Damat Ferit Paşa kimdir?

"Damat Ferid’in, memleketin pek nazik bir devresinde birbiri peşi sıra beş defa sadâret makamına getirilmesi pek çok kimse tarafından incelenmiş, bu mevzuda çeşitli neşriyat yapılmış ve bu yazılanların bazılarında devrin padişahı Sultan Vahideddin Han mesul tutulmuştur." Mustafa Müftüoğlu yazdı.

Damat Ferit Paşa kimdir?

Hasan İzzet Efendi adlı bir Malisor’un oğlu olan ve 1853 yılında İs­tanbul’da doğan Damat Ferid’in asıl adı Mehmed Ferid’dir. Saraya damat olduktan sonra Mehmed adı unutulmuş ve Damat Ferid Paşa diye şöhret bulmuştur. Aslen, Karadağ’ın Poşasi köyünden olan ve ancak XVII. asırda İslâm dairesinin içine giren Damat Ferid’in ailesi, saçma bir iddiaya göre “Seyyid” imiş. Bu saçma iddiayı inceleyen İbnu’l Emin Mahmud Kemal Bey, pek haklı olarak der ki:

“Karadağ köylülerinden bir Hristiyan ailenin bilahare Müslim olması mümkün ise de:

Karadağ köylüsü Nasranîdir

Müslim olsa yine olmaz Seyyid”

manasınca aslen Hristiyan olan bir aile evlad u ahfadının ‘Seyyid’ ol­masına bittabii imkân yoktur.”

Babasının rical-i devletten sayılması dolayısıyla tahsil imkânı bu­lan ve gençliğinde hariciye dairesine girerek Paris, Berlin, Petersburg ve Londra Sefaretlerinde ikinci kâtip olarak bulunan, bilahare Londra’da başkâtip iken Bombay başşehbenderliğine tayin edilip bu vazifeye git­meyerek İstanbul’a dönen Ferid Paşa, bir iddiaya göre Sadrazam Kâmil Paşa’nın tavassutu ile Sultan Abdülmecid’in dul kızı Mediha Sultan’la ev­lenmiş ve Mehmed Ferid böylece Damat Ferid olduktan kısa bir müddet sonra rütbe-i vezaret tevcihi ile Şûra-yı Devlet âzalığına tayin edilip “Da­mat Ferid Paşa” diye anılmaya başlanmıştır.

Sami Paşazade Necib Paşa ile evli olan ve Necib Paşa’nın vefatıyla dul kalıp bu kerre Mehmed Ferid Paşa ile evlenen Mediha Sultan’ın Baltali­manı’ndaki meşhur sarayına yerleşen Damat Ferid Paşa, böyle bir anda kavuşuverdiği nimetleri az bulmuş ve gözünü Londra Sefareti’ne dikip bunu temin için Mediha Sultan’ı Abdülhamid Han’a göndermiş ise de Sultan II. Abdülhamid Han, Mediha Sultan’a;

“Hemşire, orası mektep değildir, pek mühim bir sefarettir. Umûr-i siyasiyede vukufu ve tecrübesi olanlar tayin edilir.” diyerek reddetmiş, damat paşa hazretleri de talebinin bu şekilde reddi üzerine Abdülhamid Han’a gücenerek(!) o tarihten sonra Muayede Resmi’ne çıkmamıştır.

Arzuladığı Londra Sefareti’ne kavuşamayan Damat Ferid, II. Meşru­tiyet’in ilanına kadar Baltalimanı’ndaki sarayda münzeviyane bir hayat geçirir iken devr-i hürriyette birdenbire meydana atılmış ve günün mo­dasına uyarak İttihat ve Terakki meddahlığına başlamıştır. Başmabeynci Lütfi Simavi Bey, hatıratında, o günlerde Yıldız Sarayı’nda verilen bir zi­yafeti ve o ziyafette bulunan Damat Ferid’in durumunu şöyle anlatır:

“Damat Ferid Paşa, bu ziyafette zaman-ı sabıkın siyasetine ve meşru­tiyeti istihsal hususunda İttihat ve Terakki Fırkası’nın vuku bulan hizmet-i fevkalâdesine dair uzun bir nutuk kıraat ettiği gibi daha Abdülhamid-i Sâni taht-ı saltanatta iken Pera-Palas Oteli’ndeki bir ziyafette de evvelce tertip ettiği bir nutku okuyarak İttihat ve Terakki’yi göklere çıkarmıştı.”

