Kendi ifadesiyle; insanların uyumak için ayırdıkları zamanı, henüz mürşidlik yoluna adım atmadığı ancak isteklisi olduğu ve hızla ilerlediği hengâmda, derslere ve okumaya ayırmıştır. Hakiki bir âlim işte bu surette, kendisini devamlı olarak kıraat, tetkik ve mütalâayla meşgul etmeli ve uykusundan dahi feragat edebilmelidir. Bu umdeleri bir hayat tarzı haline getirip, irfan seviyesinde bir bilgiye mazhar olarak, ariflik mertebesine ulaşmalıdır.
“Âlimdir ama arif değildir” vecizesindeki; âlimlerden kasıt, sebepleri ve bilgiyi yalnız zahiri (görünen) tarafları ile kavrayanlar; ariflerden kasıt ise, bu iki unsuru zahiri ve Batıni (görünmeyen) ve daha birçok cephesiyle kavrayanlardır.
Abdülhakim Arvasi, bilgiyi ve sebeplerini ariflik derecesinde hazmetmiştir. İspatıysa; hizmetleri, faaliyetleri, yetiştirdiği onlarca vâiz ve âlim, talebelerine ve insanlara yapmış olduğu irşad ve yaşamış olduğu hayattır.
Kendi inşa ettirdiği medresede onlarca âlim yetiştirdi
Zatının, azameti kendinden menkul bu makama nasıl ulaştığını taayyün etmek için yüksek bir dağa tırmanır gibi gibi aheste aheste terennüme devam ediyorum. Seyyid Taha-i Hakkâri'nin halefi Seyyid Fehim Arvasi'nin talebesi ve müridi olup mürşidlik makamına ise Seyyid Fehim'in rahle-i tedrisinden geçerek vasıl oluyor.
Abdulhakim Arvasi Hazretleri, 19'uncu asrın ikinci yarısında, Hakkâri Sancağı hudutları dâhilinde yer alan Kotur- Elbak’ta (Cumhuriyet döneminde değiştirilen adıyla Başkale) ibtidai (ilk) ve rüşdiye (ortaokul) mekteplerini bitirmiş. Ardından Irak'ta, büyük âlimlerden, başta Arap ve Fars dili edebiyatı olmak üzere; tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, mantık, matematik, kelâm ve fen dersleri alır. Burada tadad ettiklerimiz, günümüzdeki bazı nadanların zannettiğinin aksine, âlimlerimizin, fennî, riyazî ve sosyal ilimleri dinden ayrıştımadan öğrenerek yetiştirildiklerini ve bu öğretimin, çağımızdakinin tersine, uzun seneler müddetince devam ettiğinin delâletidir. Âlim vasfıyla anılacak olan herhangi bir zat, yalnızca İslâm akaid ve usulleri öğrenmekle iktifa edemez. Aynı zamanda içinde yaşadığı dünya ve muhit şartlarını da kavrayarak bütünüyle bir öğretime tâbi tutulur ve insanları irşad edecek kıvama bu meşakkatli yollardan sonra ulaşır. Fabrikadan makara üretircesine, birbirine benzer profilde insanların mezun olduğu çağdaş üniversiteler, o devrin medreselerinden ne yazık ki fersahlarca uzaktadır.
Arvasi Hazretleri, 1888'de, Nakşi yolunun mürşidliğine ilk merhale olarak icazetini alıp memleketi Arvas'a avdet etmiş. Memleketin genelinde sayıca mebzul olan medreselerin varlığına rağmen, sair medreselerden bağımsız olarak şahsına kalan mirasla medrese inşa ettirmiş. Tesis ettiği medresede, talebelerinin daha çok kaynağa ulaşabilmesi için var olan kitaplarla iktifa etmeyerek, İstanbul'dan kitap getirtmek suretiyle medrese kütüphanesini daha da genişletmiş. Talebelerinin bütün iaşe masrafları da kendisine ait olmak üzere 30 seneye yakın müteaddit âlimin yetişmesine müncer olur.
Abdülhâkim Arvasi'nin “talebe yetiştiriciliği” onları yalnız ilimlerle donatıp, medreseden mezun etmesiyle sınırlı değildir. O, talebelerinden evlenmek için gerekli maddi imkânlara sahip olmayanların ev eşyalarını dahi temin edecek derecede, ilim yolunun heveslisi olanlara kol kanat geren abidevî bir şahsiyettir.
