Bağdat’a doğru yola çıktığında, nereye gittiğini ve nasıl gitmesi gerektiğini bilen, kendisi küçük ruhu büyük bir çocuktu o. İlim öğrenme çilesiyle medreselerde, nefsi ile cihad ederken sahralarda geçirdiği uzunca bir zamandan sonra insanların arasına “Bâz-ul-Eşheb” yani “Akdoğan” olarak döner. Yunus Hazretleri’nin dediğince “yuva kuşu” değildir. O bir avcıdır. Zamanın kutbu Yusuf Hemedânî Hazretleri’nin telkini ile vaaz vermeye başlar. Kısa sürede toplanır insanlar çevresinde. Gaflete düşerek özünden uzaklaşmışları, şeytanın tuzaklarına düşerek nefse zebun olmuşları bir bir avlar. Anadolu’da tanınması Hacı Bayram Veli’nin damadı Eşrefoğlu Rumî vasıtası ile olmuştur. Peygamber (s.a.v) evladından Seyyid Abdülkâdir Anadolu’da çok sevilir. Özellikle kadınlar kendilerine siper olan nalınını kolye yapıp boyunlarında taşırlar.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, Büyük Selçuklu Devleti döneminde, günümüz İran’ının Hazar Denizi kıyısındaki Gilân eyaletinde 23 Mart 1078 yılında doğmuştur. Kadiriye tarikatının kurucusu âlim ve mutasavvıf bir zattır. Nesebi; babası Ebu Salih Musa cihetiyle Hazreti Hasan Efendimiz’e, annesi Emetu’llah Fatıma cihetiyle de Hazreti Hüseyin Efendimiz’e ulaşmaktadır. Cümle Hak erenlerine, kocaman yüreği cami olan Hüseyin Vassaf Efendimiz Sefine-i Evliya adlı eserinde;
“Hakkında pek önemli eserler yazılmış, cihanın her tarafında şöhretleri artmış bir pîr-i muazzamdır. Küçük yaşta iken babasını kaybedince annesinin terbiyesinde kalmışlardır. Henüz yedi yaşlarında tarlada çift sürerken öküzlerden biri başını çevirerek hal diliyle, ‘Ya Abdülkadir, Allah Teâlâ seni çift sürmek için halk eylemedi. Seni ancak esrâr-ı ma’rifetu’llah için halk eyledi.’ demesiyle eve dönüp durumu annesine anlatır. Hak yoluna gitmek için izin ister. Annesi bu ricasını kabul eder ve onu tahsil için Bağdat’a gönderir. Annesi oğlunu yolcu ederken babasından kalan kırk altını hırkasının kolunun altına diker ve nasihatte bulunur: “Oğlum asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma.” Hz. Abdülkadir’in yolculuk yaptığı kervan haramilere tesadüf eder ve bütün kervan halkını soyarlar. Haramilerden biri, Hz. Abdülkadir’in yanına gelerek sorar; “Sende mal var mı?” Koca Sultan; “Evet, hırkamın koltuğunun altında kırk altın var” buyurur. Haramiler bu hali reislerine haber verirler. Haramilerin başı, “Oğlum, sende altın olabileceğini kimse düşünmez. Neden söyledin?” “Yola çıkarken validem bana ‘yalan söyleme’ diye nasihat etti. Eğer yoktur deseydim, yalan söylemiş olacaktım ve valideme hıyanet etmiş olurdum. Onun için doğruyu söyledim.” Cevabını verir. Bu söz baş haramiye tesir eder. “Eyvah bir günahsız çocuk validesinin ahdine hıyanet etmekten çekiniyor; ben ise bunca senedir Allah-ı azinü’ş-şânın emrine muhalefette bulunarak fenalıkta bulundum.” Diyerek nedamet gösterir. Hüzün ve pişmanlıkla kervan halkından aldıklarını geri verir. Bir daha haramilik yapmamağa tevbe-kâr olur. Onun hali diğer haramilere de sirâyet eder, onlar da taib ve müstağfir oldular. Hz. Abdülkâdir, daha çocuk yaşlarında iken bir kervan halkının malını kurtardı. Haramilerin tevbe-kâr olmasına sebep oldu. Bağdat yolunu haramilerin şerrinden emin etti.” Buyururlar.
