Hayatının geçen bin bir menzili, sonunda salt bir – işaretinde saklandı: Abdurrahman Cahit Zarifoğlu (1.7.1940 – 7.6.1987). Ahmet Sağlam, Abdurrahman Cahit, Vedat Can müstearlarıyla beraber, Cem diye de bilindi.
İlk menzil: Mâbetlerine ancak bodrum katlarında kerhen müsâade edilen 1940 yılı Ankara’sında, Hacı Bayram Velî makamına yüz metre kadar mesafedeki mütevazı bir evde aslen Maraşlı olarak dünyaya bakış. Üç sene sonra çocukluğunun Silvan’ı; ondan sonra ise “Evimizde her türlü musibete ve hastalığa karşı tek bir doktor vardı: dua ve aspirin. Daima şifa bulurduk.” dediği ilkokul çocukluğunun Siverek’i diğer menzil.
“Fakat hayır / Her menzilde bakılır başka bir menzile” Dayanma sınırlarını zorlayan vücut acılarının dindiği dünya yolculuğunun son menzili ise İstanbul’un Küplüce’si: Ağaçların altında, tam otuz yıldır, çiçeklerle beraber; ruhlar âleminde.
Almanya, İtalya, Fransa ve İspanya‘nın birçok köy ve şehrini gezdi
Almanya’da yabancı lisanını ilerletebilme imkânını Katalanya Dağları üzerinden aşarak Endülüs’ü de görebilmek için bir fırsat bilen; daha 32 yaşında Batı’nın künhüne erdiğini arif ve zarif bir lisanla ifade eden; az konuşup çok eyleyen ve 47’sinde geride kalanlara hiç unutulmayacak zengin imgelerle yüklü şiirler bırakıp giden bir gönül eridir Cahit Zarifoğlu: Batılı arkadaşlarınca nam-ı diğer Cem.
Şiir başta olmak üzere edebiyatın diğer türlerinde de ürünler verdi. Gerek düz yazılarında gerekse şiirlerinde en çok aşk, acı, insan sorumluluğu, kendi bedenine ve içözüne bakış, anne, baba, yalnızlık, ölüm, varoluş, madde ile ruh çatışması gibi konuların arkasındaki gerçekliğe nüfuz etme uğraşıgörülen Cahit Zarifoğlu’nun son yıllarında çocuk konusuna da odaklandığını biliyoruz. Çocuk edebiyatına katkıları, vefalı dostlarından ve konunun uzmanı, şair Mustafa Ruhi Şirin’den teferruatla okunabilir.
‘Bu ne cesaret, bu ne maceralı karakter’ dedirtircesine epeyce Batı ülkelesini gezme sebep ve isteği, görünürde lisan öğrenme ya da değişik kültür coğrafyalarından tanıdık ve arkadaşlıklar (Monik, Alda, Jan, Sandra, Berbel, Dosto, Tom, Seya, Makki, Sigrid ve diğerleri) edinmiş olmasının yanı sıra, aslında çevresindeki hem cansız hem de canlıları hayretle ve ayırdına vararak algılayan bir iç gözüne sahip olmuş olması ve de en önemlisi: Kendi kültür coğrafyasının iki asır öncesi birkaç âliminin, daha sonraları çoğu münevverinin ve en sonunda da çoğu Cumhuriyet aydınının boynu sanki tekrar geri dönmezcesine Batı’ya bakış sabitliğinin niçin’lerinin künhüne ermek ve de bir zamanların Endülüs’ünün yerinde şimdi neler kalmış olduğunu görme çabası.
Zarifoğlu, Avrupa‘nın mihveri ve filozoflar ülkesi sayılan Almanya’da yabancı lisanını ilerletmek için iki kez uzun süre kaldı. Bu vesilelerle 1967 ve 1973 yılları arasında, özellikle Almanya’yı ve Avrupa’nın diğer ülkeleri İtalya, Fransa ve İspanya‘nın köy ve kentlerini gezdi; insanlarının gündelik ve toplumlarının kültürel yaşamını gözlemledi. Batı’daki bu menzillerindeki tecrübeleri; edindiği tanıdık ve arkadaşlıklarından damıtılmış ilginç gözlemleri onun eserlerinin çoğuna yansımıştır.