Hakikatin örnek, yalnız ve sade temsilciliğini şöhrete tercih etti
20. asrın girmesiyle beraber, bölgede kıvılcımdan büyük bir yangına doğru tekamül eden karışıklıklar, Ermeni çetelerinin Müslümanların mallarını yağmalamaya başlaması, patlayan 1. Dünya Savaşı gibi mücbir sebepler karşısında, birçok badireler atlatarak; Bağdat, Musul, Adana ve Eskişehir'in ardından nihayet 1918'de İstanbul'a adımlarını atar Abdülhakim Arvasi.
Gelir gelmez vaizlik ve imamlıkla tayin olunduğu Kaşgari Dergâhı'ndan sonra, Sultan Vahidüddin tarafından Süleymaniye Medresesi'ne “tasavvuf müderrisi” vasfıyla atanır. Artık büyük mürşidin mücadelesi yalnız vaizlik, imamlık ve dergâhta verdiği dersler çapında kalmayacak, O, aynı zamanda üniversite (medreseye üniversite demek büyük bir tahkirdir aslında medrese kurumuna ama günümüzde medreselerin üniversitelerden çok geri olduğunu sanan laikleri geçtik, dindarlar bile var ne yazık ki...) kürsüsünden de geleceğin âlimlerini yetiştirme maksadıyla insanlara hitap edecektir.
Abdülhâkim Arvasi, şartların müsaitliğine rağmen politika ile pek ilgilenmeyerek arifane bir tavır göstermiştir. Buna mukabil, siyasetten hariç olarak, Milli Mücadele'ye, hitapları, vaazları ve fiilî faaliyetleriyle katkı sağlamıştır.
Tekkelerin kapatılması haberi kendisine ulaştıktan sonra gayet kendinden emin ve vakur şu cevabı vermiştir; ''Hükümet tekkeleri kapatmadı, kapatılan yerler zaten bomboş mekânlardı. Tekkeler, asırlar önce aşksızlıktan ve vecdsizlikten zaten kendi kendilerini kapatmıştı.'' (GYY notu: Bu yaklaşımın sistemi desteklemek şeklinde anlaşılması da mümkündür ama farklı şekillerde de tahlil edilebilir elbette.)
Her şeye rağmen müddet-i hayatı boyunca siyasetle ilgilenmemiş olması, malumdur ki Cumhuriyet'in ilk evresinde ''din sınıfına'' gösterilen tahammülfersa baskılardan uzak olacağı anlamına gelmiyordu. Menemen Hadisesinden dolayı, apar topar derdest edildi ve ''Divan-ı Harb'' karşısına çıkarıldı. Arvasi'nin siyasi hiçbir mevzuuyla yakından uzaktan alâkası olmaması hiçbir şeyi değiştirmedi. ''Din âlimi'' olması tutuklanması için yeter bir sebepti. Divan-ı Harb'in karşısında mahkeme başkanının ''Sen şeyh misin?'' sorusuna; “Ben ne şeyh olacağım? O ulvi mertebeye lâyık olmaktan varesteyim. Amma, şeyhlik dediğiniz şey, şu devirde gördüklerimizden ibaretse, ona da tenezzül etmekten uzağım'' cevabını verir, beraat eder.
Fakat iş bununla da kalmayacaktır. 1943 senesinde, dindarlara uygulanan tahakkümün en şiddetli kertesinde yeniden hükümetin dikkatini çekti. O hengâmda Türkiye'de dönen dolaplara gözü kapalı, tamamen kendi içine dönük bir hayat sürmekle meşgul ve yalnız talebeleri ve irşadıyla ilgilenmesine rağmen, kapısı bu defa Birinci Şube (Siyasi Şube) tarafından çalındı. Sorgu, sual tatbik edilmeden Örfi İdare kararıyla Birinci Şube'nin müdüriyetine nakledildi.
En adi suçlularla birlikte İzmir'e nakledilmek üzere bir vapura bindirilmesi, hayatında anayasaya ve kanunlara mugayir hiçbir iş yapmamış olmasına rağmen, garazkâr bir İslâm düşmanlığının aşikâr bir tezahüründen başka bir şey değildi.
