“İki zümre vardır ki onlar hak yolda olduğunda insanlar da hak yolda bulunur. Onlar bozulduğunda insanlar da bozulur.” buyuruyor Allah Resûlü (sas). Bu hadisi şerif çerçevesinde Asr-ı Saadet’ten günümüze İslâm âlemine baktığımızda büyük devletler kurarak dünya siyasetinde etkin rol oynayan İslâm âlemi, bazen Moğol istilası ve Haçlı seferleri başta olmak üzere varlığını tehdit eden büyük işgallere maruz kalmış, taht kavgaları ve iktidar savaşları yüzünden zayıflamış ve küçük devletçiklere ayrılmıştır. Her defasında Allah’ın inayeti sayesinde küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. Tarık Bin Ziyad, Ömer Bin Abdülaziz, Selahaddin Eyyûbî, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve İkinci Abdulhamit gibi bilge ve cesur idareciler sayesinde Müslümanlar bugünlere sağlam bir şekilde gelmişlerdir.
Şüphesiz; ilimsiz, hikmetsiz ve âlimsiz hiçbir millet hiçbir ümmet devamlılığını sağlayamaz. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’den ve Resûlü Ekrem (sas) efendimizin hadis-i şeriflerinden ilham alan Müslüman âlimler, içinde yaşadıkları asırda hangi ilimler varsa onları elde etmek için büyük çaba harcamış, ibadet aşkı ile fıkıh, hadis, tefsir, kelam vb. dini ilimlerin yanında felsefe, mantık, tıp, hendese, siyaset, sosyoloji, biyoloji vs. alanlarda çok değerli çalışmalara imza atmış, kıymetli eserler telif etmişlerdir. Kütüphaneler kuşkusuz bu görüşümüzü ispat eden en mühim delillerdir.
Müslüman âlimler bütün bu alanlarda eser yazarken tek bir amaca hizmeti gaye edinmişlerdi. O da Allah’ın yüce dinine hizmet etmek ve İslâm’a yapılan yıkıcı ve ifsad edici saldırılara karşı koymak. 19. asrın sonlarına kadar bu gaye doğrultusunda âlimlerimiz Resûlü Ekrem (sas) Efendimizin hadisi doğrultusunda hem kendilerini muhafaza etmiş hem de Müslümanları sapkın düşünce ve ideolojilerden korumayı başarmışlardır.
Ancak Tanzimat sonrası başlayan Batıcılık hastalığı hem idarecilerimize hem de ilim ve fikir adamlarına sirayet etmiş, bin yıllık örf ve ananelerimiz tahkir edildiği gibi hayat kaynağımız İslâm’ın temel konuları hakkında ıslah adı altında ifsad edici görüşleri bizzat ilim adamı kisvesi altında bazı gizemli şahsiyetler ileri sürmeye başlamışlardır. Bu görüşler bir virüs gibi yayılmış, hukuk, siyaset, sosyal yaşam alanları ile sınırlı kalmamış, birinci dünya savaşında yanlış siyasi tercihlerin ve başarısızlıkların faturası adeta İslâm’a kesilmiştir.
Cumhuriyet’in ilanını takip eden süreçte halifelik kaldırılmış, bin yıllık hukuk düzeni terk edilerek yerine Batı ülkelerinden tercüme edilen kanunlar iktibas edilmiş, asırlar boyu ilim, irfan, bilgi ve hikmet merkezleri olarak hizmet veren medreseler, tekke ve zaviyeler kapatılmış, laiklik kabul edilmiş, ilmi müktesebatımız olan kitaplarla bağımızı koparmak için bin yıllık alfabemiz Arapçadan Latinceye çevrilmiş, en önemli ibadetimiz olan namaz, Türkçe kılınmaya başlanmış; asırlardır Allah Resûlü (sas) efendimizin öğrettiği şekilde semalarımızda yankılanan ezanımız Türkçeleştirilerek ucûbeye dönüştürülmüştür.
İslâm dünyası paramparça olmuş, kukla devletçiklere dönüşmüştür. İdareciler maalesef bozulmuş, kendi menfaatleri için ümmetin maslahatını terk etmişlerdir. Âlimlerden çoğu zulme uğramış, bazıları suçsuz yere hapislere atılmış, katledilmiş, çoğu da şehirlerden köylere kaçarak kitaplarını toprağa gömmüş, sıradan bir hayatı tercih etmişlerdir.