Bir makam ele geçirebilmek ümidiyle böylesine bir meddahlığı kabul eden Damat Ferid, bütün bu gayretine rağmen İttihatçılara yaranamamış, dalkavukluğun neticesi sadece a’yan âzalığıyla kalmıştır.

Ne garip bir tecellidir ki II. Meşrutiyet’in ilanında İttihatçılara meddah­lık yapan bu Damat Ferid adlı Balkan serserisi, bilahare müthiş bir İttihat ve Terakki düşmanı kesilmiş, bütün İttihat ve Terakki erkânı onun sadâreti boyunca birer birer yakalanıp divan-ı harp huzuruna çıkarılmışlardır.

Damat Ferid’in tarihimizde kapkara bir yeri vardır ve bu yere onu, sadâreti devresindeki korkunç icraatı oturtmuştur.

I. Cihan Harbi sonunda Talat Paşa’nın sadâretten istifasıyla İttihat ve Terakki iktidardan düşüp tarihe karışmış, bilahare Ahmed İzzet Paşa sad­razam olup bu makamda ancak yirmi beş gün kalabilmiş, daha sonra bir­biri ardınca iki defa sadârete getirilen Tevfik Paşa’nın bu, ikinci ve üçüncü sadâretleri cem’an üç ay, yirmi dört gün sürmüş ve Tevfik Paşa’nın istifası üzerine 4 Mart 1919 tarihinde Damat Ferid Paşa sadrazam olmuştur.

Damat Ferid’in beş sadâreti vardır ve bu beş sadâret müddeti cem’an bir sene, bir ay, sekiz gündür. Herhangi bir meziyeti ile değil de sırf damat­lığı dolayısıyla a’yan âzalığına tayin edilen ve a’yan âzalığından sadrazam olan Damat Ferid’in, bu beş sadâretindeki korkunç icraatının tafsilatına bu kitabın sahifeleri müsait değildir. İmparatorluğumuzun son yıllarında devlet idaresine -maalesef- hâkim olan bu serserinin bütün hayatı, olanca çıplaklığıyla tespit edilip müstakil bir kitapta toplanmalı ve ibret vesikası olarak evlatlarımıza okutulmalıdır.128

Damat Ferid’in, memleketin pek nazik bir devresinde birbiri peşi sıra beş defa sadâret makamına getirilmesi pek çok kimse tarafından incelen­miş, bu mevzuda çeşitli neşriyat yapılmış ve bu yazılanların bazılarında devrin padişahı Sultan Vahideddin Han mesul tutulmuştur.

Birçok defa kaydettiğimiz gibi dost ve düşmanı tarafından son derece namuslu bir kimse olarak tanınan Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad Türkgeldi -ki Sultan Vahideddin’in saltanatında da bu vazifede bulunmuştur- yakın tarihimize ışık tutan mühim eseri Görüp İşittiklerim’de şunu naklediyor:

“Sultan Vahideddin, şehzadeliğinde, ‘Dünyada üç melun vardır, bun­lar bir saç ayağıdır: Biri bizim hemşire (Damat Ferid’in eşi Mediha Sul­tan), biri zevci olan Ferid Paşa, biri de oğlu Sami (Mediha Sultan’ın ilk eşi Necib Paşa’dan olan oğlu)’ dermiş.”

Merhum Ali Fuad Türkgeldi’nin, Hazine-i Hâssa Müdür-i Umumisi Refik Bey’den naklettiği bu söz üzerinde pek çok tarihçimiz durmuş ve Sultan Vahideddin’in bir “melun” olarak kabul ettiği Damat Ferid’i, ne­den ve niçin ardı ardına sadârete getirdiği hususunda çeşitli iddialar öne sürmüşlerdir. Kabul etmek lazımdır ki bizde henüz Sultan Vahideddin devri ile alakalı vesikalar -aradan yarım asırdan fazlaca bir zaman geçmiş olmasına rağmen- türlü sebeplerle yayınlanamamış, dolayısıyla o devrin olaylarına gerçek tarihçi gözü ile bakılamamıştır. Yukarıda görüldüğü gibi Damat Ferid’in birbiri ardı sıra beş defa neden sadâret makamına getirildiği, Sultan Vahideddin’in, daha şehzadelik yıllarında “melun” ol­duğuna inandığı bir adama niçin devlet idaresini teslim ettiği karanlıktır.