"MİLANO 1967... Durmadan yenen ve kusulan bir yemek gibi istasyonun büyük kapılarına ve merdivenlerine atılan dışarıya ve içeriye doğru hiçbirini tanımadığım ve birbirlerini tanımayan insanların akışlarındaki esrarı kendi inançlarım içindeki yerini ve yorumunu bulmaya çalışıyorum.“ diyor, kendine has ve imla kurallarına uymayan yazışıyle (s. 16: Beyan Yayınları, Istanbul 1990) ünlü eseri Yaşamak’ta… “ULM 1967... Büyük bir karnaval tepeledi bizi.” ve “… garson genç kızlar onbeş kadar kulplu bira bardağını ustaca iki elleriyle taşıyabiliyorlar.” diye tesbitlerine hayretle devam ediyor.
İsteyerek ve samimice Avrupalı tanıdıklıklar ve arkadaşlıklar edindi ve geliştirdi
Varoluşsal tavırlarını belirleyenin, söylem ve davranışlarının ortak zemininin, yereli hiç gözardı etmeden tüm gönül coğrafyasını da kucaklayarak evrensele giden bir Müslümanlık olduğunu; şairin 47 yıllık dünya acılarından kurtularak tam otuz yıl önce terk-i dünya ettiği ve bize emanet bıraktığı tüm söz, atıf ve tespitlerden biliyoruz. Bir örnek: “İslamda bireylerin erdem konusunda yarışarak farklılaşma eğilimleri ile, batı milletinde değişik ve yeni maddi araçlara sahip olmakla farklılaşma tezahürleri, bize, çok anlamlı ve açıklayıcı görünüyor.” (s. 43: Bir Değirmendir Bu Dünya; Nehir Yayınları, Istanbul 1988)
"Ve Çocuğun Uyanışı Başladı“ adlı şiirinde, “ …Ey gece sen de aldatıldın / Sana da tuzak kurdu yüzü güneş parıltılı kız / Rosamariegirbach / * / Gidip bilmediğin kentlerin / Böğrünü delen harp mikkaplarını gördüm / Kartpostal tüccarlarını / Kilise ortak Pazar birlik orak çekiç / Ve asya ve afrikaya ayak atma postallarını / Ve kimseyi göstermeyen aynaları / Ve bir istasyonda / Hatta önemsiz bir memurun yakınında / İçinden asya çıkan bir balya” diyerek şöyle devam ediyor: “Dom’un üç asrın / Kana kan koyup / Yücelttiği abesin / Galerisi insan ve heykel ve resim ve kezzap galerisi / ..” (s. 177 ve 203: Şiirler; Beyan Yayınları, Istanbul 1989)
Dünyanın her yönüne doğru meydan okuyan, “batının planlarını kendi düşünceleri sanan zavallılara” karşı düşünce planında edebiyat ve şiir vasıtasıyla son yüzyılın cevap verme uğraşına Türkçe olarak katkı vermeye çalışanlarından Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’un ve bir bakıma da Kemal Tahir‘in devamıdır Cahit Zarifoğlu. Onlardan önemli bir farkla ayrılır: N. Fazıl ve M. Akif’in Batı insanıyla zorunluluktan girdiği ilişkisinin aksine, Zarifoğlu isteyerek ve samimice Avrupalı tanıdıklıklar ve arkadaşlıklar edinmiş ve geliştirmiştir. Doğduğu coğrafyanın ve insanlarının modernlikle karşılaştığından beri toplumsal ve kültürel savruluşuna karşı, yerlilikten taviz vermeden yeniden büyük toplumsal inşâyı sağlayacak kuşatıcı düşünceyi, kendi tabiriyle „başımıza bir çatı“ kurma arayışında ise onları birer işaret taşı gördüğü kesin. Bu çatıyı kurma ülküsünü Mavera dergisi muhitinde, şiirlerinde ve acılarla dolu kısa ömründe verdiği ölçülemeyecek özveride görmek mümkün.
