Hilye-i Şerif ya da Hilye-i Saadet kavramları Peygamber Efendimizin (s.a.) fiziksel görünüşünü, hal ve hareketlerini, ahlakını anlatır. Bir diğer adı Şemail olan Hilye’lerin kaynağını hadis-i şerifler ve sahabe efendilerimizin naklettiği rivayetler oluşturur. Hadis ve siyer kitaplarında hilye bölümleri bulunur ve ilk hilye yazarı olarak da İmam-ı Tirmizi kayıtlara geçmiştir. Şemail-i Nebi adlı bu eser Hilye türünde ilk eser olmuştur. Eser ayrıca şemaille ilgili birçok hadis ile siyer ve megazi kitaplarındaki şemâil pasajlarını topluca vermesi bakımından önemlidir.
Türklerde ise bu türün ilk ve en önemli örneğini Hâkânî Mehmed Bey'in 1007'de (1598-99) yıllarında yazdığını görürüz. Özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.) için duygu ve düşüncelerini yalın bir dil, samimi ve içten bir anlatımla dile getirmesi nedeniyle döneminde büyük ün kazanmıştır. Muallim Naci (ö. 1893) Hakanî’nin Hilye’si için yüzyıllar sonra uzun bir şiir yazmış, müellif ve eseri için övgüde bulunmuştur: “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi âmmenin kabul ve takdirine mazhar olmuş âsâr-ı mübarekedendir.”
Muallim Naci bu döneme ait bir de hikâye nakleder ki şöyledir: Hâkânî Hilye’sini tamamlayıp sadrazama sunduktan sonra birçok övgüler almış ve eserinin karşılığı olarak ne arzu ettiğini sorulunca, müellif de artık yaşlı olduğunu ve her gün, çalışmakta olduğu, Edirnekapı’ya yaya olarak gelip gitmekte zorlandığını belirterek kendisine bir binek tahsis edilmesini arzu ettiğini, başka da dünyalık bir şey istemediğini dile getirmiş. Fakat o dönemde Hâkânî gibi bir zevatın resmen hayvana binmesi, nizâm-ı devleti muhâfazaten bu isteğine müsaade edilmemekle beraber, memuriyetine kolayca gidip gelebilmesi için kendisine Bâbıâlî civarında münasip bir hane ihsan olunmuştur
Hâkânî’nin Hilye’si dışında bir Divan’ı bir de Miftahu’l-Fütuhat isimli kırk hadis çalışması vardır.
Hâkânî Mehmed Bey'in 1007'de (1598-99) Hilye adlı manzum eserini kaleme almasından sonra hilye türü eserlerin yaygınlaştığı görülür. İskender Pala, Türk Edebiyatında mensur ve manzum olarak ve kronolojik sıraya göre 18 hilye eserini müelliflerinin isimlerini de zikrederek verir. Bu kronolojik sıralamaya girmeyen 8 eser ve müelliflerinin isimlerini de ayrıca zikreder.
İslam Ansiklopedisi’nde, Hilyenin müstakil bir tür olarak gelişmesinin en önemli sebepleri; Hz. Peygamberi rüyada gören bir Müslümanın onu gerçekten görmüş sayılacağına dair hadisle, Peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türklerin bu sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen bir şevkle edebiyata aktarmaları konusundaki gayretleri şeklinde açıklanır. Hz. Peygambere sevginin tabii bir tezahürü olan bu tür eserler o kadar yaygınlaşmıştır ki zaman zaman ezberlendiği de olmuştur. Onun hilyesini ezberleyen kişinin ahirette büyük mükafatlara erişeceği, daha dünyadayken de birtakım büyük mükafatlara kavuşacağına olan inanç sağlamlaşmıştır.
Osmanlı hat geleneğinde de “Hilye-i Saadet” isimli levhaların asılması bir gelenek haline dönmüş, hattatlık geleneğinde bir öğrenci ustasından icazetini Hilye yazarak alır olmuştur. Hafız Osman da (ö. 1110/1698) hilyeye dair rivayetlerin metinlerini hat ve tezhip sanatının estetik ölçüleri içinde levha olarak düzenlemiştir. Böylece Hz. Peygamber'in fizikî özelliklerini anlatan eserlerle hattat ve müzehhiplerin ortaya koyduğu levhalar "hilye-i şerif, hilye-i saadet, hilye-i Resulullah, hilyetü'n-nebî" gibi adlarla anılmıştır.
