüş olması mı, yoksa bunun başka bir sebebi mi vardı bunu ben tam bilemiyorum. Ancak son zamanlarda burada yapılan dersten sonra Kaside-i Bürdeden birkaç beytin açıklaması ile bu beyitleri makamlı okumaya başlamıştık. Bize sabık Beşiktaş müftüsü Fuad Efendinin kendi sesi ile okuduğu makamı öğrenelim diye bir kaset vermişti. Biz de o makama göre dersin sonunda hep birlikte Kaside-i Bürdeyi okurduk. Hocaefendi kim bilir neler düşünerek zevkle bize iştirak ederdi.

Hocaefendi karşılaştığı herkesle mutlaka iletişim kurardı. Adını sorar, memleketini sorar, çocuklarının adını sorar, nerede okuduklarını sorardı. İsimler üzerinden onlara nasihatlerde bulunurdu. Bir defasında Vefa’dan dönerken Millet Kütüphanesi’nin orada yol üzerindeki büfeden su satın almak istedi. Adam suyu uzattı. Hocaefendi içerde sigara yahut içki mi gördü bilmiyorum. Suyu geri bıraktı ve Helal kazancına niye necaset bulaştırıyorsun? Suyu alacaktım fakat almıyorum.” dedi. İki hafta sonra o adam gelip Hocaefendi'ye  büfede onları satmaktan vazgeçtiğini söyledi.    

Haftanın Cuma günü hariç her günü dersimiz olurdu. Ancak hocaefendinin Cuma günü başka talebelere dersi olurdu. Nureddin Yıldız, Fatih Kaya, Muhammet Beyler ve Ahmet Hamdi Yıldırım ve Ahmet Yüksek Cuma sabahı Sahih-i Buhari dersine iştirak eden arkadaşlarımız idi.

Hocamız için dersler çok mühimdir. Biz Hocaefendi'nin derse gelmediğini kesinlikle görmedik. Ailesi ile birlikte yazın tatile gitmediğini, onları gönderip ders için kaldığı herkesin malumudur. Ara ara uluslararası ilmi toplantılar için yurtdışına giderdi. Çoğunlukla proğram bitmeden bir iki gün içinde dönerdi. E çocuklar toplantılar bitince gezi, yeme içme faslına kalamadım.” derdi. Bunun sebebi yukarıda bahsettiğimiz üzere üzerine yüklenen ağır yükün sorumluluğu idi. Devamlı olarak  E çocuklar ne idelim, iş başa düştü.” derdi. 

Yazları on gün memlekete gitmemize izin verirdi. Memlekete gidecek arkadaşlara orada bulunan yaşlı, salih zevatı mutlaka ziyaret etmelerini, namazları camide kılmalarını ve Cumaları vaaz etmelerini tavsiye ederdi. Biz de Ali Bulut Hoca ile memleketimize döndüğümüzde hocamızın tavsiyesi üzere Cuma günü Orta Camii’de vaaz etmek için Vezirköprü müftüsüne gitmiştik. Müftü bey işin gırgırında. İlahiyat birinci sınıfta okuyan bizlere Kara kaplı kitabı açarım haa!” diyerek aklı sıra bizimle dalga geçmeye  çalıştı. Müftü bize vaaz etme fırsatı tanımadı. Belki biz gerçekten yetersiz idik ancak mesele bu değil. Dikkat çekmek istediğim husus burada hocamızın tavsiye ve sözlerinin bizim üzerimizde ne kadar etkili olduğu.

Hocamız, Kuran tilavetine ve Kuran-ı Kerimin hıfzına çok ehemmiyet verirdi. Hafızlara mutlaka Kuran okuturdu. Hafızlığı o kadar teşvik etmişti ki Ali Bulut Hoca ile hafızlığa başladık. Hocaefendi beni cüz başından, Ali Bulut Hoca’yı da cüz sonundan hafızlığa başlatarak Ramazan’a kadar Kuranın yarısına kadar gelmemiz durumunda bize Fatih Camii’nde mukabele okutacağını söyledi. Bize bir hedef koydu: Ramazan’da mukabele okumak. Bunun yanında eğer hafızlığı tamamlarsak bizi umreye göndereceğini vaadetti. Allaha hamdolsun o sene Fatih Camii’nde sabah mukabelesi okuyacak kadar ilerledik. Bundan bir sene sonra hafızlığımızı tamamlamak nasib oldu. Hocaefendi 1995 senesi Ocak ayında bizi Ali Bulut Hoca ile umreye gönderdi. Uçak bileti, yol parası hariç bize 300’er yüz dolar para verdi. Yüz dolarını harcayın, yüz dolarına kitap alın, yüz dolarını da geri getirin. Eskiler mukaddes topraklara götürdükleri paraları harcamazlardı. Onlar inşallah sizi tekrar hacca- umreye götürecek dedi.” Ben hocamızın tavsiyesine uydum. Yüz doları harcamadan geri getirdim. Hamdolsun o para dört umre, iki hac yapmama vesile oldu.