Batılılar ile tanış olmayı daha İstanbul’daki öğrencilik yıllarında üniversitede ve mütercim olarak çalıştığı kimi şirketler ile kurumlarda edinmiştir. Bunların kimi kendi ülkelerinin kültür enstitülerinde görevliler veya üniversitede Almanca ya da Fransızca okutmanlığı yapan filologlar.
Almancaya vakıftı
Maddi sıkıntıları üniversite öğreniminin uzamasını kaçınılmaz kılar. Migros şirketinde, Turing Otomobil kurumunda kısa bir süre Almanca çevirmenliğinden sonra ara verdiği yüksek öğrenimine devam ederek Alman şair Rilke’nin tek romanı üzerine “Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge von Rainer Maria Rilke – Eine Studie zu einigen Motive“ adıyla Almanca hazırladığı bitirme tezi 1971 Temmuz‘unda kabul görür. Batı dillerinde, özellikle de Almanca’daki edebi konularda epey malumat sahibi olduğu hâlde, bunlara pek atıflarda bulunmamakla beraber kimi Batı şiirlerindeki hikmetleri de görmezden gelmemiştir. Almanca şiir ya da Rilke konusundaki yetkinliği aslında İstanbul Üniversitesi’nde kabul gören tezinin de üstündedir. Ne yazık ki kendisinin bizzat yayımlayamadığı Stefan Andres’in -konusu İspanya’daki iç savaşın uzun bir hikâye olarak anlatıldığı- “Wir sind Utopia” (Biz Bir Ütopyayız) adlı öyküsünün Türkçe’ye çevirisi aslında günümüzdeki Almanca’dan Türkçe’ye Tarabya Edebiyat Çeviri Ödülü’nü almaya layık yetkinlikte edebiyat tercümesidir.
Zarifoğlu’nun Almanca filolojisi yanında Almanya’ya Türklerin göç hikâyesi ve bunun sonucu ortaya çıkan sosyal ve kültürel yaralarla ilgisi, gözlemleri Almanya’daki gezilerinden sonra da devam eder. Nitekim, 14 Mayıs 1974 günü, Sarıkamış’tan –İstanbul Özel Bilir Koleji’ndeki bir yıllık Almanca öğretmenliğini mütakip askerliği döneminde- gazeteci ve şair arkadaşı Abdürrahim Balcıoğlu’na(s. 31: Beyan, İstanbul 2010) “Mektuplar”daki yazdığı gibi bu izlenimlerine uzunca bir örnek.
Batı’da gezdiği ve gözlemlediği kentlerden bazıları Milano, Münih, Baden Baden, San Sebastiyan, Bordo, Paris, Heilbronn, Calw, Schwäbisch-Hall ve Ulm. “Tabiat doğudan batıya doğru uyanıp diriliyor. Sen de ey şair uykudan uyan ve şimşek gibi çıkan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır.” der Bir Değirmendir Bu Dünya’da ve Batılı tanıdıklarına şiirler okur. Gönül sözcüğünün tam karşılığının olmadığı, kalb kelimesini nerdeyse yürek gibi algılayan ve aşkı her dem cinselliğin de olduğu sevgi bilen bu medeniyetin içinde derdini anlatamaz. Edebiyat duyarlılığı olanlarının bile önyargı duvarlarına toslar. Üstad’ının bildiğimiz ünlü tiyatro eserinin misafir olduğu şehirde gördüğü o ünlü açık hava merdiven tiyatrosundaki hayali icra -üzerinden kırk yıl geçtiği hâlde hâlâ gerçekleş(tirile)meyen– teklifine, Batılı arkadaşlarının (s. 285: Şiirler; Beyan Yayınları, Istanbul 1989) tepkisi: “SCHWAEBISCH – HALL 1972 / * / şvebiş – hal’de / büyük bir park heralman kentinde / bulunduğu gibi / ve merdiven tiyatrosunda / bir adam yaratmak piyesi / * / olmaz dedi berbel / şiirlerimi oku derken / birden / necip fazıl göründü merdivenlerde / müt- / hiş- / ti.”
