Gençler markalı yırtık pantolonlarla dolaşıyor. Fakirliği zenginler giyiniyor. BMW’den bir yalan adam iniyor. Fakirlere ne demeli? O da üç kuruş maaşla efendi edalarında. Parayı koparan ya boğazına yatırıyor, ya esvaba. İzzet kimdedir, belli değil!
Bir ustaya çırak olmak, bir şeyhe derviş olmaktan müşküldü
Eskiden Anadolu’da geçim, bir mesleğe intisab etmek kaydıyla mümkün idi. Birine “mesleğin nedir?” suali ile teveccüh edildiğinde, ‘demirci, dokumacı, nalbur, aktar, sepetçi, hattat, vs’ cevabının içinde hangi meşrebe bağlı olunduğunun, kime intisab edildiğinin bilgisi de muhtevî idi. Abanın içinde adam saklı idi.
Şimdiki gibi, büyük iş merkezlerinde mağaza camekanlarına iliştirilmiş “bizimle çalışmak ister misiniz?” yollu ilanlarla mesleğe intisab kabil değildi. Meslek, “geçimi ararken insan-ı kâmili bulmayı” dava edinmek, sülûk etmek manasındaydı. Bir ustaya çırak olmak, bir şeyhe derviş olmaktan müşkül bir meseleydi. Çırak olmak “seçilmek”ti; ustanın eli kolu, yoldaşı, halifesi ve belki de damadı olmak demekti. Musa, Şuayb Peygamber için işçiden ötedir; çırak, damat ve yoldaştır. Saraydan çıkıp, kendini mürşide çoban eyler. Gocunmaz.
Dünyacılık Anadolu’da da zemin tuttu
Büyük sermaye, insanın kimlik zihnini bozdu. Manayı tarumar etti. Anadolu sermayesi de bu sürece “dur” diyemedi. Meslek öldü artık: Çıraklar, ustalarını kaybetti. İş var piyasada, fetayı Hak getire. Gençler damatlık kuşanamayacak, sükûn bakışlı ak saçlı bilgelerden terbiye görülmeyecek. Şu son yüz-yüz elli yıldır esnaflığı bozan bir sermaye hareketliliği ile akıl baştan alınacak.
Bu kentleşme, modernleşme projesi insanları ayartıyor. Anadolu’nun muhafazakâr, din u dâr algısı bile mezkûr değişime ayak direyememekte. Kapitalizmin, “dünyacılığın” Anadolu’da bu denli zemin tutması; bu ülkenin en çalışkan, zeki, ahlâklı, feta ve isar ehli adamlarının artık yüz geri dönmeleri ve dört beş asgari ücreti cebe indirmek sevdasıyla “çift bozan” olup dirliği kaldırıp atmaları olsa gerektir. Kolay bir para ve garanti bir maaş adına yüz binlerce insanın toprağını, san’atını, atadan gelen sülûkunu, mesleğini terk edip şehirlere yığışmasının adı başka nedir? Ahlâk bozuldu, mertlik kalmadı. Elbise var da, içindeki adam belli değil.
Kapitalizmin karşısında duracak imanı vardı
![]() |
(+) |
Modern öncesi toplum için yoksullar Allah’ın bir hediyesiydi. Yoksullar bir problem sayılmazdı. Onlar fedakârlık yapmanın, namuslu ve saf bir hayat sürmenin, dünyevî hayatın manasını ölümden sonraki hayatta aramanın, her sıkıntıya rağmen saadet bulmanın timsali idiler. Üstad Münir Özkul, “Bizim Aile” adlı filminde Patron Saim’e şöyle diyordu: “Sen mi büyüksün, ben mi? Ben, çünkü biz birbirimize sevgiyle bağlıyız. Dokunma çocuklarıma.” Yaşar usta, fakirliği ile güçlü idi. Değerleri vardı ve kapitalizmin karşısında duracak imanı. Ekmeğini bölmeyi bilirdi. Para çok ise namussuzdu, yoksulluk da cemaat demekti. Şener Şen daha sahne almamıştı.
Cılız ihtiyaçları için emeklerini satmaya ikna edildiler
Modern kapitalizm, fakirliğin, endüstriyel işletmelerin istihdam kaynağı olması niyetiyle hareket ettiğinde “yoksulluk” üzerinde büyük bir kuşku doğmuş oldu. Yoksulları fabrikada iş gücüne dönüştüren bir “yazgı” çizildi. İnsanlar cılız ihtiyaçları için emeklerini satmaya ikna edildiler. Gerek doğuda ve gerek batıda dindar adamın en büyük dilemması çalışmadığı zaman sefil ve günahkâr, çalıştığı zaman ise köleye dönüştüren bir kıskaca itilmesiydi. Çalışma ve tüketme etiği, “çalışan kazanır” vahyini anlambozuma uğratıyor, aylaklığı sefaletin nedeni sayıyordu.