Mehmet Emin Saraç Hocaefendiyi anlamak için yukarıda kısaca bahsettiğimiz olayları da göz önünde bulundurmak gerekir. Hocamız tam da böyle felaketin yaşandığı dönemde Tokat’ın Erbaa ilçesi Tanoba köyünde bir ilimle meşgul bir ailede dünyaya gelmiştir. Dedesi Üzeyir Efendi, ihvanları olan bir şeyh idi. Hocamızın anlattığına göre sebepsiz yere, sırf ilim ehli olduğundan tutuklanmış ve hapisten çıktıktan birkaç ay sonra vefat etmişti. Kur’an okumanın yasak olduğu Arapça alfabe ile yazılmış kitapları bulundurmanın suç sayıldığı dönemde, Emin Saraç Hocamızın babası Mustafa Efendi, bütün çocuklarını gece yarıları, herkesin uyuduğu esnada uyandırır ve onlara hafızlık dersi verirdi. Dönemin kasvetli havası ve korkusu avam olsun havas olsun insanların üzerine öyle bir çökmüştü ki gece yarısı kendi çocuklarına Kur’an ezberleten bir âlim baba, hainler fark eder ve şikâyet olur korkusuyla evinin pencerelerinin perdelerini iyice kapatıyordu.
Maalesef Kurtuluş Savaşı’nın sarıklı mücahitlerinden bazıları, yıllarca İslâmî ilimleri tahsil eden âlimlerden, cami kürsülerinde vaaz eden vaizlerden bir kısmı, zamana ayak uydurmuş, çocuklarını ve çevresindekileri dini ilimleri terk edip modern ilimleri tahsile teşvik etmişlerdir. Mehmet Emin Saraç Hocamızdan işitmiştim. Civar şehirlerde ikamet eden İstanbul medreselerinde dersiamlık yapmış bir hoca ile hocamızın görüşmelerini, hocamızın babası Mustafa Efendi hiç istemezmiş. Sebebini hocamız şöyle anlatıyor: “İstanbul’a gelmeden önce babamızın istememesine rağmen, çocukluk işte, bu hocayı ziyarete gittik. Bize ‘Babanız geri kafalıdır. Siz ona uymayın. İstanbul’a gittiğinizde şerî ilimleri tahsil etmeyin. Onunla vakit kaybetmeyin. Riyâziyyat okuyun siz Riyâziyyat.’ deyince babamın onunla neden görüşmememizi istediğini anlamıştım.”
Emin Saraç Hocamız; çok küçük yaşta İstanbul’a gelmiş, Fatih civarında oturan, şerî ilimleri tedrisi ibadet sayan ve her türlü tehlikeyi göze almaktan çekinmeyen Osmanlı medresesinde dersiamlık yapmış âlimlerden, yine gizli gizli; fıkıh, hadis, tefsir, kelam vb. şerî ilimler ile sarf, nahiv, belagat, mantık vb. alet ilimlerini tahsil etmiştir. Hocamız; bin bir zahmetle gitmeye muvaffak olduğu Mısır’da Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesini Türkiye’ye hiç dönmeden tamamladı. Hocamızın ilmi hayatında üçüncü merhale sayılabilecek olan Mısır dönemi çok zahmetli, sıkıntılı bir o kadar da bereketli ve feyizli geçmiştir. Hocamız; Ezher Üniversitesindeki derslerinin yanında bugün bile ilim çevrelerinde hadis, fıkıh vb. İslâmî ilimlerde dünya çapında otorite sayılan, cumhuriyetin ilanından sonra Mısır’a hicret eden Mehmet Zahid Kevseri Efendi ile Osmanlı devletinin son Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi’nin özel ilgisine mahzar olmuş ve onlardan icazet almaya muvaffak olmuştur.
Mehmet Emin Saraç Hocaefendi, zor ve meşakkatli bir ilim tahsilinden sonra İstanbul’a dönmüş ve 1950’li yıllardan bugüne aralıksız, herhangi bir karşılık almadan, makam mevki gözetmeden, bin dört yüz küsur yıldır ehli sünnet âlimlerinin nesilden nesile aktardıkları ilmi muktesebatı kesintiye uğratmadan yeni nesillere ulaştırma sorumluluğunun altına girerek şerî ilimleri tedrise devam edegelmiştir. İlahi kader hocamızın resmi hiçbir görev almaması yönünde tecelli etmiştir. Mısır’dan döndüğü yıllarda diğer mesleklere göre yüksek bir maaşla arşiv görevliliği işini kabul etmiş sonra: “Emin; sen, bütün bu ilimleri arşivde vakit geçirmek için mi tahsil ettin?” diyerek bu işe hiç başlamadan işi bırakmıştır. Bir kişi, iki kişi demeden şeri ilimleri okutmaya başlamış, büyük felaketler neticesi bozulan dini ve sosyal hayatı ıslah için bir büyük mücadelenin içine girmiştir.