![]() |
Zarifoğlu'nun Almanya'daki tanıdıklarına mektuplarından.. |
Yaşamak adlı anı-günlüğünde kısaca: “CALW 1967. Yağmur.” dedikten sonra: “Ruh akmaktadır bu koca medeniyetin içinde… Evet insan büyük. Bir yanlış üzerinde toplum hâlinde bu dahiyane duruş, fakültelenmeler, makul ve sinsice tavizler, asırlarca süren hayvani çırpınmalarla, sonucunda büyük büyük azaplar olan nefsi özgürlük ilanlarına ve alt-hayvana yaltaklanmalara o artistçe giydirişler, yüzyıllarca süren katlanmalar” diye muassır medeniyetin insanlarının kültür tarihini özetliyor ve şiirlerinde de bunu zengin imgelerle başka bir şekilde tarife devam ediyor.
“Tanımadığım kentin / Ağırlık merkezine alındım / Taşıtlar grevler insan böğürmeleri / Alış verişler” (s. 205: Şiirler)
“Süzül. Kanatlar arasından / Uzanan boynunla evleri ara ikizleri araştır / Ren’in çamurlu suyundan bir gümüş iplik bük / Sür yeryüzü hamuruna / Ki orda / Bir yılan renkli başını onarır / Kuyruğunu ağrı dağında yakala” (s. 213: Şiirler)
Kimin yüreği daha yüce yarışı
Aslında şairin, doğulusuyla batılısıyla insanlardan özlemle beklentisi: Tüm insanların kendi egolarını bizzat kendi elleriyle vicdan kazığına bağlamış bir şekilde ilahî bir hikmet, fıtrî bir merhamet yarışında olmaları:
“(Hiçistanda / Bir rüzgâr belirmiş / Kulağımıza gelir / Bir ey muhalif rüzgâr ki oyropeiş örneği / Hafifce terli bedenin krondeli / Göz dikmiş duyduk ki / Meni yataklarına bile) * /Japonya büyür büyür bir gün / Toprağını denize yayarak / Peygamber sözüne ordan hizmet olur/ Kucak açanlar kadar geniş istekli / Göçüp gelenler kadar hafif / az’la doyan yük olmadan / Ve başlar / Kimin yüreği daha yüce yarışı” (s. 228: Şiirler)
İnsanların iyilikte birbirleriyle yarışını hep desteklemiş, hele bu bilincin sanat ve edebiyat; güzel söz ile ve kurumsal muhitler vasıtasıyle ifadesini desteklemenin de ötesinde onlara öncülük de etmiştir. Akabe Kitapevi ve Yayınları, Mavera dergisi bunların en bilinenleri. Avrupa’da mukim yazıştığı Türk’lerden kimi öğrenci ve şiirseverler onun teşviki ve motivasyonuyla Erdem Bayazıt ile Sezai Karakoç’un bazı şiirlerini Almanca’ya; Londra’da ise kendisinin şiirlerini İngilizce‘ye çevirir. Almanya’daki Türk edebiyatının yazar ve şair adayları Batı’daki hakim edebiyat ortamında onun ve Türkçe’den diğer tanı(tıl)mayan şair ve edebiyatçılardan çevirilerin de olduğu Wird ve Kafdağı dergilerini çıkartırlar. Şairin dostları kervanına katılma nasibi olmuş Avrupa Türkleri’nden Asım Nesli, Yüksel Kaya, S. Karahisar, Erdal Tümay, Ziya Yavuz, M. Yüksel, S. Özgenç gibi hâlâ kimi yazmaya da devam ederlerken umulur ki diğerleri hâlâ edebiyat ve şiirsever olarak Mavera’nın izinde…
![]() |
![]() |
Altta, Şanzelize'deki durağın şimdiki hâli... |
Görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum
Tekrar geriye, şairin gençlik dönemindeki Batı’daki yolculuğundaki bir molasından kalkıp onun diğer molalarındaki söz ve gözlemlerine devam edelim: Almanya ile geçit mâniası daha kalkmamış sınır kasabasından Fransa’ya: “Goldah karpuz / Kalf karpuz / Anna karpuzun çekirdeği / Frankrayh şu dağın ardındaki dağ” diyerek geçer ve aylardan ağustos, 1972’dir. Ağustosdur ama yüz yıldır Paris’de yaz sıcaklıklarının en düşük dereceye indiği, sanki güz başlangıç günleri. 1 numaralı metro hattının geçtiği Şanselize Caddesi üzerindeki ünlü kahve Le Colisse’nin metro çıkış mahalindeyiz. Genç adam metro durağından hafif koşarmış gibi ve sevinçle çıkıyor. Saçlar hür, kendiliğinden ve rüzgârla geriye uçuyor. Gömlek üstüne giyinmeye hazır kazak omuzlara atılmış. İnce, güzel adamın arkasında metroya iniş-çıkış kapısı, Le Colisse kahvesi ve Şanzelize Caddesi’nden bir kesit. İşte, hemen hemen her Batıcı’ya tekkelik de eden kentlerden birinin o da konuğu.