Nitekim, İstanbul'da iskan etmeleri ''sakıncalı'' bulunan 24 kişiyle beraber Arvasi'nin de İstanbul'dan cebren çıkarılmasının baş sebebi dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir'dir.
Arvasi, elbette ki Cumhuriyet devrinin başlamasıyla beraber, ihtiyatlı hareket etmeyi zekâsı ve ferasetiyle kavramıştı. Bu bakımdandır ki elinde el yazılı hiçbir şey bulundurmamaya (cürüm teşkil etmediği halde) dikkat ederdi. Ne var ki dedikodu kazanlarının kaynaması, Arvasi'nin bu ihtiyatını boşa çıkarıyor ve bir takım uydurma isnadlarla yurdundan ediliyordu.
Abdülhakim Arvasi'nin İzmir günleri son derece hafakanlıdır. Hastalığının ilk emareleri de orada görülmeye başlamıştır. Van milletvekili olan yeğeni ve damadı İbrahim Arvas'ın tüm teşebbüslerine rağmen Bursa'ya nakli yahud İstanbul'a iadesi için edilen taleplerin hepsi reddediliyor. Binnetice, Ankara'ya gitmelerine müsaade ediliyor ve hastalığı büsbütün artıyor. Ankara'dan tam anlamıyla nefret etmesine ve orada gömülmek gibi hiçbir düşüncesi olmamasına rağmen murad-ı ilâhi bambaşka bir veçheyle tecelli edecektir. Kendisi, İstanbul'un Bağlarbaşı semtinde, Şeyhülislâm Hikmet Efendi'nin mezarı yanında kendilerine bir yer hazırlatmış oldukları halde mutlak sonun O'nu beklediği yer Ankara'dır.
Bolu depreminin olduğu gece, dudaklarını ebediyyen kapıyor. Fakat merhuma son dönemlerinde çektirdikleri ıstıraba ve ceberrutluğa rağmen naaşı dahi büyük bir mesele haline getiriliyor. İrşad kutbuna, öldükten sonra da rahat yoktur. Naaşın İstanbul'a gönderilmesi için başvurulan makamlar tahnit (ilaçlama) şartı koydukları için o devirde böyle bir şey mümkün olamıyor. O halde başvurulacak olan çare nedir?
Ölen kim olursa olsun, bağlı olunan belediye sınırlarına defnedilme şartı var. Bunun da gerçekleştirilmesi gayri kabil... Ne yapılabilirdi? Merhumun naaşını Kırşehir'e götürüp, orada yakınlarının refakatinde defnetmek isteseler de bu da resmi şartlara aykırıdır! Arvasi'nin nereye defnedileceği hususu büyük bir mesele halini almışken, istişare esnasında içeriye kim olduğu bilinmeyen bir zat girip şöyle diyor; ''Ankara'nın kuzeyine doğru, Bağlum adında bir kasaba vardır. Orada Nakşi şeyhlerinden bir zat da yatmaktadır. Oraya götürün ki, kendisi için en makbul yer orasıdır!''
Nereden geldiği, kim olduğu, niçin böyle bir teklifte bulunduğu, Arvasi'yi nereden tanıdığı kesinlikle bilinmeyen ve orada bulunanlardan hiçbirinin tanımadığı bu şahıs kaybolup gidiyor. Arkasından yetişmeye çalışsalar da bulamıyorlar.
Merhumun naaşına edilen eziyetler bununla da bitmiyor, naaşı, bir battaniyeye sarıp arabaya bindirdikleri gibi meçhul şahsın tarif ettiği Bağlum'a götürüyorlar. Tam da bu noktadan itibaren, tarif edilemeyecek bir şey oluyor. Yalnızca 12 kişinin refakat ettiği irşad kutbunun naaşının etrafını Bağlum'a ulaşınca 500'ü aşkın insan sarıveriyor. Bu adamlar nereden çıkmışlardır, haberi nasıl almışlardır, niyetleri nedir, hepsi, hepsi meçhul... Ve Bağlum Mezarlığı'nın (eski haliyle okula bitişik) bugünkü haliyle restore edilmiş bir binanın köşesine yakın olan tarafa; ismi, namı, şeyhliği belirtilmeden çıplak ve her türlü azametten ve mütekebbirlikten azade, gerçek bir irşad kutbuna yaraşır biçimde defnediyorlar. Merhumun düşünceleri neydi, vaki olan ne oldu? Bağlarbaşı'nda kendisine mezar yeri seçmesine ve hatta tabutunu da hazırlatmasına rağmen payesine düşen sevmediği Ankara'nın Bağlum kasabasındaki bir köy mezarlığı oldu. Fakat işin aslı, mezarın nerede ve nasıl bir şatafatta olduğunda değil esbab-ı mucibede yatar. Murad-ı ilâhi neyi arzu ettiyse o tahakkuk eder ve onun rızasının hilâfına hiçbir iş yapılamaz.
