Erdem Bayazıt Eskişehir'e gelmişti

Yedi güzel adamdan biriydi Erdem Bayazıt. Eskişehir'e gelmiş ve bir gecede izlemiştim onu.

Erdem Bayazıt Eskişehir'e gelmişti

Dediler yedi güzel adam yaşarmış Dulkadiroğullarının kalıntıları arasında. Gezdim dolaştım, şehir şehir, ülke ülke, kitap kitap... İzini sürdüm yedi güzel adamın, bir gün belki karşılaşırım diye. Umut dedim, belki bir gün ererim yedi güzel kalbin sırrına.

Yolları aşındırdım uzun yıllar. Sivas dendiğinde, düşüp kalıyordum kalenin eteklerinde, Şemsi Efendi de yoktu kolumdan tutup yerden kaldıracak. İstanbul dendiğinde, uçarı, yeni yetme bir kekemeydim kitapların gölgesinde. Eskişehir dendiğinde harabeler arasında bir baykuş acındırmasıydım, hep kaçaktım, yerimde duramıyordum ölüm kalbimi her yokladığında. Hakkâri dendiğindeyse sınırlarımı yokluyordum, acizliğimi, fenalığımı hiç bilmiyordum.

Bir davet kapımı çaldı bir günErdem Beyazıt, Şiirler

Sonra yedi güzel adamın kapısını çalma bahtiyarlığına eriştim. Açacaklar mıydı? Alacaklar mı beni içeri? Bilemiyordum. Bu bir davet değilse gezip dolaşmazdım şehir şehir, ülke ülke, kitap kitap.

Bu bir davet değilse, kaybolmazdım satır aralarında.

Bu bir davet değilse sabahın bu vaktinde uyanık olmazdım.

Bu bir davet değilse, uykularım deli deli kaçmazdı benden. Özdenören kardeşler, Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan, yedi güzel adam. Bu yedi güzel adamdan sadece biriyle karşılaşmak nasip oldu. 2006 yılının başları olmalı, muhtemelen de ilkbahar. Eskişehir’deyim. Duydum ki, bu eski şehre kadim bir dost geliyormuş. Bir konferans münasebetiyle davetliymiş Erdem Bayazıt.

Dedim ki, madem şehrimize kadar gelmiş, kaçar mı hiç böyle bir nimet, gider miyim giderim, kim tutar beni Allah’tan gayrı. Serde de varsa gençlik.

Erdem Bayazıt’ı gördüm

Akşam oldu mu soluğu mübareğin konferansa katılacağı salonda alıyorum, adeta mevzilenmişim yanımda hiç eksik etmediğim kitaplarımla. Hani ola ki, bir aksilik çıkar, gecikme olur, o arada kitaplarımla yarenlik ederim diye. Benimki edebiyata ve kaleme hürmetten, onu görme bahtiyarlığına erişmek, bir vesile bilvesile, dünya gözüyle bir defa, bir neyin uhrevi yalnızlığında, aynı gök kubbenin sağaltıcı yalnızlığında. Benimki sadece, vefa borcu kendimce... Kim nerden bilecekti geldiğimi; çünkü sessizce kimseye haber vermeden gelmiştim ve aynen geldiğim gibi de çıkıp gidecektim, nitekim böyle de oldu.

Pek yaşlanmıştı mübarek, sonra yorgundu, yılların yorgunluğu sinmişti yüzüne, her halinden belliydi. Bir de yol yorgunluğu vardı üzerinde. Fakat bir şey gözümden kaçmadı, hala on sekiz yaşındaymış gibi edebiyattan bahsediyordu, şiirler okuyordu, kitapları seviyordu. Zaman, her geçen gün aşkını daha da bilemişti kalem taşında. Zaman yenilmişti işte mübareğe, Hadisi şerifin hakkını vermişti, bir günü bir gününe eşit değildi. Doğrusunu Allah bilir. Bize düşen, kışrın lafazanlığı, laf ebeliği, vebalin tevatürü, eskilerin mesel dediği, rivayet üzere rivayet...

Erdem Beyazıt, Gelecek Zaman RisalesiMısralarında kaybolduğum şair

Birkaç şiirini okudu, ezberimde olmayan ama defterlerimde kayıtlı şiirler. Defterlerimi karıştırıyorum. Bir tanesini bir gazeteden almışım not etmişim, pek manidar:

“Bütün bunların üstüne/ Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim

Vatanım, milletim, tüm insanlar kardeşlerim/ Sonra sen gelmesin dilimin ucuna, adın gelmeli

Adın kurtuluştur ama söylememeliyim.” (Nuh Gönültaş; Tercüman Gazetesi, 08.3.2003).

Gerçekten de güzel bir adam vardı karşımda. Canına kast edenlere dahi can verecek olan bir yürek, capcanlı, hayat dolu, imanlı... Nur yüzlü, mütebessim, mütecessis bir sima... Erdem Bayazıt. Sonra uzun yoldan geldiğini ve kendini bekleyen yakınları olduğunu söyleyip müsaade etmişti konuklarından. Kendisini seven, kendisinin yolundan giden gençler etrafını sarmıştı. Mübarek de gençleri pek seviyordu, hemencecik de kaynaşmıştı onlarla. Her halinden belli oluyordu gençlik sevgisi, gençliğe hürmeti; çünkü gençliğin, genç olmanın ne demek olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Gençler halka olmuştu mübareğin etrafında. Sevgi ve muhabbetten müteşekkil sımsıkı ilmiklerle birbirine mecz olunmuş samimiyet timsali kocaman bir halka. Dâhil olmadım halkaya, içeriye girmedim. Uzaktan bakmakla yetindim, belki böylesi daha güzeldi, yerli yerindeydi. Tabloyu olduğu gibi muhafaza edip, gereksiz varlığımla bozmak istemedim.

Hatıraları unutmayalım!

İlk ve son görüşüm oldu mübareği. Zaten bundan birkaç yıl sonra da vefat haberini duydum, pek üzüldüm, mahzun oldum. (10 Temmuz 2008) Aslında biraz da geçip giden zamana, kayıp giden anılara üzülüyordum, desem yerinde, doğru olur. Çünkü ölüm hepimizin alnına konacak bir kuş, bundan yok kaçış. Dün merhumla, bugün bizimle, yarın da başkalarıyla olacaktır bu vakitli vakitsiz, zelil ya da muteber geçiş. Hepimiz ölüm kervanına katılacağız boynumuza konduramadığımız küheylanlarla, şeksiz şüphesiz. Bizi hüzünlendiren, geçmişteki anılarımızı bir arada tutan payandaların bir bir düşmesi değil mi, hem de gözlerimizin önünde biçare bakışların şahadetiyle. Belki de bunu gördüğüm için pek mahzun oldum, üzüldüm. Eski bir şehirdeydim, bir gün yoluma güzel bir adam çıkmıştı güzel bir hatırayla, sonra da beyaz bir ata binip gitmişti uzaklara. Anılarımı ayakta tutan kavi bir payanda göçmüştü işte, ben arkasından bakakalmıştım. Aklımdan bir ayetten süzülüp gelen o söz, yâr-ı gârdan: “Lâ Tahzen!” Ben de üzülmüyordum, O’ndan gelip O’na dönmüyor muyduk nihayetinde. Allah’tan rahmet diliyorum ol mübarek için. Siz ne güzel bir insandınız Erdem Ağabey, hem uzaktan temaşa haliyle, hem de yakındaki muhabbet halkasının içinde. 

 

Faik Öcal bir hatırayı hatırladı

YORUM EKLE