Yine Sefine-i Evliya da Nâzım Paşa ve Hersekli Ârif Hikmet Bey’in medhiyelerine yer verilmiştir.
“Düş tarik-ı aşka ömrüm nâle-i cân-gâh ile
Mâ-sivâ efkârın imhâ eyle âh u vâh ile
Bul fenâ içre safâyı bir dil-i âgâh ile
Her giren ser-mest olur feyz-i ricâlu’llâh ile
Bezm-i gaybu’l-gaybdır meydânı Gavs-ı A’zam’ın”
(Ey ömrüm; gönülden ağlayarak aşk yoluna düş. Ah, vah eyleyerek dünyaya dair fikirlerini imha et. Gönlü aydınlanmış biri ile bu yokluğun içindeki safayı bul. Aşk yoluna girenler, Allah adamlarının feyzi ile mest olurlar. Meclisi, hiçbir yerde görülemeyenlerin görüldüğü meydandır Gavs-ı A’zam’ın.)
(Gavs-ı A’zam: Büyük dalgıç, bir meseleyi derinliği ve hakikati ile bilmek. Yardım eden, medet veren)
Hz. Abdülkâdir, Bağdâd’ta çeşitli ilimler tahsil eder. Kadı Ebu Said Mâhzumî’den fıkıh dersleri taliminden sonra vaaz ve ders vermeye başlar. Bir hayli vakit Bağdâd da vaaz ile meşgul olduktan sonra halvete çekilir ve sahralarda riyazet ile yaşamaya başlar. Mücâhedât’ı yirmi beş sene sürer.
1126 yılında, kırk dokuz yaşında iken tekrar vaaz vermeye başlar. Dilinden öyle incelikli ilâhi hikmetler sadır olur ki şöhreti her yanı tutar. Uzak diyarlardan insanlar onu dinlemeye gelirler.
Eserleri, Sirâcü’l-Vehhâc fi Leyleti’l-Mirac, Fütuhu’l-Gayb, Gunyetü’t-Tâlibîn Umdetü’s-Sâlihîn, Behcetü’l-Esrâr, Vasiyet-name, Gavsiyye’dir. Divân-ı Gavsi’l-A’zam adıyla bilinen hikmet ve marifet ile alakalı Farsça divanı bulunmaktadır.
Mekke-i Mükerreme’yi ziyaret esnasında kendisinden zuhur eden harikulâde hâller rüfekası tarafından titizlikle kaydedilmiştir. Harem-i Şerif’te ve Medine-i Münevvere’de makamları bulunmaktadır. Medine’de bulundukları zaman kırk gün huzûr-ı saâdette ellerini göğsüne koyarak ayakta durmuşlar ve şu kıtayı okumuşlardır:
“Günahlarım, denizin dalgası gibi hatta daha fazladır. Ya da yüksek dağ gibi hatta daha da büyüktür. Lâkin onlar, affettiği takdirde, Kerim olan Allah indinde, sivrisineğin kanadı gibidir, hatta ondan da küçüktür.”
Şubat 1166’da hastalanırlar. Müridanı etrafında pervane olurlar. Hz. Pîr bir müddet ağlar, sonra tebessüm ederler. Bu hâli merak eden bende-gânına,
“Kendimin gaybûbiyyeti halinde müridanımın ve tarikat-ı aliyyeme tutunmuş olan ümmetin hâlini düşündüm de ağladım. Sonra ilâhî müjde ile müjdelendim. Gerek sizin gerek tarikatıma dâhil olanlar için bana imdat kuvveti ihsân buyurulunca mesrur oldum, tebessüm ettim.” Buyurdu.
Hayatının son dakikalarında, seslerini yükselterek üç defa “Allâh, Allâh, Allâh” diye zikreder, daha sonra zikri hafi ile meşgul iken, cânını Hazret-i Cânân’a teslim eylemiştir.