Ancak meşhur Bâb-ı Âli Baskını’nda Dâhiliye nazırı olan, sonraları Damat Ferid Paşa Kabinesi’nde de vazife alan Ahmed Reşid (Rey) Bey’in hatıratında kaydettiği bir gerçek vardır ki bunu bugün burada tekrar kay­detmeyi -gerçek tarih adına- bir vazife bildik.

Ahmed Reşid Bey Gördüklerim, Yaptıklarım’da, “Sevr Muahedesi”n­den bahisle der ki:

“Zat-ı şahanenin (Sultan Vahideddin’in) bu muahedeyi, sadraza­mın (Damat Ferid’in) ibrâmına (fazla ısrarına) rağmen tasdikten suret-i kat’iyyede içtinap ettiği (sakındığı) şüpheden beridir.”

Damat Ferid Paşa Kabinesi’nde vazife alan ve o damat paşa serserisine rağmen pek çok faydalı işler gören Ahmed Reşid Bey’in bu ifşaatı, yalan söyleyen tarihin, Sultan Vahideddin’in “Sevr Muadehesi”ni imzaladığı ve böylece yurdu düşmanlarımıza teslim ettiği yolunda yazdıklarının gerçe­ğe uymadığını sarahatle ortaya koymaktadır. Bu olay gösteriyor ki o devir tarihi henüz aydınlanmamış, dolayısıyla “melun” bilinen Damat Ferid’in birbirini kovalayan sadâretlerinin neden ve niçini henüz öğrenilememiştir.

Sultan Vahideddin’in, “melun” dediği Damat Ferid serserisine niçin devlet idaresini teslim ettiği karanlıktır amma damat paşanın bütün me­lanetleri bugün olanca dehşetiyle gözler önündedir ve bilinen gerçek, Da­mat Ferid Paşa’nın Devlet-i Âliyye’ye sadrazamlık değil, İngilizlere uşak­lık ettiğidir.

Bir iddiaya göre bu Damat Ferid, henüz damat olmadan, hatta Hari­ciye dairesine girip Avrupa’ya gitmeden evvel pek dindar imiş. Her gün sabah namazlarını Ayasofya Camii’nin top kandili altında kılar imiş. Vaktâ ki Avrupa’ya gitmiş, orada alafrangalaşıp Müslümanlığa düşman kesilmiş. Avrupa’dan dönüşünde kavuştuğu nice nimetlerden sonra evin­de kullandığı erkek ve kadın hizmetçilerin hepsi Rum imiş. Sözlerinde, nutuklarında, yazılarında hep Yunan ve Latin darb-ı mesellerinden, harf­lerinden, rivayetlerinden söz eder, Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifi katiyen ağzına almazmış. Hülasa tamamen Garplılaşmış, milliyet hislerini kay­betmiş ve kozmopolit bir adam olmuştur.

Bu iddiayı, İbnu’l Emin Mahmud Kemal Bey’in yazdıkları da teyit etmektedir. Diyor ki Mahmud Kemal Bey:

“Sakalsız sadrazamlardan biri olan Ferid Paşa’nın, boyalıca uzun sa­kal başları (favoriler), içi ayıklanmış pek uzun tırnakları -o yaşta, bahusus öyle yüksek bir makamda bulunan zatlara yakışmayacak bir hâlde- gayet kerih ve nefretâfer idi. Elinden bir şey alanlara tırmalanmak korkusu ge­lirdi. Cadıları da ürküten o korkunç tırnaklarını ‘müftehirane seyretmesi’ ve ‘muhatabının gözüne sokması’ eski Frenkleri taklit ile münevver(!), mütemeddin(!) bir centilmen olduğunu herkese göstermek fikr-i mecnûnânesinden ileri gelmiş olsa gerektir.”

Başmabeynci Lütfi Simavî Bey de hatıratında bu duruma temasla, “Gayet temiz ve titiz olan Sultan Mehmed Han-ı Hâmis (Sultan Reşad), Ferid Paşa’nın şahsını hiç sevmediği gibi onun uzun tırnaklarından da istikrah ederdi (tiksinirdi).” diyor.

Bu mevzuda daha pek çok şahadet vardır ve cümlesi, o, Damat Ferid Paşa denilen adamın, Avrupa’dan döndükten sonra din ve milliyeti bir tara­fa atıverdiği yolundadır. Böyle İslâm’a ve Türklüğe yabancı bir adam, türlü sebeplerle -maalesef- devlet idaresine hâkim olmuş ve o pek nazik dönem­de bütün sadâretleri çeşitli ihanet, melanet içinde geçmiş ve beşinci defaki son sadâretinden de kendi arzusuyla istifa etmemiş, istifaya zorlanmıştır.