Çoğunlukla Portekizli göçmen işçilere, atalarının çoğu Birinci Dünya Savaşı zamanından kalma Cezayir kökenli emekçilere ve işgücünü buralarda maddiyata çeviren Türkiye’den gelmiş birkaç göçmen insana da rastladı. Sorbonne Üniversitesi ve Monge Metro Durağı yakınındaki mabedin içinde dünyanın çok değişik ırk ve kültürlerinden mümin kardeşleriyle beraber vardığı secdelerin verdiği ruh sakinliğiyle: “Dünya diz çöktüğün yer kadardır.” dedi.
Biarritz, San Sebastiyan 1972. “Solmadan yanilenen badanalarıyla yıkıksız evleri” ve “denizden onbir kilometre içeride bir Fransız kasabası” olanSouston’da misafir. “Lö lak nuar üzerinden azura” giden yol üzerindeki köyden yaya olarak ve tabiatı gözlemleyerek gittiği okyanus sahili “birşeyi değiştiriyor insanın içinde. Başkalaştırıyor. Şimdi kıldığın bütün namazları yeniden kılmak istiyorsun. Çünkü zannın güzelleşmiş ve büyümüştür.” dedirtiyor ona. “Madam ve Mösyö Badet”’ler onu İspanya’daki boğa güreşlerinin benzeri sınıra yakın “yörenin ata sporlarından İnek Güreş’lerine götürüyor.” Neden o hayvanlarla böyle uğraştıklarını ve onları neden muhatap aldıklarını sorunca da “İnsanın hayvandan yüce olduğunu kanıtlıyoruz böylece.” diye cevap veriyorlar.
Bir an önce Endülüs’ü görebilmek için taşıtını oradan hızla San Sebastiyan’a sürüyor. “Seri bir tur. Nehir, köprüler, müzeler..” ve Prene’nin dağ yollarından “kuşların refakatinde yorucu bir yolculukla” dağların başında “O delice içine doğru” çaba sarf ettiği “Endülüsün, hemen bir zar kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin, kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya” varıyor. İçgözlemini şöyle not ediyor: “O yaz otuz iki yaşında olmanın değil, daha erken bir yaşın, bir yaşamak’ın dengesindeyim. Görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum.”
İlimlerin ‘Bir’liğe götüren sayısız incilerinin ve çokkültürlülüğün “tek saf damarlı avrupanın” tümazimli taliblerine saçıldığı ve bunların kırıklarından Batı’yı zamanında kendilerince ‘aydınlatmaya’ vesile olan hikmetli sözler ile ilimden ilham almış mahya ışıklarının yerinde şimdi artık yellerin estiği Endülüs’ün o Toledo’suna çok uzaktan bakış.
Batı’yı gezmiş ve Batı’lıların halini yerinde görmüş ve de hükmünü sonunda şöyle vermiş: “Batılılar ve Hristiyanlar da doğru söyleyebilir ama biz onları mihenk taşımıza vuralım.”