Haz böyle uyarılırsa boyun eğmek kaçınılmaz
Herbert Marcuse, kapitalizmin bunu nasıl başardığını keşfetmişti: “Pis ve ağır bedensel emeğin azaltılmasıyla, reklamcılık işleyiminin gerektirdikleri ile cinsiyet, çalışma ve kamu ilişkileri bütünlenmiş ve böylece denetlenen, hazza daha açık kılınmıştır. Boyun eğme yaratan ve başkaldırının akılcılığını zayıflatan bir yolda doyum yoluyla yerleşik toplum ile uzlaşmaz olan istemlerinden yoksun bırakılmıştır. Haz böyle uyarıldığında, boyun eğme yaratmaktadır.” (Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, İdea, 1986: 67- 68)
Yoksul adamın meta bolluğu ile aldatılması, eski zaman taktiği olsa gerek. Eski zamandan beri ekâbir takımı, zayıfları malları ve servetleri ile dövüp sindirmek istemişler. Karun, debdebesi ile fakirlerin aklını çalmış. Firavun da Musa’yı büyülemeye kalkmıştı. Çoban Musa, Firavun’un huzurunda hak kelam eyledi, büyü bozuldu. Bir fiske bile sallamadı, adam yer ile yeksan oldu. Evvel zaman işte, böyle yiğitler var idi.
Rüstem’i silahlar değil, fakirlerin izzeti yendi
İran cephesi komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas, İran’a bir elçi göndermek icab edince Rib’î b. Âmir’in, “Beni gönderin” talebini tasdik etmişti. Zorba Rüstem ve adamları, gelecek elçi için hazırlandılar. Tekebbürü giyindiler. Mücevherler takınıp, altın taht kurdular. Yerlere halılar serdiler, altın sırmalı yastıklar koydular. Rib’î, garibim, tüyleri uzun, cüssesiz bir ata binmişti. Yanında kını eski elbise parçasından cilalı bir kılıç, kabzesi devenin boyun kemiğinden yapılmış bir mızrak, sığır derisinden mamul kalkan, yayı ve oku olduğu üzere ilerledi. Atıyla halıların üstüne çıktıktan sonra indi, mızrağını bastıra bastıra yürüdü. İtiraz etmiş olanlara, “Beni siz çağırdınız” yollu kelam eyledi. Giysisi bir çuldu, saçlarını dört örgü yapmıştı; başını da deve yularıyla bağlamıştı. Saç örgüleri boynuzlar gibi ayağa kalkmıştı. Mızrağını halının üzerine dikip yere oturdu. Halı delik deşik olmuştu. “Niye yere oturdun?” diye sordular. “Sizin bu süslü eşyalarınızın üzerine oturmayı mübah görmeyiz” dedi. Sonra ekledi: “Bizi buraya Allah gönderdi ki, sizi adalete çıkaralım.” (Kandehlevî, Hayatü’s Sahabe, c:5, s: 140) Rüstem’i silahlar değil, fakirlerin izzeti yendi.
O yiğitler eski abaların içindeydi hep
Ömer Seyfettin, “Pembe İncili Kaftan” hikâyesinde Şah İsmail’in karşısına tıpkı Rib’î b. Âmir gibi bir adam çıkarır: Muhsin Çelebi. Çim biçer gibi adam doğrayan Şah, ağzını açıp da bir kelam eyleyemez.
Bir zamanlar böyle adamlar vardı. Hiç biri yalan değildi. Adamlar eski abaların içindeydi. Kim bilir o abalar nereye gitti. Hangi yiğitler giyindi?
Lütfi Bergen o abaları arıyor
Elbiseyi görüp ta içindekini göremeyen insanların olduğu bir zamanda yaşamakta olduğumdan çok müteessirim.Müslümanların bile artık arabana,kıyafetine,parana göre değer biçmesini anlayamıyorum.Soruncada müslümanın zengin olmaya,giyip kuşanmaya hakkı yok mu diyorlar?Böyle bir mevzuyu dile getirdiüğiniz için yüreğinize sağlık.İyi ki vasınız,iyi ki bu yazıyı yazanlar,okuyanlar ve ehemmiyet verenler var.