Damat Ferid’in beş sadâreti boyunca işlediği cinayetleri, kurduğu divan-ı harp mahkemelerindeki rezaletleri, Anadolu’daki “Millî Kıyam”a karşı takındığı tavrı, Sevr Muahedesi’nin imzası için nasıl çırpındığını başka bir yazımızda ele alıp inceleyecek ve o damat paşanın kapkara şah­siyetini gözler önüne sermeye çalışacağız. Bugünlük şu kadarını kaydede­lim ki Damat Ferid, türlü meranetle yürüttüğü beşinci sadâretinden isti­faya zorlanmak suretiyle ayrılmış ve 17 Ekim 1920 Pazar günkü istifasını müteakip Avrupa’ya giderek Korlesbad’a yerleşmiş, bilahare İstanbul’a dönmüşse de Anadolu’daki “Millî Kıyam”ın -Allah’ın inayetiyle- zafere ulaşması üzerine İstanbul’da barınamamış ve 1922 yılının 22 Eylül Cuma günü gizlice yurt dışına kaçmıştır.

Damat Ferid, üvey oğlu Sami ve üvey torunu Burhaneddin ile kara­dan; refikası Mediha Sultan’la gelini, iki kız ve üç erkek torunlarıyla hiz­metçileri de Erkân-ı Harp Miralayı Yanyalı Tahir Bey nezaretinde deniz yolu ile kaçmayı becermişlerdir.

Sultan Vahideddin’in, Damat Ferid Paşa’nın firarını duyduğunda söy­lediği söz şu olmuştur: “Çapkın... Hem devleti bu hâle koydu hem gitti.”

Bu sözü nakleden Sadrazam Tevfik Paşa diyor ki:

“Padişah, elinde bir kâğıt tuttuğu hâlde beni kabul edip ‘Hemşirem Mediha Sultan(ın), romatizmasından şikâyetle sahilde oturamadığını, bir konak tedarik ettirilmesini söylemesiyle münasip bir mahallin tefriş edilmesini Said Bey’e (Hazine-i Hâssa Müdür-i Umumi Vekili) tembih etmiştim. Şu kâğıdı okuyunuz; ‘Mediha Sultan burada kaldıkça romatiz­ması artacağından ve tedavi için Avrupa’ya gidilmesi hakkında zevci Fe­rid Paşa tarafından vâki olan ısrara mukavemet edemediğinden iki saat evvel Avrupa’ya müteveccihen hareket eylediğini’ yazmıştır. Çapkın (Da­mat Ferid), hem devleti bu hâle koydu hem gitti.’ dedi. Okuduktan sonra kendisine iade ettiğim kâğıdı masanın üstüne attı.”

Ömrü İngilizlere uşaklıkla geçen o Damat Ferid hakkında bir İngiliz elçisi şunları söylemiştir:

“Dünyada hakiki ve şaşaalı bir refah içinde yaşayan iki kişi tanırım. Bunlardan biri Hindistan’daki bizim Kral Naibi Lord, ikincisi de Damat Ferid Paşa’dır.”

İngiliz elçisinin bu sözü doğrudur. Zira o Damat Ferid adlı paşa, yurt dışına kaçtıktan sonra bütün cinayetlerini unutmuş ve bakınız, Avrupa’da nasıl bir hayat sürmeye başlamıştır. Yukarıda kaydettiğimiz gibi din ve milliyeti bir tarafa atarak Garplılaşan ve bu zihniyetle nice melanetleri irtikap etmekten utanmayan Damat Ferid’in Avrupa’daki bu yaşayışını Tarık Mümtaz Göztepe’nin Sultan Vahideddin’le ilgili eserinden okuya­lım. Diyor ki bu zat:

“Cenubî Fransa’nın en güzel ve mutedil sahillerini birer buket gibi süsleyen sayfiye yerlerinden Kaptay’da bu yorgun ve asabı gerilmiş gur­bet kafilesinin ikâmet ve istirahatı için güzel bir villa kiralanıp hazırlan­mıştı. Bu villada ilk yorgunluk kahvelerini içip ooh diye geniş bir nefes alan Damat Ferid ve ailesi, İstanbul’da Baltalimanı Yalısı’nı kendilerine haram eden sonu gelmez tahkir ve nefret âvazelerini, yalıya sürünerek geçen şirket vapurlarından taşan korkunç nümayişleri Kaptay’da unutur gibi olmuşlardı.

