'Cinuçen Tanrıkorur'u göremedim hiç!'

Cinuçen Tanrıkorur, hem büyük bir bestekâr, hem de bir zarafet abidesiydi. Öğrencileri ondan önce 'nasıl zarif bir insan olunur'u öğrenirlerdi.

'Cinuçen Tanrıkorur'u göremedim hiç!'
-Cinuçen Tanrıkorur’a Dair-
Aşina-yı derd arar dil, belki bir gün rast gelir
Âlem-i ahenge varsa önce bir şuh Rast gelir
Cinuçen Tanrıkorur&Mustafa Tahralı

Anarkali, halktan bir gence âşık olan Hint prensesi… Bu iki gencin aşkını, o ülkede duymayan kalmaz. Elbette bu aşka bir karşı çıkan gerek, o da Anarkali’nin babası. Askerlerine emir verir, bu iki genci yakalattırır. Kızıymış, ne fark eder, isteklerine boyun eğmedikten sonra… Ve güzel prensesi, diri diri duvara gömerler. Prensesin gömüldüğü yerde, baharda nar çiçekleri açmaya başlar. Zaten Hint dilinde "Anarkali", nar-çiçeği demekmiş… Cinuçen Tanrıkorur, Feyzi Halıcı’nın o güzelim şiirine kaynaklık eden bu efsaneyi anlatır ve sonra udunun tellerine dokunur. O harikulâde üslûbu ile Kürdilihicazkâr şarkısına başlar:

"Şavkıması sana doğru yolların/ Sana doğru denizlerin çağrısı

Çırıl çırıl ötelerde bir güzel/ Günaydınım nar çiçeğim sevdiğim…”

Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim… Bu ve bunun gibi melodiler benliğime ne zaman kazındı hatırlamıyorum. Yukarıda anlattığım gibi bir sahneye şahit olmadım, yaşım ve mevkim dolayısıyla öyle bir ortamda da bulunmadım. Sadece parçaları birleştirip hâyâlimde yukarıdaki gibi tabloyu canlandırdım, derken o tablo gerçeğe döndü.

Cinuçen Bey’in vefat tarihi benim İstanbul’a geliş tarihime, dolayısıyla bir takım fikrî ve kültürel mahfillere girmeme, kendimi ve kültürümü tanıma yolunda adımlar attığım zamanlara denk… Dolayısıyla bir bakıma bu durum benim için hem bir dezavantaj hem de aslında bir avantaj. Dezavantaj, çünkü kendisini yakından tanıma fırsatını bulamadım. Avantaj, çünkü belki tanıyınca onun efsunlu havasından sıyrılamayacak, büyülü melodilerinin esiri olup şahsiyetine de râm olarak kendisini anlatmakta kendimde yeterli tâkati bulamayacaktım.

Sûfiler arasındaki yaygın bir inanışa göre, mûsikî, Allah’ın ruhlara “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” hitabını hatırlatmakta, dolayısıyla kâmil insanın ezelde Allah ile bir olma zevkini şiddetle özlemesine sebep olmakta imiş. Nitekim, “Padişahın rebab sesini dinlemekteki maksadı” der Mevlânâ, “iştiyak çekenler gibi Tanrı hitabını hâyâl etmektir.” Şimdi Cinuçen Bey’in, kendi icrâsıyla “Tarla Dönüşü”nü dinlerken bunu düşünüyorum. Tarla Dönüşü’nde alabildiğine bir hüznün ortasındayım. Padişah rebab sesini dinlerken, Cinuçen Tanrıkorur o besteyi icrâ ederken, ben de bunu, çalınışından yıllarca sonra herhangi bir mekânda herhangi bir şekilde dinlerken aynı hâlet-i ruhiye içinde değil miyim? Şimdi de, sözleri Fahri Tüzün'e ait olan ölümsüz bir Cinuçen Tanrıkorur şarkısını daha aynı ruh hâliyle dinliyorum:

"Ettiğin cevri bile kendime nimet bilirim/ Küsemem bahtıma ben, sevmeyi kısmet bilirim/ Eremem vaslına, lakin erebilsem de yine/ Doyamam vuslatına, kendimi hasret bilirim…"

Bu besteler bestekârın âvâzından başka bir şey değil, kah coşkun kah durgun, kah mütevekkil kah âsi… Amma velakin hepsi gönlün sesi. Mûsikînin her şeyden önce bir zarafet mesleği olduğuna inanan Tanrıkorur’a göre “sanatın en sıcak ortamı da tevazu dolu bir gönül”… Bu ifade biraz daha genişletilmeye muhtaç sanki. Mutlulukla gönenmek kadar acıdan da gocunmamak, onu da en iyi şekilde misafir edebilmek önemli olan… Cinuçen Bey bunu yapmış, gönlünün her türlü hâlini mızrabına aktarmış, udundan yayılan tınılar yayıla yayıla gönülden gönüle çağıl çağıl akmış; tâ ki biz de iştiyakla o hitabı hayâl edelim.