Bağlum Mezarlığı hakkında da küçük bir anekdot verelim. Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı hengâmda güya köy enstitüsü yapılacağı bahanesiyle istimlâk edilmesi kararı verilen mezarlık, Demokrat Parti'nin karşı koymasıyla durduruluyor ve kabir içinde yatmakta olan Arvasi'nin kıymetli naaşı ve mezarlıkta medfun diğer merhumların naaşleri bu cinayetten kurtarılmış oluyordu.
Kıymetli mürşidin hayat hikâyesi olarak tavsif edilebileceğimiz burada sayıp döktüklerimize nazaran, asıl önemle temas etmek istediğimiz husus; Arvasi'nin, hakikatin örnek, yalnız ve sade temsilciliğini şöhrete tercih etmesi ve bu mevzuda vermediği tavizdir. Cumhuriyetin ilk yıllarına yetişebilmiş olmasına, şartların zorluğuna ve ilerleyen yaşına rağmen gösterdiği mücadele hiç de basit ve harcıalem değildir. Ki ömrünün son yıllarını çileyle hemhal olarak, sürgünden sürgüne gönderilerek geçirecek, bu sebepler karşısında dahi azminden ve dirayetinden hiçbir şey kaybetmeyecektir.
O, “boş sualin muhal cevabını” vermekten içtinap eden bir mürşiddir
Şimdi merceği, Arvasi'nin zahiri hayat hikâyesinden uzaklaştırarak, tefekkürüne, irşad tarzına, sözlerine, eserlerine ve faaliyetlerine yakınlaştıracağım.
Şerhi ancak kitaplık çapta olabilecek, fakat burada kısa kısa bahsedeceğim hikmetli sözlerinden birkaçını da aktarmak istiyorum. “Toplumda görülen ruh hastalıkları imanın eksik oluşundan kaynaklanıyor.” Ruhu kabul etmeyen ruh bilimcilerinin her taraftan türediği şu hengâmda, Arvasi'nin nokta atışı kabilindeki bu tespiti büyük bir önemi haiz olmakla beraber ne yazık ki doğrudur.
Yine “Kur'an şifadır; fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir” demiştir Abdülhakim Arvasi. Kur'an'ın yalnız okunmakla ve emirlerinin kuru ve mânası boşaltılmış bir surette tatbikiyle rehberliğinin fayda vermeyeceğine, İslâm akaidini uygulayacak olanların bu işe liyakatli ve ruhsatlı olmaları gerektiğine değinerek, hocalık taslayan nadanların ağzından çıkan sözlerin, dine ait bir hüküm yerine geçmeyeceğini, ancak büyük müceddidlerin, müçtehidlerin ve ehliyetli fetva ehlinin irşadıyla insanların müspet bir yola girebileceğini kasdederek, çağımızda çoğalan din adına şahsi heveslerini topluma bir zehir gibi pompalayanlara da delalet ediyor.
Abdülhakim Arvasi'nin “boş sualin muhal cevabını” vermekten içtinap eden bir mürşid olduğundan bahsedeceğim ki “Çok laf yalansız olmaz” darb-ı meseli de bunu doğrulayacaktır. O, kısa, öz ve aşikârane konuşur, meseleyi gereğinden fazla uzatmazdı.
