O aşk ‘kırgını’na rastlayacağımı bilmiyordum.
Beş altı basamak indikten sonra uzunlamasına doğru derinleşen bir dükkanın önünde, eski minyatürlerden çıkmış ve pervasızca uzanmış halini görmüştüm ilkin onun. Beton değil de iyi dokunmuş yün bir halı vardı sanki altında. Belli ki rahatlık umurunda değildi. İşte çelişkinin anlık bütün çağrışımları yüksek enerjiye dönüşmüş orada ışıldıyordu. Daha gözlerim onun gözleriyle duyguyla buluşmadan o kendisini korumaya almış ve çoktan arsızca bir kahkaha salmıştı havaya. Ben sandığından da ötesiyim mi demek istemişti? Bana değil de bütün genişliğiyle zamana mı gülmüştü? Meydan okumuştu diyeceğim fakat yüzünde ne gurur ne de ince hesap vardı. Bu kahkahada tuhaf ve yadırganacak hiçbir şey yoktu aslında. Yukarı doğru bir Kızılderili çadırı gibi bağlanmış uzun ve dolgun saçları, gülünce ağzının sağ yanında nöbet tutar gibi dizilmiş altın dişleri, sol yanağındaki doğal beni, üzerine pek yakışan harmanisi, çarık mı çizme mi olduğuna karar veremediğim ayakkabıları, bir derviş sopası mı modaya pek düşkün bir Boğaziçi seçkininin ince asası mı onu da belirleyemediğim elindeki ince ve uzun nesne ile bu kahkaha tamamlanıyordu. Bir adım atsanız o ince şey kırbaç olup şaklayabilirdi de. Bu adam bir meczup ya da gezgindi. Ama ben ona orada rastlayacağımı hiç bilmiyordum. Bambaşka bir amacım vardı üstelik.
Zaten hemen herkes bambaşka amaçlarla uğrardı buraya. Kitapçı mı yayınevi mi yoksa sosyal kulüp mü olduğundan tam emin olamayacağınız bu mekanda her zamanki gibi birbirleri ile çok alakasız tipler uzaklığın bütün tonlarıyla oturuyorlardı. İşte dün gece okuduğu ayetlerin etkisi ile sabaha kadar uyuyamamış, çözümü buraya gelip de öylesine ortaya soracağı soruya cevap bulup rahatlayacağını düşünmüş emekli müftü, işte bağa çağrışımlı gözlüğünün arkasından bakarken eski ve değerli kürküyle tam bir çelişkiye düşen ve son zamanlarda uyuşturucu müptelası olmuş kızına nasıl çare olacağının derdinde sakin, bin yıllık bakışla nazar eden İstanbul hanımefendisi, terfi bekleyen kültür bakanlığı bürokratı, Arapkir’in nüfusunun 1950’lerdeki ayrıntılarına vakıf arşiv memuru, Elazığ yöresi peynirlerinin iyi pazarlanmadığını dillendiren cami müdavimi, şöhretli bir şair ve her zaman burada olup bitenlerden nasiplenen kimsesizler. Dükkan sahibi ise sanki orada yokmuş ve orası herkesinmiş gibi davranıyor, selam ve dua arası sesler arasında kitap alınıp satılıyor, tam camın önünde bir eski radyo durmaksızın cızırdıyordu. Artık oyun havaları mı çalıyor, Türk sanat müziği mi okunuyor, yoksa hiçbir şey anlaşılmaksızın havadaki radyo dalgaları sarılıp birbirini boğuyor mu o da kimsenin umurunda değildi. Burada tek gerçek çelişkiydi. Çok eski bir zamandan buraya düşmüş yitikler, ağızlarına afyon sakızı doldurup öyle uyuşmaya başlamışlardı. Bir mizandan söz edilecekse o mizansızlığın tam kendisiydi.
“Her gerçek sorusu kadar meraklarını da kendisi doğurur”
İlk kez gelmiyordum elbette ben de mekana. Değişik vesilelerle gönderilmiştim. Her gelişte yine bekleriz, mutlaka bekleriz, bir çayımızı kahvemizi lütfedip içmenizi isteriz diyorlardı. Beni yollayanın dileği doğrultusunda (kısa süreli borç alma, kağıt örnekleri getirme -kağıt ticareti de yapılıyordu demek alttan alta- ) uğruyordum. İşte, o aşk kırgınını tanımayı bu hallerden birisine borçluydum. Gerçi her gelişimde birbirinden ilginç durumlarla karşılaşıyordum. Son gelişlerimden birisinde Tarla adında bir dergi çıkaran o gözlüklü yazarla karşılaşmıştım mesela. (İlhan Berk’in şiirine girecektir bu dergi).O heyecanlı yazarla beni tanıştıran dükkan sahibi yine onca genç yaşıma rağmen şahsıma abartılı derecede iltifat etmiş beni falanca kişinin gönderdiğini özellikle vurgulamıştı. O vakit, Tarla adında dergi çıkaran yazar, senin o kişiyle fotoğrafın var mı hiç diye sormuştu. Ben de birden afallamış, hiç aklımdan geçmeyen bu durum karşısında kalakalmıştım. Öyle olmaz, tanıştığın, yanına gidip geldiğin her büyük insanla fotoğraf çektir. Yıllar sonra, elinde bakacağın fotoğraflar olmalı demişti. Beni oraya yollayan zata bu durumu anlattığımda, ummadığım şekilde konuşmayı ciddiye aldığını, ilerde bir gün fotoğraf da çektiririz dediğini duymuştum. Bu da ayrı ve uzun bir hikayedir.