“Hulûs isminde hân(i)kâh-i dilde bir mürşid

Olur maksûduna vâsıl tutanlar dest ü dâmânın…”

5095

SEVGİ MİMARI!

Yani diyor ki Ankaralı Sadullah Efendi, gönül kuşunun yuvasında adı “kalp temizliği” olan bir yol gösterici oturur ki eline eteğine yapışabilenler bütün emellerine ulaşırlar. Mimarlık eğitimi alan Cinuçen Tanrıkorur da o yol göstericinin eteğine yapışmış, şehir planlamacılığı mesleğinden sevgi mimarlığına terfi etmiş, yüzlerce besteyle gönülleri imâr etmiş, yurtiçi ve yurtdışında verdiği yüzlerce konferansla kültürümüzü ve mûsikîmizi insanlara tanıtma hedefine ulaşmış, yetiştirdiği talebelere önce insan olmayı göstermiş, sonra mûsikî zevkini aşılamış. Onun bir talebesi bakın ne diyor: Hoca ile beraber olduğum ömrümüm bir bölümünde ve Hoca ile geçirdiğim talebelik yıllarımda bana göre mûsıkî hep en son sıralarda yer aldı. Zîra bizler Hoca'dan, mûsikîden önce nasıl Türkçe konuşulacağını, nasıl yazı yazılacağını, nasıl oturulacağını, nasıl kalkılacağını, nasıl yürüneceğini, nasıl giyinileceğini, nasıl mektuplaşılacağını velhâsıl nasıl örnek bir insan olunacağını öğrendik. İnanın, mûsikî daima bunların ardından geldi.”

Öyle olduğunu yazılarından da anlamak mümkün. Nitekim bir dergide kendisine ayrılan köşesinde tam 8 ay boyunca “Sevgili Gençler” başlığıyla Türkçe’den, Türk Dilinin inceliklerinden, dilimizi nasıl doğru kullanmamız gerektiğinden bahseder. Sadece bu da değil. Onun oturuşu, kalkışı, duruşu hep bir ders niteliğindedir ve beyefendi tavrının bir yansımasıdır. Ben böyle söylüyorum ama nerden biliyorsun diyeceksiniz. Efendim, söyleyenlerin, şahit olanların, dostlarının yalancısıyım. Bir de hakkında hazırlanan “O Şafak Vaktinin Cihangiri: Cinuçen Tanrıkorur” isimli belgeselde onu uzun uzadıya incelememle vardığım sonucu söylüyorum. Şahit kim, diye sorarsanız, “Allah’ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapadığı gerçek ve sahici münevver” Cemil Meriç şahidimdir. Ne diyordu Cemil Bey, kendisiyle uzun bir sohbet ve solo birkaç bestesini icrâ ettikten sonra Cinuçen Bey’e gönderdiği kartta:

“Canım efendim, alev alev bir sesti bu. Vecdin, sevginin, gönlün sesi. Tutuşturmuyor, aydınlatıyordu. Fecir pırıltısı gibi. Tanımıyordum sizi. Bir akşam zindanımı nura boğdunuz. Sonra da her güzel şey gibi hâtıra oldunuz. Serab mıydınız, gerçek miydiniz? Nerden geliyordunuz? Kadîm ve muhteşem bir medeniyetin enkaz-ı târümârı altında gülümseyen bir kor muydunuz? Zerafetinizle Lale Devri’nin müsahiplerini hatırlatıyordunuz. Belli ki elest bezm’inde tanışmıştık…”

TRT'DEN İSTİFASINDAN SONRA!

Cinuçen Bey’in her yazısı, bahsettiği her şey adeta bir ders niteliğinde. Bakın Sâz ü Söz Arasında adlı hâtırâtında yazdığı şu satırlar nasıl da yolumuzu aydınlatıyor: “Hulûs-i kalple, inançla, kısa vadeli çıkar hesaplarına kapılmadan ve hele ‘benim ekmeğimi kim verecek’ diye düşünmeden, elinizden gelenin en iyisini ortaya koymak için çalışır çabalarsınız. Bir de bakmışsınız ki ekmeğiniz geliyor. Hele bir de ‘azla yetinme’ gibi bir zırhı da giyinmişseniz, sizi yıkabilecek felaket de kalmaz, uğursuzluk da. TRT’den istifamdan sonra evimiz, ‘peki şimdi n’apacaksın, neyle geçineceksin?’ demeye gelen eş-dostla doldu taştı. ‘Bana ne yahu’ diyordum cevap olarak, ‘o işlere bakan ben değilim. Bakın, sokaktaki bir aylık kedi yavrusunu bile Sahibi aç bırakıyor mu? Elimden tutup beni bu yaşa getirmiş, nice badirelerden atlatmış; beni mi aç bırakacak?’ …… ‘Her türlü ahval ve şerâitde Allah’a hamd ederim’ demek olan ‘Elhamdülillah alâ külli hâl’ ifadesi, duvarda asılı bir tâlik levha olmaktan çıkıp, tam bir teslimiyetin duygusu olarak şuur ve vicdanınızda sizinle beraber yaşar hâle geldiği zaman, sıkıntı da, acı da, keder de sizin için birer ‘test sorusu’ olmaktan öteye geçmez.”