Muhterem oğulları Seyyid Abdürrezzâk Hazretleri’ne son vasiyetleridir:
“Ey oğul! Allâh, bize ve sana Müslümanlara yardım etmeyi nasip etsin. Âmin. Sana Allâh’tan korkmayı, O’na ibadet etmeyi, şeriatına bağlanmayı, Allâh’ın hududunu muhafaza etmeyi tavsiye ederim. Çünkü bizim bu yolumuz, kitap ve sünnete, gönlün selâmetine, elin cömertliğine, hayrı yaymaya, cefayı defetmeye, eziyete katlanmaya ve ihvanın hatalarını görmemeğe dayanmaktadır.”
Abdülkâdir Geylâni Hazretlerine göre tasavvuf “Hakk’a karşı sadâkatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır. Kıyl u kâl ile uğraşmak değil, nefsi aç bırakmak onu alâka duyduğu, kendisine hoş gelen şeylerden alıkoymaktır.”
Abdülkâdir Geylânî tasavvuf ile bazı peygamberlerin temâyüz etmiş özellikleri arasındaki bağa işaret eder: O’na göre” tasavvuf şu sekiz esas üzerine kurulmuştur. Sehâ (cömertlik, yumuşaklık) İbrâhim (a.s)’ın; rızâ, İshâk (a.s)’ın; sabır, Eyüb (a.s)’ın; işâret (maksadı konuşmadan anlama ve anlatma), Zekeriya (a.s)’ın; gurbet, Yahya (a.s)’ın; sûf (giymek), Musâ (a.s)’ın; seyahat, İsâ (a.s)’ın; fakr, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hasleti.
Abdülkâdir Geylânî’nin sûfiler için üzerinde durduğu önemli konulardan bir diğeri, zamanı iyi değerlendirmektir. Zaten hakiki sûfiler zamanı iyi değerlendirmektedir. “Onlar için gece ve gündüz kavramları yoktur. Yemeleri, hastanın yemesi, uyumaları, suda boğulan kişinin durumu gibidir. Konuşmaları zaruret dolayısıyladır. Abdülkâdir Geylâni bu vasıflarla anlattığı sûfilere ittibâyı gerekli görür. Çünkü onların bir özelliği de nazar sahibi olmalarıdır. “Eğer onlar bir şahsa nazar ederler, ona himmetlerini gösterirlerse, o kişi isterse Hristiyan, Yahudi ya da mecûsi olsun, onu severler. Eğer nazar edilen kişi Müslüman ise onun imanı, yakini ve tesbiti artar. Kalp sahih olursa nazar da sahih olur ve kişi Hakk’a yaklaşır. Kurbiyet ve marifet gözüyle yapılan bakış Hakk’ın bakışı demektir. Kurbiyet kalpte bir buluttur, nazar o bulutun şimşeği, vaaz yağmurudur; dil kalbin mütercimidir artık. Lisan marifet hokkasına ve ilim denizine batmış kalemdir.”
Abdülkâdir Geylânî’ye göre insan, tevbe etmeyi gerektiren durumlardan hâli değildir. Bu itibarla aslında o kendi hal ve davranışlarına baktığında mutlaka tevbe edecek bir şeyler bulabilir. Kaldı ki, peygamberler dahi tevbeden müstağni değillerdir. Nakillerde peygamberlerin tevbelerine dair örnekler pek çoktur. Hatta Hz. Peygamber “kalbimi gaflet kaplar da günde yetmiş defa Allah’a istiğfar ederim” buyurarak tevbenin önemini bildirir. Kur’an-ı Kerim’de de tevbe üzerinde şiddetle durulduğunun pek çok misalleri vardır. Dolayısıyla Müslüman, her hayrın başı olan tevbeyi dilinden ve kalbinden hiç düşürmemelidir.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri seyr-u sülük konusunda şöyle söyler: “Bu tarikatte nefis ve heva ile değil, hüküm ve ilim ile güce ve kuvvete güvenmeyi terkederek, selâmete sarılarak, aceleyi bırakarak girilir. Bu yolda acele ile yürünmez. Onda elden tutan, yol gösteren birine, sabra, zorluğa göğüs germeye ve mücâhedeye ihtiyaç vardır.”