Hz. Ali'den rivayet edilen "Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur. Mahşer günü çıplak olarak haşredilmez" mealindeki hadis de bu rağbetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
Bir başka rivayette ise Peygamber Efendimiz (s.a.) vefatından kısa bir süre önce kızları Hz. Fatıma, “Ya Resulullah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim”, diye ağladığında Peygamberimiz Hz. Ali’yi çağırmış ve: “Ya Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir,” buyurmuşlardır.
Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilememekle birlikte içinde hilye bulunan evin felakete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu hususta teşvik edici bir rol oynamıştır. Eseri latinize edip günümüz Türkçesine de manzum bir şekilde aktaran Hayreddin Karaman da Konya’da, talebelik yıllarında ders aldığı Akşehirli Ahmed Efendi’nin, eseri yanından bir an olsun ayırmadığını, oradan beyitler okuduğunu ve eseri yanında taşıyanların kaza bela görmeyeceğini ve bereketinden yararlanacaklarını söylediğini ve kendilerinin de yanlarında taşımaları gerektiği tavsiyesinde bulunduğunu aktarır. Bu vesileyle de eseri öğrencilik yıllarında tedarik ettiğini bildirir.
Hâkânî’nin Hilye’si üzerine günümüze kadar dört çalışma yapılmış ve bunların ilk ikisi Abdülkadir Karahan ve Numan Külekçi tarafından yapılmış olup bu eserleri de İskender Pala ve Hayreddin Karaman Hocanın önsöz ve giriş yazılarından öğreniyoruz. İskender Pala’nın ilk baskısı 1991 yılında yapılan Hâkânî çevirisi yalnızca latinize edilmiş olarak yapılmışsa da daha sonraki (2002 ve 2005) baskıları günümüz Türkçesi ile de verilerek günümüz okurlarının daha rahat bir şekilde anlamaları hedeflenmiştir. Hayreddin Karaman ise kendisinden önce yapılan üç çalışmadan ikisini (Karahan ve Pala’nın çalışmalarını) eseri Türkçeleştirme çalışmasını bitirdikten sonra okuduğunu ve kendi çalışmasıyla beraber üçünü kıyasladıktan sonra diğer iki çalışmada kendisinin çalışmasından daha fazla hatalar tespit ettiğini belirtir. Her ne kadar Hayreddin Karaman eserin nesir ya da manzum olarak günümüz Türkçesine kendisinden önce çevrilmediğini beyan etmişse de İskender Pala’nın günümüz Türkçesiyle yapılan baskısı 2002 yılında olmuş, Hayreddin Karaman’ınki ise 2008 yılında olmuştur. Naçizane görüşümüz, Hayreddin Karaman’ın yaptığı inceleme İskender Pala’nın 1991 yılında yapılan ilk çalışması olabileceği yönündedir. Çünkü bu baskıda Hilye sadece latinize edilmiştir. Ama bunun yanında eserin manzum çevirisi ilk Hayreddin Karaman tarafından yapılmış ve çok da güzel olmuştur. Mensur çeviriler de iyi ve fakat Hayreddin Karaman’ın da önsözde belirttiği gibi eser, hadislere ve görenlerin anlattıklarına dayanmakla beraber bir hadis ya da tarih kitabı değil, Allah Rasûlü’ne âşık olan Hâkânî’nin duygusunu, aşkını, heyecanını, hayalini, kendi peygamber tasavvurunu da dile getirdiği bir şiir kitabıdır. Bu münasebetle manzum çeviriyi okurken, Efendimizin güllüğünde gezindiğimiz bir şiir kitabı okuduğumuzun daha bir farkında oluyoruz. Ayrıca Hayreddin Karaman’ın çevirisi 713 beyitten oluşurken İskender Pala’nın çevirisi ise 712 beyitten oluşur. Efendimizin(sav) boyunun tasvir edildiği bölümün 10. eserin 632. beyti, İskender Pala’nın çalışmasında bulunmamaktadır. Hayreddin Karaman’ın yaptığı çalışmada ayrıca eserin orijinal hali, Osmanlıcası da kitabın arkasına eklenmiştir.