Döndüğü ülkesi ile ülküsü arasındaki fark, ona karnında gittikçe sıklaşan vücut ağrılarından da çok acı veriyor. Hem vücud hem de fikir çilesindeki acıları giderecek sohbet sofraları özlemi. Çare: Şahsiyetler etrafında konsantre olmuş bir okul ya da ocak şeklindeki muhitler, dergiler yerine, “Ana ve babası yok bir öksüz çocuk gibi ‘yaşamak’a sarılıp” daha çok duygusal ve fikirsel beraberlik etrafında, düşünsel ve sanatsal arayış etrafında bir oluşum, bir kültür ve edebiyat muhiti oluşturmak. Nitekim “Bir mendil boyu’ da olsa bize ‘geniş bir sofra’ gibi gelecek Mavera’nın sayfaları ‘aramıza yeni katılan arkadaşlar’ için bir sofra olacaktı.” dediği Mavera dergisinin kuruluşuyla yayınına, mutfağındaki her türlü uğraşına el ve emeğini veriş. Derginin “Okuyucularla” köşesinde yazar ve şair adaylarıyla çoğu kez dergi üzerinden, hem de hiç azımsanmayacak yoğunlukta birebir mektupla ayrıca hasbihal eden bir gönül eri işte! Günümüzden kırk yıl öncesinde (meylsiz, feysbuksuz, tivıtırsız) bu ne eylemcilik, bu ne ruh böyle?
Onun “özlemini çektiğimiz ve ihtiyacımız olan edebiyat ve düşünce atmosferini oluşturma” uğraşı olmasaydı şimdi görünen nice kabiliyetler, liderler ve kavilleşenler olabilir miydi? Muhatabın kalbini cezb ise amaç, murad ancak cezb hâlindeki bir başka kalb ile hasıl olur.
Batı nasıl diğer coğrafyalardaki cevherlere odaklandı ise, bu genç şiir avcımızı da çok erken mercek altına alma denemeleri yapar: 1966 güzünde İstanbul Tünel’deki Moran Han’da, Alman Kültür Merkezi’nde Mehmet Fuad’ın ön ayak olduğu Genç Şairler Toplantısı. Zarifoğlu da, bir vesileyle ‚konuşma daveti‘ almış ve böyle bir ‚podyumda‘ ilk ve son konuşmasıdır. Toplantı sonu, İsmet Özel “Toplantının yıldızıydınız.” diyor ve onunla sonraları „itikadî müşterekte“ buluşacağını ve onun için „kardeşimiz“ (Milli Gazete, 10.6.1987) diyeceğini de o zaman bilmeden ekliyor: “Bizim safımızda olmanızı isterdim.” O, Özel’e: “Allah korusun!” Özel’in yanındaki “nursuz biri, haşa“: “O ne karışır!?” derdemez, Zarifoğlu: “Yalnız O karışır.” diyor. İşte böyle! Devşirilme çarkının bir ‚üretim hatası‘: „acz”. Aksi olsaydı, şimdi kuşkusuz hep Batı’yı gösteren ve çoksatan ‚yıldız bir şair‘ olurdu.
Bir Filmden Tek Kare’de “Sıcak o afrika / Saf yüreği yolunarak yatırıldı masaya / Eldivenli beyaz bir el / Rulet gibi döndürüyor onu / .. / Eldivenli ve beyaz / Döndürüyor afrikayı / - Buradan daha iyi görünüyor majeste / - Tank you / geçiyor kraliçe ..” diye (s. 409: Şiirler) bize ‘kral çıplak’ derken; Almanya’daki göçmen Türk’lerin ta 1980’lerde evlerinde yakılma serisi başladığında ”insanî özelliklerinden soyutladıkları bu yığınları yakmak, eziyet ve işkence artık kolay hale gelir” diyerek kültürel ırkçılığın ruhsal ve zihinsel sarmalına da işaret etti. Dünyanın çeşitli bölgelerine “fitne tohumları” atarak artıdeğere çeviren “herbiri bir devlet kadar zengin silah milyarderlerinin, pazarlama holdinglerinin” de farkında, ama yine de o elindeki çuvaldızı da muhakkak önce bize şöyle bir batsın: “Fuzuli şehrinin damlarına kadar moloz yığılı... Küheylanın otlağı geniş, kasırgaları yaman, safı sık, alnı dik ve onurlu, ne var ki nalları dökük.”