Nefis ile mücâhedenin zorluğunu şöyle anlatır: “Her ne zaman nefs ile savaşıp ona galip gelsen ve onu muhalefet kılıcı ile öldürsen, Allah-u Teâlâ onu tekrar diriltir. O seninle tekrar cedelleşmeye ve senden şehvet ve lezzetler talep etmeye başlar. Allahu Teâlâ’nın nefsi tekrar diriltmesi sana daimî sevap yazmak maksadıyla, mücahedeye tekrar dönüp devam etmen içindir.”
O, “nefsi nasıl öldürebilirim?” diye soran kişiye: “Nefsine tabi olmaktan ve ona uymaktan öl. Halka uymaktan öl. Onlardan ümidini kes. Bir şey isterken, onları Hakk’a şirk koşmayı terk et. Her amelini Allah rızası için yap.” Cevabını verir.
Abdülkâdir Geylânî seven örneğine Mecnun’u misal vererek konuyu şöyle açıklar: “Muhib hiçbir şeye malik değildir. O her şeyini mahbubuna teslim etmiştir. Muhabbet ve temellük bir arada bulunmaz. Hakk’a muhabbetinde sadık olan kendini ve malını ona teslim etmiş, kendisi ve başkaları hakkındaki tercihini ona bırakmıştır.”
Dünya kaygısına düşenlere Abdülkâdir Geylânî der ki: “Ey oğul! Eğer dünya kaygılarından kurtulmaya gücün yetiyorsa yap. Aksi halde kalbinle hemen Hakk’a koş. Onun rahmetine yapış. Tâ ki dünya kaygısını kalbinden çıkarsın. O her şeye kâdirdir, her şeyi bilendir, her şey onun elindedir. Onun kapısına git, kalbini gayrısından temizlemesini, marifet ve ilim ile doldurmasını dile. Sana yakîn vermesi ve bedeninin ona tâatle meşgul olması için ona dua et. Her şeyi ondan iste, gayrısından değil.”
“O, Vâhid’dir ve vâhidi sever. Vâhid’dir, ortak kabul etmez. Senin her şeyini o yürütür. Sen de sana söyleneni kabul et. Kalbinden nefsini ve halkı çıkarıp onların yaratıcısını koy ki, sana da yaratma verilsin. Bu hale ise sadece gündüzü oruç, geceyi ibadetle geçirmek sayesinde değil, asıl kalbi temizlemek ve “sır”ları pâk etmekle ulaşılır.”
Kıssalar
“Uyanıklık büyük şeydir. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bir gece meclis de oturmuşlar, münhal olan kutup mevkiine yeni bir kutup tayinini müzâkere ediyorlarmış. Erkenden eve girip dolaba saklanan bir hırsız da ortalıktan el etek çekilip herkesin yatmasını bekliyormuş. Fakat müzâkere uzadığından seher vaktine kadar beklemiş. Ve boş olan mevkie münasip bir kimse bulunamadan meclis dağılacağı sırada, nihayet Abdülkâdir Hazretleri: Canım demiş şu dolapta bizimle beraber sabahlayanı tâyin ediverelim!