Başı selamete ve huzura kavuşunca Avrupa’nın eski âşinâsı ve gençlik günlerinin parlak ve dört başı mamur hovardası olan damat paşanın da­marlarında yaşamak ve safa sürmek arzuları kaynaşmaya başlamış ve artık kendisine dar gelen Kaptay’dan kalkarak buraya bir saat mesafede meşhur Manton şehrine taşınmıştı. Parislilerin bile ‘şık bir Parisli’ diye andıkları damat, yetmiş beşi aşan yaşına rağmen tuvaletine titiz bir itina gösteri­yor, tam beş kere işgal ettiği sadrazamlık makamında dahi kesmeye lüzum görmediği favorili saçlarını, manikürlü tırnaklarını Manton’un en zarif ve kibar berber salonlarından seçtirdiği hususi kızlara yaptırıyordu.”

Bir görgü şahidinin bu satırları, Damat Ferid denilen paşanın ahlâkı­nı derecesini tespit bakımından mühimdir. Koskoca bir imparatorluğun başını yiyenler arasında yer alan ve Millî Kıyam’ın zaferi sonunda İstan­bul’da barınamayıp selameti firarda bulan o adam, hayatının son dem­lerinde başını iki eli arasına alıp düşüneceği, hadiselerin muhasebesini yapıp cinayetlerini bir itiraf-ı zünûb hâlinde ibret olarak itiraf edeceği devrede “zarif ve kibar berber salonlarından getirttiği hususi kızlara” ma­nikür yaptırmış ve yine Tarık Mümtaz Göztepe’nin yazdığına göre “İki dirhem bir çekirdek giyinip, taze ve şuh birtakım Frenk yosmalarıyla mu­aşakasına devam etmiştir.”

Böyle yetmiş beş yaşından sonra Frenk yosmalarıyla düşüp kalkan Da­mat Ferid adlı adam “cebinden hiç ayırmadığı ve muhtevası hakkında kim­seye malumat sızdırmadığı dolgun çek defterinden bu yosmalara ve bilhas­sa bunların arasında gözde ve seçme bir kıza biner franktan aşağı olmamak üzere yapraklar koparıldığını” yine Tarık Mümtaz Bey yazmaktadır.

Damat Ferid Paşa’nın son günlerindeki bu iğrenç hayatını böyle kısa­ca naklettikten sonra iki mühim husus üzerinde de duralım. Bunlardan biri, damat paşanın bir “Türk Tarihi” yazmaya heveslenmesidir. Ve Tarık Mümtaz Göztepe’ye göre bir kısmını da yazmıştır. Biz, Baltalimanı’ndaki yalıda bulunan ve “binlerce kitabı ihtiva eden cesim kütüphane”deki eser­lere damat paşa hazretlerinin el sürmediğini, bu kitapları sözde ilmine bir misal olarak topladığını, bu mevzuda pek çok şahadet olduğunu biliyor ve ömrü Türk’e ihanetle geçen o Malisor oğlunun muhteşem tarihimiz hakkında neler yazdığını veya yazabildiğini merak ettiğimizi kayıttan da kendimizi alamıyoruz.

İkinci mühim husus da Damat Ferid’in ölümünden birkaç gün evvel;

- Ölürsem, cenazemi memleketime defnediniz, şeklindeki vasiyeti­dir. Şair;

Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır.

dediğine göre Damat Ferid acaba uğrunda ölmesini bilmediği Türk topraklarına mı gömülmeyi vasiyet etmiştir; yoksa Türk’e ihanet edip yu­varlandığı gayya kuyusundan seslenirken Malisor babasının yurduna mı gömülmek istemiştir?!

Damat Ferid Paşa adlı firari paşa, 6 Ekim 1923 Cumartesi günü, Fransa’nın Niş şehrinde ölmüş ve Mediha Sultan’ın arzusu üzerine Hris­tiyan mezarlığına gömülmeyip tahnit ettirilerek içi kurşun kaplı bir ceviz tabut(!) içinde Niş şehri yakınındaki “Caveau/Kavo” denilen küçük bir bodruma konulmuştur.

Ömrü İslâm’a ve İslâm’ın emrettiği “vatan sevgisi”ne ihanetle geçen Damat Ferid’in -“Şeriat zahire göre hüküm verir.” kaidesince- Hristiyan mezarlığına gömülmemesi lüzumsuz bir hassasiyet değil midir?!

Kaynak: Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Sayfa:125-133

 

                                                                                                                                                            

YORUM EKLE

banner36