Eğer ‘karşıt mahallelerden’ kimilerince yarı gizli-yarı açık kabul edilmemiş olsaydı, onun o ‘anlaşılmaz’ sanılan şiiri önce kerhen tahammül ve ancak çok çok sonraları da acaba takdir edilir ve hiç de tasvip etmeyeceği bir şekilde kültür siyasetinin acizliği neticesi hem de kültürel hegomanyanın metoduyla ‘ikonlaştırılma’ çabalarına girilir miydi? Yoksa.. Yedi Güzel Adam’ın –illa sayılacaksa, rahmetli Alaeddin Özdenören’in belirttikleridir- aslında sembolik olduğunu bilenlerin buna sessiz kalmalarından mıdır?
Otuz sene önce, vefatından yirmi gün sonra düzenlenen “Cahit Zarifoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı Çevresinde Söyleşi”sine genç kültür insanları olarak katılan ve şahsiyeti hakkında konuşan sekiz seveninden en az ikisi bugün –kültür dahil- bakanlık sorumluluğunda olmuş bu Mavera erinin bilinen ve gündemden düşmemesi gereken diğer büyük kültür ve edebiyat ustalarımızla beraber Doğu‘da da, Batı‘da da hakkıyle tanıtılması yerine; gereksiz ‚efsaneleştirmeye‘ veya ‚inkonlaştırılmaya‘ ihtiyacı neden olsun?
“Bakın okuduk meslek edindik çoluk çocuk edindik halı malı edindik nice dertler sevinçler edindik ama gözümüzün önünden kalınlarından değil en incelerinden tek bir perdecik kalkmış değil. Bütün büyük fetihlerin önünde dervişler vardır. Az olalım zararı yok, yetmişe karşı bir olalım, zaten hep öyledir ama ilkin dervişler olalım.”
Fuzili’yi yakınına getirt(e)meyen Sultan misali; günümüzün siyasi ve kültürel erki de şair Sezai Karakoç ile meşveret edemiyorsa, Zarifoğlu’nu da diğer dünya şairi Yunus’u da -özellikle de Batı’da- yetkin kültür kurumları vasıtasıyla kalblere kalıcı söz ve yazıyla değil de, ‘mış’ gibi enstitülerin ‘kurumsal feysbuk ve tıvıtır’larıyla su üstüne yazı misali sanal ‘paylaşarak’ tanıtmaya ‘soft power’ devam eder. Daha ‘yumuşak güç’ bilinmezken Goethe İzmir’e ta 1954 yılında, ah, ne tesadüf; NATO’nun oraya yerleşmesinden hemen iki yıl sonra, hem de ikisi de kalıcı olarak gelmiş! Yani, sanal dünyalarda sosyal medya üzerinden gölge boksuna son verip ‘nallara mıh vuracak’ ve ‘başımıza çatı’ kuracaklar ivedilikle “yetmişe karşı bir” olmakla ve işe önce Yunus’u, Fuzuli’yi, Şeyh Galib’i, Akif’i ve sonra da tabi ki Cahit Zarifoğlu’nu birer emanet bilip hakkıyle ve de kalıcı kültür vasıtalarıyla tanıtmayla başlayabilirler.
“Ve gördük ki mekân değildir önemli olan ve lakin o da değildir, eylemdir önemli olan ve dahi değildir kalb olmadıkça.”
Kadri Akkaya
kadri.akkaya @ gmx.net
Fotoğraflar: İsabelle M. Beck
Kadri Bey'in ellerine sağlık. Üşenmeden yazmış. Gıptayla ve heyecanla okudum. Teşekkür ediyorum.