Her ne şekilde olursa olsun, ister mensur ister manzum, ister günümüz Türkçesi ister transkribe şeklinde, bu eseri bizlerle buluşturan hocalarımıza teşekkür, müellife bir Fatiha borcumuzdur. Efendimizin (s.a.) şefaatine mazhar olmak da arzumuzdur.
Eserin omurgasını oluşturan bölüm isimleriyle bitirmiş olalım.
- Besmele
- Münacat
- Özür beyanı ve af dileği
- Naat
- Sözün özüne başlangıç ve insanlığın Efendisi’nin vasıflarını anlatmaya giriş
- Hz. Ali efendimizin naklettiği bir hadisle devam: Ali b. Ebî Talib’den (ra) nakledildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlar: Benden sonra hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni özleyerek ona bakanı Allah ateşten korur, kabir sorgusundan güvende kılar, kıyamette toplanma gününde onu çıplak olarak getirmez.
- Bu eşsiz hilyenin özellikleri hakkında
- Şâh-ı risâlet hilyesinin özelliklerine dair Harun Reşîd olayı
- Efendimizin(sav) natının fihristi
- Allah Resulü’nün(sav) rengi gül kırmızısına çalan beyaz idi
- Gözünün akı tam ak siyahı tam siyah idi
- Bir tarafa baktığında vücuduyla da o yana dönerdi
- Vücudu yapılı idi
- Gözlerinin beyazı kırmızıya çalardı
- Kirpikleri siyah ve uzun idi
- Kaşları çatık değil açık idi
- Kaşları ince ve uzun idi
- Burnu hafif kemerli idi
- Dişleri beyaz ve uygun seyreklikte dizilmiş idi
- Konuştuğunda ön dişlerinin arasından sanki nur yayılıyor gibi görülürdü
- Gülerek ağzını açtığında ya şimşek parıltısı veya dolu taneleri gibi görünürdü
Bir başka anlatışında Ebû Hureyre şöyle der: Efendimiz güldüğünde şimşek çakmış gibi duvara ışıltı vururdu.
- Yüzünde yuvarlaklık vardı
- Yüzü etli de zayıf da değildi
- İbn-i Ebî-Hâle’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadise göre “O’nun yüzü, dolunay gibi parlardı”.
- Geniş alınlı idi
- Saçı kıvırcık veya dümdüz değil, hafif dalgalı idi
- Sakalı sık idi
- Boyun bakımından insanların en güzeli idi
- Göğsü ile karnı aynı seviyede idi
- Geniş göğüslü idi
- Geniş omuzlu idi
- İri kemikli idi
- Pazıları, kolları ve bacakları kalınca idi
- Avuçları geniş ayakları taraklı idi
- Parmakları düzgündü
- Vücudu kılsız idi
- Göğsünden göbeğine inen ince bir kıl çizgisi vardı
- Tendürüs ve sıkı etli idi
- Ne şişman ne de zayıf idi
- Orta boylu idi
- Ne çok uzun ne de çok kısa boylu idi
- Orta boylu olduğu halde uzunboylu bilinen her kim ile yan yana yürüse ondan uzun görünürdü
- Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Yürüyüşünde Resulullah’tan (s.a.) daha hızlı olanı görmedim; sanki yer ayakları altında dürülüyordu
- Yürüdüğünde sanki yüksekten iner gibi biraz önüne eğilirdi
- Ümmü-Ma’bed onu anlatırken şunu da söylemiştir: Uzaktan bakıldığında insanların en yakışıklısı, yakından ise en tatlısı, en güzeli
- Hz. Ali (r.a.) onu anlattığı ifadesinin sonunda şöyle der: Onu aniden gören korkardı, onunla bir müddet beraber olup tanıyan ise severdi
- Onu anlatan şöyle der: Ondan önce ve sonra benzerini görmedim.
- Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlar: Ben insanların Âdem’e en fazla benzeyeniyim. Ceddim İbrahim de yaratılış ve ahlak olarak bana en çok benzeyendi.
- Hatime
- Tenbih
Yavuz Ertürk haber verdi
Yavuz Ertürk ayrıntılı bir konuyu yazıya geçmiş. İyi ki geçti, ziyadesiyle müstefit olduk. Teşekkürler sayın Ertürk.