Rabıta-i Şerife en meşhur eseri
“Haddini aşan her şey, zıddına döner.” İster dinde, ister muhabbette, ister aşkta, ister işte, bütün bu şumül dairesi içinde her neyin istiab haddi aşılırsa, bunun tam tersine dönüşeceğini, ciltlerce dahi anlatılabilmesi melhuz olan bu mevzuyu tek bir cümlede ispatıyla, sözün kısasının yeri geldiğinde ciltler dolusu kitabın açıklayamadığını açıklamaya yetecek güçte olduğuna kesin bir mütearifedir. Bu ve buna benzer, saymakla bitmeyecek ve hikmet şurubuna daldırılmış sözlerini tek tek ifade etmeye kalksak kitap seviyesine ulaşır. Sohbetlerinde bulunamadığımız için mahzun olsak da zatından geriye matbu olan ve olmayan eserler de kalmıştır. Bunların en meşhuru Rabıta-i Şerife olup, Necip Fazıl, sadeleştirerek bu kitabı neşretmiştir. Sadeleştirilmemiş olan 1924 yılına ait ikinci baskısını bulmak hem zor, hem de ağır Osmanlıca ihtiva ettiğinden, Arvasi'nin efkârını anlamak isteyenler sadeleştirilmiş olanı tercih edebilirler.
Bunun dışında, matbu olan ve olmayan eserleriyle beraber 12 cildi bulan kitaplarına bugün ulaşmak ne yazık ki zordur.
Abdülhakim Arvasi, zühd ve takvasından öte, aynı zamanda iyimserliği, diğergamlığı ve cömertliği de (kendisine kalan mirastan Van'da inşa ettirmiş olduğu medrese ve tüm iaşe masraflarını kendi imkânlarıyla sağlaması ilh...) kayda değerdir. Yakın müridleri, kendisinin çorbayı dahi ana yemek olarak gördüğünü, eğer ikinci bir yemek yapılmışsa bunu israf ve ziyafete kaçacak derecede lüzumsuz addettiğini söylerler.
Buna canlı bir misal de getirerek, zatının, ucubdan ve kibirden ne derece vareste olduğunu tasrih edelim. Bir gün, müridleri, yakınları ve sevenleriyle yenilen mütevazı bir yemekten sonra, maiyetinde bulunanlardan biri “Bir de tatlımız olsaydı ne güzel olurdu!” der. Arvasi, sofrada bulunan yoğurdun üstüne toz şekeri dökerek “İşte, tatlımız da oldu” cevabını verecek kadar çağdaş insanın idrak sınırlarını yırtacak mikyasta bir ruha sahip, bugün Ankara'nın Bağlum köyü'nde (Zatının bu köye defninden sonra, zamanla köy olmaktan çıkıp neredeyse bir ilçe kadar büyüdüğünü de ekleyelim) medfun; eserleri, vermiş olduğu mücahedesinin yankıları, bağlıları ve efkârıyla hâlen irşadına devam etmektedir.
Her şeye rağmen, bu yol, zorlu bir yoldur. Takat getiremeyenler, yolun başında nefs-i emmarelerinin baskın gelmesiyle rücu edebilirler. Fakat ilerleyebilenlere ne mutludur. Bu, kıyamete kadar sürecek bir bayrak yarışıdır. Ve asli yurduna hicret eden büyük irşad kutupları, maddeten ölü, manen diri olarak irşad için kavrulan gönüllere su taşımaya müstemirren devam edeceklerdir.
Şu soruyu gayriihtiyarî soracaksınız: “Peki, madem bu zatlar bu kadar kıymetlilerdi, bu denli eserler verdiler ve birçok ilme de vakıf kimselerdi, neden bu kadar az tanınıyor ve biliniyorlar?” Ben susayım da cevabını Abdülhâkim Arvasi versin: “Allah sırrını eminine verir, bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
Kadir Sarıkaya yazdı
Hakkında yazmak gerektini düşündüğüm sıra yazınızı okumak ne hoş.Bayramın ilk günü mezarı başında dua etmek nasip oldu. Rengarenk güllerin içinden hangisini seveceğimi,koklayacağımı bilemez halde şaşkın geçtim yine.Manevi havası derinden hissedilen Bağlum mezarlığı Arvasi hazretleriyle birlikte birçok manevi zatı barıdırıyor.Babam Hafız Yusuf Çerçi orada mefdun.Elbette bu sebeple bendeki yeri daha başka.Bakarsınız birilerinin aklına,kalbine düşer. Bu bir vesile olur inşallah...