Dükkandan çıktığım zaman bizimkinin yerinde yeller esiyordu. Birden acaba hayal mi gördüm diye düşündüm. Zihnim bana oyun mu oynamıştı? Binbir Gece Masalları, Bekirağa Bölüğü, Kirpinin Dedikleri, Marmara Kıraathanesi, Küllük, Çorlulu Ali Paşa Medresesinin bir karışımını mı yaratmıştım kafamda? Hayır hayır, işte ilerde, sırtına astığı dağarcık benzeri çanta ile birisiyle çok ciddi bir meseleyi konuşur gibi derinden bakıyor ama kahkahasını salmaktan geri kalmıyordu. Demek ki gerçekti. Gerçek gerçektir ve her gerçek sorusu kadar meraklarını da kendisi doğurur. O zaman anlamıştım ki, benim onunla konuşma, soru sorup cevap bulma durumum asla olamazdı. Hem beni ciddiye almaz hem de belki bana güvenemezdi.
Artık ona sık sık rastlıyor, merakımın köşelerinde saklambaç oynuyordum. Yine o sokakta, müdavimlerinin bambaşka sebeplerle bir araya geldiği büyükçe bir kitabevinin gönlü kadar ikramı da zengin arkadaşa onu soramadan edemedim. Kimdi bu adam? İşte ‘aşk kırgını’ tabirini böylelikle buldum.
“Tam bir aşk kırgını”
Kimdir bu ilginç ve bir o kadar da çekici adam? Batıda, Paris veya Londra’nın herhangi bir sokağında görsek modacı mı yoksa bir guru mu olduğuna karar veremeyeceğimiz bu adam kimdir? Arkadaşım acı acı gülümsedi. Ve onun anlattığına göre o ‘tam bir aşk kırgını’ idi. Kırmak ve kırılmak kelimesinin bütün yakın ve uzak anlam ve çağrışımlarını eksiksiz bünyesinde taşıyordu. Aslında hakkında anlatılanlar gerçek ile efsane arasında gidip geliyordu. Memleketinden kopup da İstanbul’a geldiği zamanlarda bir süre Sultanahmet’teki otellerde yaşamıştı. Gün gelip de paralar suyunu çekince İstanbul-Ankara arasında çalışan yataklı treni tercih ettiği, gidiş dönüş aldığı biletler sayesinde sıcak bir gece geçirdiği söylenmişti. Böyle adamlar sürekli ve düzenli bir hayata tutunamazlar. Ve eğer yine söylenenler onun bilinemeyen sonunu daha trajik olmaktan çıkarmak amacını taşımıyorsa bir doktor tanıdığının vasıtasıyla Alemdağı’ndaki yaşlılar evine konulmuştu. Ama bunların hiç ama hiçbir önemi yoktu. Muhtemelen iyi eğitimli birisiydi. Herkes onu kolayca seviveriyordu ama tam da gençliğinde bir fidanın kırılışı gibi kırılıvermişti.
O gençliğinde bir kara sevdaya tutulmuştu. Ama ne sevda! Kendisi eğitimli ve varlıklı bir aileden geliyordu. Aşık olduğu genç kız hem çok güzel hem de Doğu’nun hatırlı gayrimüslim ailelerindendi. Bir tür Kerem ile Aslı mı barındırıyordu bu adam kırılmışlığında, burası daha ilgi çekici. İşte bu aşk onay görmemiş, bizimkisi bu sevdadan vazgeçmesi için defalarca uyarılmıştı. Hatta söylendiğine göre bazı cazip vaatlerle iknaya zorlanmıştı. Sevda, söz, buyruk, kanun, tehdit dinler miydi?
En sonunda en acı, sert ve zor olan olmuş ve bu yüzünden edasına kadar ışıl ışıl ‘aydınlık’ adam tam anlamıyla ‘kırılmıştı’. Onca dayak yetmezmiş gibi erkek hayvanların üreme organlarının burulması gibi bu vahşi dayak sırasında erkekliğinden de olmuştu. Hikayenin daha fazlasını dinlemek istemedim. Hemen her gün ona rastlamanın ve yeryüzünde ebedi bir aşk kırgını olarak pervasızca yaşamanın büyük bedelinin ne olduğunu yakından duymak adına onu uzaktan gözledim. Bir gün o da sırroldu. Pek çok şey gibi. Ya da o basamakta gördüğüm bir hayaldi.
Ömer Erdem