Üç Said
![]() |
(+) |
Bugüne kadar fikirleri ve zikirleriyle üç Said dikkatimi çekmiştir:
Said Halim Paşa; ki imparatorluğun dağılma evresinde bir aristokrat ve mütefekkir olarak İslamcılık düşüncesini dillendirmeye cüret etmiş önemli bir saraylı idi. Buhranlarımızı görüp tedavisinin bir an evvel öze dönüşle mümkün olduğu kanaatindeydi.
Edward Said; ki Filistinli hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, edebiyat profesörü olduğu halde sivil hareketler ve dünya çapında kapitalist işgaller, demokratik diktatörlükler ve zalim modernlerle kavga etti. Her kavgası onu biraz daha büyüttü. İsrail işgaline en kuvvetli cevabı veren aydınların en önünde duruyordu. Göçmenler kardeşi, evsizler akrabası, yurtsuzlar yurttaşıydı.
![]() |
(+) |
Üçüncü Said’in hayranlık uyandıran sakinliği
Cevdet Said ise Suriye’nin bir dağ köyünde, bir ineği, küçücük bir evi ve eyvallah etmediği nice bürokrat dostuna rağmen münzevi yaşamı tercih etmiş bir Arap müslüman bilge. Yıllardır onun hakkında birkaç satır yazı yazmak istemişsem de yazamadım. Yazmamı engelleyen bilhassa Said’e karşı duyduğum hayranlıktı. Zira, modern eğitim kurumlarında okumuş, dünyanın gidişatı hakkında birçok bilirkişiden daha sıhhatli yorumlar yapan, Kur’an’ı modern dünyada olaylar üzerinde sıkı bir olgu olarak tefsir edebilen ender âlimlerden biri…
Onu anlatanlar bir mütefekkir, bir derviş, bir müceddid, bir âlim, bir münevver, bir hoca olarak anlattılar bugüne kadar. Kimileri ise bilhassa makalelerine bakıp Arap–İslam düşüncesinin son mimarlarından biri olarak lanse etmeye çalıştılar. Bu isimlendirmeler içerisinde bana kaygı vereni ise “mücedditler çizgisinin son halkası” olarak görülmesidir. Cemaleddin Afgani, Reşit Rıza, Muhammed Abduh, Malik bin Nebi, evet, önemli bir düşünce çizgisidir. Bu çizgi içerisinde anılmak bir değer arz eder. Lakin Cevdet Said gibi bir mütefekkiri “sadece” bir takipçi, silsilenin devamı olarak görmek Cevdet Said’e zuldür.
![]() |
(+) |
Cevdet Said’i fıkıhsız ilahiyat fakültelerinin hocalarından, imamlardan, TV hocalarından, İslam ümmeti kan ağlarken kadınların recmine hüküm verip erkekleri masum ilan fakihlerden ayrı kılan nedir? Onu özgün kılan “özeleştiri ve ‘rüşd’e verdiği önem”dir. Bu fikrimi destekleyecek düşüncelerine örnek verecek olursam:
Düşüncenin duruluğu ve tefekküre çağıran âlim
“Bizler düşüncelerimizi ehl-i zikir ve ehl-i fıkhın süzgecinden geçirip gerçek niteliklerini belirlemedikçe; düşüncelerimizin pozitif hiçbir değerinin olmadığını aklımıza bile getirmiyoruz.”
“Cennete ya da cehenneme gitmek için adına sırat köprüsü denilen denetim ve imtihan köprüsünden öncelikle görüşlerimiz-düşüncelerimizle geçmemiz gerektiği hususu aklımıza geliyor mu, bu konunun üzerine gereği gibi düşünüyor muyuz?”
(Hiç akletmez misiniz, diye soran ayetlere geliyor aklıma. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetindeki vurgu düşünce kuvvetini de barındırmıyor mu bünyesinde?)
![]() |
(+) |
“… ayetlerin manalarını nasıl ve niçin boşalttık; onları nasıl böylesine anlamsız, içi boş sözler haline getirdik? Kelimeler anlamlarını ve hedeflerini niçin bu kadar yitirdiler? Niçin onlardan hiçbir yarar elde edemiyoruz?”
(“Düşünüp anlayasınız, doğru yolu bulasınız diye…” başlayan ayetler vardır hani; yukarıdaki açıklama bir nevi düşüncenin de içini boşalttığımızın, tefekküre sırt çevirdiğimizin eleştirisi olsa gerek.)
Şura ve ‘rüşd’ün önemi
“…şura kavramını ve bu kavramın içerdiği anlamı nasıl yitirdiğimizi…”
(Şura’nın olması için illaki dar-ül İslam’da yaşamak gerekmemektedir. Zira, “bir yola çıktığınızda başkanınızı seçin” buyruğu yaşadığınız yere göre değil, düşünce biçiminize göre verilmiş bir beyandı. Müslümanların birey olmakla benlik hanesinde kaybolmaları arasındaki anlamı kaybetmeleri de şura kavramını iplememeleriyle alakalı olsa gerek.)
![]() |
(+) |
“Rüşd’ü (Doğru, tutarlı, iyi, güzel olan) yitirdikten sonra kalplerimiz bir vadide, dillerimiz başka bir vadide dolaşmaya başladı.”
“Rüşd’ü, eşitliğin saygınlığını ve doğruluğu-sadakati yitirdiğimizden beri ehl-i zikir meclisini de yitirip nifak ve şikak (çekişme, çözülme) içinde yaşayan insanlar haline geldiğimizi…”
Hakk’a çağıranı duymayan bir ümmet miyiz?
![]() |
(+) |
İslam düşünce tarihinde modern zamanlarda az bulunan zaviye âlimlerden, uçbeylerinden birisidir Cevdet Said. Ümmetin derdiyle ilgilenmenin bir insanlık borcu olduğunu da bilip, insanlığın geleceği hakkında da kafa yormaktan geri durmamış, bilhassa batı düşüncesinin mimarlarını çok iyi okumuştur. Okumanın en insanî eylem olduğunu Yaradan Rabbinin Adıyla Oku adlı çalışmasında çok sarih bir dille anlatmıştır. Adeta düşünmeyen -özelde- müslümanlar, -genelde- insanlar adına da okumuş ve düşünmüş bir âdemdir. Fakat bu eylem bir cenaze namazı değil ki başkası kılınca kulun üzerinden sorumluluk kalksın!
Bizim düşüncemizin cenaze namazını Kelim Sıddıkî (Allah rahmet eylesin), Atasoy Müftüoğlu, Cevdet Said gibi ilim ve tefekkür insanları kılmaz, bir defne alet olmazlar. Ama, düşüncemizin bir kadavra olmaması için direnen bu seslere kulak vermez isek cenazemiz ortada kalır.
Zeki Bulduk, Cevdet Said’i ziyaret ettikten sonra daha akl-ı selimle bir yazı yazacak nasip olursa
hayır... birinci said sadrazamdı, şeyh değil yani.. asrın bedî'ini eklemeye gelince... herhalde yazar kardeşimiz aklına gelen ilk üç said i yazmıştır kendisinin de söze başlarken ifade ettiği gibi.. kaldı ki asrın bedî'i deyince akla gelen hazret kişilere göre değişebileceği gibi (her asırda her beldedede her kişinin mürşidi farklı kişi veya kitaplar olabilir, olmalıdır belki) said deyince ilk akla gelen kişilerden de olmayabilir... sıfatı mevsufunun önüne geçmiştir hazretin çünkü.