Yolculuklarında, misafirliğe gittiğinde udunu her zaman yanında taşıyan bir büyük sanatkâr Cinuçen Tanrıkorur… Onun uduna olan aşkını, yaptığı hizmete duyduğu saygıyı kelimelerle anlatmak ne de zor bir iş. En iyisi siz onu uduyla hemhâl olup bestelerini icrâ ederken izleyin. Onun aşkına bir de İsmail Kara Bey yakından şahit. Çünkü Cinuçen Bey hayat yolunun sonundadır, hastanede kûs-ı rıhlet’in çalmasını beklemektedir. Yanında refakatçi olarak kalan da İsmail Bey’dir. Sedirin üstünde mahzun ve bitkin bir şekilde “yüzüstü” kalan ud’una hasret, iştiyak, tevekkül ve biraz da çaresizlikle bakarken İsmail Bey’e dönüp, gecenin geç saatlerinde, hüzünlü bir sesle “İsmailciğim, ben dua edeyim sen de âmin de” diyerek ellerini yüce Mevlâsına açar Cinuçen Bey: “Ya Rabbi! Bana sıhhat ver, beni ayağa kaldır, biraz daha çalışayım… Kendim için istemediğimi biliyorsun, şu sahipsiz ve kimsesiz garip memleketim için biraz daha çalışayım… ‘Yeter’ diyorsan Sen bilirsin ya Rabbi… Daha ne yaptım ki! Süheyl Ünver’lere göre, Ekrem Hakkı Ayverdi’lere göre yaptıklarım ne ki?!”

SAHİ NELER YAPTI?!

Sahi, yaptıkları nedir ki: 63 makamlı Kâr-ı Nev’eda, na’t, durak, şuğul ve ilahiler yani klasik ve yeni formlarda 500 küsur beste; kendi terkîbi olan Şedd-i sabâ, Zâvil-Aşîran ve Gülbûse makamlarındaki klasik fasıllar; Bayatî-Araban, Evcâra, Zâvil-Aşîran ve Nişâburek makamlarında Mevlevî Ayinleri; Tayland’dan ABD’ye, İsveç’ten Suudi Arabistan ve Fas’a kadar 22 ülkede davet üzerine yüzlerce konferans ve seminer, solo ud ve ses resitalleri; kültürümüz ve mûsikîmiz üzerine yüzlerce makale ve yetiştirdiği onlarca talebe…

Nihayet emr-i Hak vâki olur, bu güzel insanın 20 Şubat 1938’de kulağına okunan ezanın namazı 28 Haziran 2000’de kılınır.

“Ba’d ez-vefat törbet-i ma der zemin mecoy

Der sineha-yı merdöm-i arif mezar-ı mast”

(Öldükten sonra türbemizi yerde arama!

Arif olanların sinesi bizim mezarımızdır)

fehvasınca bizler onun hatırasını ve bestelerini, gönlümüzün en güzel manzaralı hücresinde ömür boyu hapse mahkum ettik. Onun içindir ki, Hilmi Yavuz’un deyimiyle, o elmas melodiler, Köyde Sabah’lar, Tarla Dönüşü, Mehtapta Yakamozlar, Itrî, ve daha niceleri, gemiler geçmeyen bir ummanda değil, kalbimizin taa içinde çalıyor. Nitekim ne diyordu Cinuçen Bey bestelediği bir şarkıda:

Hasretin gönlümde artık bir ateşten perdedir

Görmüyor pek gözlerim neyler, kudümler nerdedir

Çok değil aşkınla mahzun, hem perişan olduğum

Aşikâr gönlüm senin var olduğun yerdedir..."

 

Mehmet Emre Ayhan

YORUM EKLE
YORUMLAR
ümran ay
ümran ay - 15 yıl Önce

öyle bir yazı yazacaksınız ki ilmihali dünyaya sığmayan bir insanın biyografisi olacak bu yazı. ama sadece kupkuru bir biyografi metni de olmayacak. cinuçen hocanın zenginliğince zengin, sözler onun makamlarınca yek-ahenk, satırlar arasında gezinirken günaydınım nar çiçeğim sevdiğim coşkusuyla udunun tınısı kulaklarınızda.
eline sağlık, gönlüne sağlık

Yılmaz Yılmaz
Yılmaz Yılmaz - 15 yıl Önce

cinuçen hocayı 99 yılında keşfettim, o zamanlar aksiyon'da haftalık yazılar da yazıyordu. o deme yetiştik yeni. "biraz da müzik" adlı kitabını altını çizerek okumuştum. eskilerin bu yönü var işte; hepsi bir alanda yani merkezde duruyor ama diğer ilimlerle de ilgileniyor.

rahmeten vasia!

Eldar Keskin
Eldar Keskin - 15 yıl Önce

Cinuçen hocanın musıkimize varlığıyla yaşattığı son güzel demler de ancak bu kadar güzel bir şekilde anlatılabilirdi heralde.