Hocaefendi eskilerin yolculuğa çıkacakları zaman bir kâğıda kelime-i tevhidi (La ilahe illallah Muhammedü’r-Rasulullah) yazdıklarını, bunun ilk kısmını evde bırakıp ikinci kısmını yanlarında götürdüklerini, bunun Allah’ın izni ile yolculuğa çıkan kişinin sağ sâlim eve dönmesine vesile olacağına inanıldığını söylemişti.

1991 senesinden vefatına kadar sürekli etrafında bulunduğum muhterem hocamız kendisi Hadis kitapları okuturdu. Biz geldiğimizde Sahih-i Buhariye yeni başlamıştı. Onu itmam ettikten sonra Abdulfettah Ebu Gudde Hocamız’ın tavsiyesi üzerine Sünen İbn Mâceyi okuttu. Akabinde Sünen-i Nesâi, Sahih-i Müslim, Tirmizi ve Sünen Ebi Davutu okuttu. Derse başlamadan önce mutlaka bir sayfa Kuran tilavet edilirdi. Önce kendisi okur sonra sağdan her arkadaşa bir iki  hadis okuturdu. Hepimiz, burada Rasûlullaha salat-ü selam getiriyoruz” derdi.

Tefsir ve ulumul-Kuran derslerini hocamızın manevi evladı sayılacak kadar sevdiği Hamdi Arslan Hocamız’a tevdi etmişti. Ben, hocaefendinin riasetinde Hamdi Arslan Hocamız’dan Nesefi tefsiri, Ebus-Suud Efendi’nin tefsirinden Maide Suresi’ni, Tahirul-Cezâirî’nin Ulumul-Kurana dair yazdığı eserini okudum.

Hadis ve ilimlerine dair hocamızın çok sevdiği bir diğer talebesi Doç. Dr. Halil İbrahim Kutlay Hocamız’dan Nuhbetü’l-Fiker, İbn Salâh’tan Mukaddime, Nurettin Itr Hocamız’ın hadis usulüne dair eserini okuduk. Abdullah Siraceddin Efendi’nin Risaleyi Beygûniye şerhini okuduk.

 Fıkıh ve usul ile ilgili Dr. Ahmet Efe Hocamız’dan akaide dair el-Müsâyere, fıkıhtan Kuduri, hidaye, Usülden Şerhul-Menar ve Sadruşşerianın Tavdîh isimli eserini baştan sona tamamladık.

Ders proğramımız şöyle idi. Hocaefendi her derse gelir ve önce onun dersi olurdu. Akabinde diğer hocalarımızdan biri gelirdi. Onlar  nöbetleşe haftada iki gün ders yaparlardı. Hocaefendinin ders halkasında okuttuğu eserlere baktığımızda onların, başta Osmanlı medreselerinde olmak üzere bütün İslâm âleminde okutulan muteber eserler olduğunu görürüz.

Öte yandan hocaefendi ile ilgili dikkat çekmek istediğim bir husus da şudur. İslâmın sadece ilimlerine değil sanat ve edebiyatına da çok büyük ehemmiyet vermekteydi. Bizleri hat dersi almaya İslâm yazısı ile yazmaya ve uyduruk kelimeleri kullanmamaya teşvik eder, söz arasında -sel, -sal vb. uyduruk bir kelime kullanıldığında bundan rahatsız olur, yüzünü ekşitirdi.

İslâm dünyasında ihtilaflı konuların tekrar gündeme getirilmesinden, bazı akademisyenlerin güncel konularda kafalarına göre hüküm vermelerinden, tarihe mâlolmuş büyük âlimleri değersizleştirmelerinden, sağlam ve kavi olmadığı hâlde hiçbir sahih kaynağa istinad etmeden sırf inançsızları razı etmek için İslâm gerçeği” vb. kitaplar telif ederek İslâm’ın ilmi ve kültürel müktesebatını itham etmelerinden  fevkalâde rahatsızlık duymuş ve onlara her ortamda tepkilerini dile getirmekten asla çekinmemiştir. Hocaefendi sürekli olarak Mustafa Sabri Efendi’nin Musa Bigeyev hakkında yazdığı “Yeni Müçtehidlerin Kıymeti İlmiyyesi” kitabını tavsiye ederdi. Hocaefendi’nin ehl-i sünnete, Hanefi-Maturidi anlayışına aykırı fikirler ileri sürenlere karşı tepkisine şu iki hadiseyi örnek verebilirim. 