Tabii vakit saat de gelmiş olduğundan, hırsızlık maksadıyla gelmiş olan o kimse, o anda her türlü suçtan kirden silkinip bir anda kutup mevkiini bulmuş.” (K. Rufai-Sohbetler)
Rivayet edilmiş ki bir vakit Hazreti Seyyid Abdülkâdir, Bağdat sokaklarında talebeleriyle yürüyordu. Üstü başı perişan, sarhoş bir adam ona yaklaşır ve der ki; “Ey Abdülkâdir, Allah Kâdir midir? Değil midir?” Hazreti Şeyh gülümser ve “Kadirdir” der. Sarhoş bir kez daha sorar: “Ey Abdülkâdir Allah Kâdir midir? Değil midir?” Hazret tekrar gülümseyerek “elbette Kâdirdir” der. Adam bir kez daha sorar. “Ey Abdülkâdir, Allah Kâdir midir? Değil midir?” Hazreti Şeyh birden ağlayarak secdeye kapanır ve üç kez “Kâdirdir” der. Sonra talebelerine sarhoşu götürüp yıkamalarını ve ona ikram etmelerini emreder. Bu hadiseye tanık olan talebeleri Şeyh’e bu yaşananların manasını sorarlar. Hazreti Şeyh şöyle açıklar: “İlk sefer sorduğunda, Allah beni affetmeye Kâdir midir değil midir? Bende Kâdirdir dedim. İkincide ise bana Allah isterse beni senin yerine koymaya Kâdir midir? Dedi. Bende elbette Kâdirdir dedim. Üçüncü sorduğunda ise seni benim yerime koymaya Kâdir midir? Dedi. Korktum, ağladım ve Kâdirdir, Kâdirdir, Kâdirdir dedim. Arkasından secdeye kapanarak Allah’tan hidayet nimetini benden almaması ve afiyetini daim kılması için dua ettim.”
Şeyh Abdülkâdir’in İbn Nukta adında, kumarbazımı kumarbaz bir komşusu vardı. Bir gün kumar oynadığı adamlar onu yendiler ve nesi varsa aldılar. Hatta oturduğu evi de kumarda kaybetti. Bunun üzerine: “Haydi var mısınız? Şu elimi koyuyorum. Eğer yine mağlup ederseniz elimi kesersiniz.” Dedi ve oyuna başladılar yine mağlup oldu.
“Uzat elini” dediler. Uzattı ancak bıçağı görünce korkarak elini çekti. “Mağlup oldum de” dediler kabul etmedi. Adam ne yapacağını şaşırmıştı.
O sırada bu hal kendisine malûm olan Gavsü’l-âzâm Abdülkâdir evin damına çıkarak seslendi. “Bu seccadeyi al ve tekrar oyna. Sakın mağlup oldum deme.” Bu emir üzerine seccadeyi aldı ve onlarla oyuna tutuştu. Hepsini yenerek verdiklerini geri aldı. Sevinçle Şeyh Abdülkâdir Hazretlerine koşarak bir daha kumar oynamayacağına dair tevbe etti. Bütün mallarını fakirlere dağıttı. O günden sonra her gün helâlinden iki yüz dinar civarında para kazandı ve bol bol fakirlere ikram ve ihsanda bulundu. Bir münasebetle Gavs onun hakkında şöyle demiştir:
“İbn Nukta hepsinden sonra geldi, onlara (velilere) dâhil oldu”
Halen Anadolu’nun gönül semalarında kanat açıp uçan Bâz-ul-Eşheb Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri, darda olanlara meded eyler. Bugün dahi seveni, yolunu takip etme gayretinde olanı pek çoktur. O avcı Akdoğan Hak ile batılı ayırmaya, temyiz etmeye bir nefes de ulaşır.
Peygamber Efendimize (s.a.v), Abdülkâdir Geylâni Hazretlerine, adı anılan mübareklere selâm olsun. Himmetleri üzerimize daim olsun.
İstimdat
Ey sen! Göklerde süzülen mübârek can
Bakışları keskin pür irade olan
Avını merhametle avlayıp tutan
Uyandır bizi bu karanlık uykudan
Şehirleri yıkıp yenisini kuran
Yanlışı karalayıp yeniden yazan
Zamanın içinde seyr ü sefer kılan
Uyandır bizi bu yaralı uykudan
Yetiş ya Geylânî, zaman çetin, dar
Sıkıştık kaldık bu ahir zaman pür har
Tut ellerimizden yutmadan bizi nar
Uyandır bizi bu karanlık uykudan
Nursema Marâşi
Kaynakça:
Sefine-i Evliya-Hüseyin Vassaf
Abdülkâdir Geylânî-Dilaver Gürer
Sözlük-Mehmet Doğan