Erzurumda bir sempozyumda bir katılımcı “Batınıliği” ele alan bir tebliğ sunmuştu. Hocaefendinin de dinleyici sıfatıyla bulunduğu mekanda Batıniliğin bazı konularda haklılığından bahseden konuşmayıcıya bulunduğu yerden yüksek ve kızgın bir sesle Ehl-i sünnet olan bir beldede batiniliğin haklı bir anlayış olarak anlatılamayacağını, İmam Gazalinin Batiniliğin İç Yüzü” adlı eserinde onların sapıklık ve delaletini ispat ettiğini haykırmıştı.

Bir diğer örnek de şudur: 1995 yılında Hüseyin Atay, Hasan Elik, Yaşar Nuri Öztürk vb.  bazı ilahiyat hocaları tarafından yazılan ve İslâm Gerçeği” adıyla basılan kitabı görünce Hocaefendi çok kızmış ve tâ öğrencilikten tanıdığı, Dersiam Hüsrev Efendi’den birlikte ders okuduğu Hüseyin Ataya tevbe etmesi ve kitaptan teberri etmesi için mektup yazmıştır. Yine Hasan Elik ile Kabede bir vesile ile karşılaştığında yüzüne karşı tevbe etmesi ve o kitaptan teberri etmesi gerektiğini söylemiştir. 

Mehmet Emin Saraç Hocamız ile ilgili yazıyı tamamlamadan onun bir yönüne daha dikkat çekmek isterim. 1940- 1950 yılları arasında İstanbul’da, Üç Baş Medresesi’nin bir odasında ikamet ederken, diğer odalarda ikamet eden üstadlardan özellikle bir tanesi  hocamızın dikkatini çekmiştir. O zât-ı muhterem Galatasaray ve Vefa liselerinde felsefe hocalığı yapmış olan Fransızca ve Arapça’yı şiir yazabilecek seviyede iyi bilen Muallim Mahmut Cevdet Beydir. Hocamız, medresede kalırken bu zâtın neşrettiği- belki ilk İslâmcı dergi sayılabilecek “Doğan Güneş” mecmuasının elden dağıtımını yaptıklarından bahsetmişti. Hatta Mahmut Cevdet Beyin medresede yatakları kaldırıp kendisini Medrese-i Yusufiye” olan hapishane hayatına alıştırdığını söylemişti.

Bu zât yazdıkları yüzünden hapse atılmış, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde doktor bir öğrencisi tarafından kaçmasına imkân sağlanmış, oradan bir güzergâhı takip ederek önce Halep, oradan da Şama kaçmayı başarmıştır. Bilahare Medine-i Müneverre’ye giden Mahmut Cevdet Bey Medinede uzun yıllar Beşirağa Medresesi’nde kalmıştır. Hocamızın değerli talebelerinden Hamdi Arslan Hocamız, bu zâtı muhteremi ziyaret ettiğini anlatmıştı.

Hocamızla ilgili anlatacaklarımız bunlarla sınırlı değildir. Onun hayatı şüphesiz pek çok ilmi ve tarihi araştırmaya konu olacaktır. Başta talebeleri olmak üzere bu millet muhterem hocamızın İslâmi ve milli kültürümüzü gelecek nesillere aktarmada üstelendiği rolün ve yüklendiği bu ağır sorumluluğun mahiyetine vakıf olacaktır. Bütün bunlara rağmen hiçbir iddiası olmaması da calib-i dikkattir.

Müezzinlik mahfilinde ders yaparken bir şahıs geldi. Hocam ben âlim arıyorum.” dedi. Hocamız ona “Şimdi camiden dışarı çıkınca Sultan Fatih Hazretleri’nin türbesini göreceksin. Git âlimler orda.” deyince adam çok sevindi. Allah razı olsun hocam” diyerek çıktı gitti.

Haftada bir görüştüğü Reisül-Kurra Abdurrahman Gürses Hocaefendi'nin kendisi hakkında söylediği Emin Efendi selefin yetimiyim ben.” kavli evet onun hakkında olduğu kadar Mehmet Emin Saraç Hocamız hakkında da geçerli bir cümledir. Eslâfın yetimi hocamıza yüce Rabbimiz, rahmeti ile muamele eylesin.

Amin.      

Mehmet Erel

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

YORUM EKLE