Hocamızın ilim tedrisinde takip ettiği metod yeni değildir. Fıkıh, hadis, tefsir vb. İslâmi ilimlerde okuttuğu kitaplar, asırlar boyu İslâm dünyasının her tarafında okutulan eserlerdir. Hocamız özellikle Buhari, Müslim, Ebu Davud vb. temel hadis kitaplarını okutmayı tercih ederdi. Hocamızın tedriste takip ettiği metod ayrı bir araştırma konusudur.
Benim, hocamızla tanışmam 1990 senesine tekabül eder. İlahiyat fakültesini kazandığımda bir değerli hocamızın tavsiyesiyle ilk defa Fatih Camii’nde Hocaefendi ile görüşmüştüm. İlk görüşte beni çok etkiledi. Bu zamanda şerî ilimleri tahsil etmenin öneminden ve ne büyük bir iş olduğundan bahsetmişti. Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinden ve caminin etrafında medfun âlimlerden bahsederek bir zamanlar her köşesinde ders okutulan bu mübarek camide ders okutacak kimsenin bulunmadığını: “İş başa düştü ne idelim” diyerek bizde ilim öğrenmeye ve bozulanı düzeltmeye dair büyük bir iştiyak oluşturmuştu. Çok heyecanlandık. O gün Hocaefendiden o kadar etkilenmiştik ki beraber gittiğimiz arkadaşla Ümraniye’de kaldığımız yurttan eşyalarımızı alıp Hocaefendinin öğrencilere tahsis ettiği eve gelip yerleştik.
Hocaefendide, konuşmaya başladığında muhatabı etkileyen ve dinlemeye zorlayan bir tesir vardı. Kuşkusuz bunun sebebi; dünyevi karşılık beklemeden, muhatabın şahsiyetine, kimliğine, sosyal statüsüne bakmadan doğru bildiğini söylemesi olsa gerek. Karşılaştığı kimseleri ilim erbabındansa okumaya ve okutmaya; ticaret erbabı ise namaz kılmaya ve zekatı tam vermeye; siyasetçi ve devlet adamı ise cumhuriyetle ortadan kaldırılan dinî ve sosyal düzenin yeniden tesisine teşvik ettiğine ben defalarca şahit olmuşumdur. Kendisini ziyarete gelen üç değerli hadis âlimine cami dersleri yapmalarını tavsiye etmiş, onlardan biri büyük bir camide Kadı Iyaz’ın Şifa kitabını okutmaya başladığı gibi diğerleri de meşhur hadis kitaplarından birini okutmaya başlamışlardı.
İslâm’ın sadece nazari olarak öğretilmesini değil her alanda hayata aktarılmasını gaye edindiği için sokakta yürürken rastladığı kimselere bile, çocuklarına Müslüman ismi koymalarını, onları imam hatip liselerine vermelerini tavsiye etmekten asla çekinmezdi. Bütün bunların yanında Mehmet Emin Saraç Hocaefendinin en önemli yanı; yılmadan, bıkmadan devam ettirdiği ders halkaları idi. Sahn-ı Seman Medreselerinin kapatılmasından sonra bin yıllık tedris kesintiye uğramasın diye dersleri Fatih camiinde müezzinlik mahfilinde yapardı. Her gün namaz saatlerinin durumuna ve fakülte çıkış saatlerine göre iki namaz arasında derslerimizi yapardık. Bunu, cemaatle namaza alışmamız için böyle yaptığını söylerdi.
Hocamız, geçmişten tevarüs ettiğimiz ilmi müktesebatı yeni nesillere öğretmeyi bir vazife edindiğinden ne pahasına olursa olsun derslere gelmeye talebeyi teşvik eder, derse gelemeyen arkadaşlara çok üzülürdü. Kendisi de çok önemli bir sebep yoksa kesinlikle derslere gelirdi. Bir defasında, ilmi bir toplantı için üç dört günlüğüne Kuveyt’e gitmişti. Program bitmeden ikinci günün akşamı bizi aradı, derse geldi. Erken dönme sebebi olarak bize “ilmi programın bittiğini, sonraki günler devam edecek olan yeme içme işleri için dersleri terk etmeyi münasip görmediğini” söylemişti.
Mehmet Emin Saraç Hocamız için ilim talebesi her şeyden değerlidir. Onların yaptığı iş, her şeyden üstündür. Bir defasında Fatih Camii’nde müezzin mahfilinde iki öğrenciye ders okuturken siyasilerden iki kişi hocamızın yanına çıkmış ve onu milletvekili adayı yapmayı teklif etmişlerdi. Hocamız teklifi kabul etmeyince içlerinden biri, “Hocam burada iki talebeye ders vererek zaman kaybediyorsunuz” deyince hocamız çok kızmış: “Onlardan her biri, benim nazarımda bir devlettir” diyerek ilim talebesine bakışını ortaya koymuştur. Mehmet Emin Saraç Hocamızın geçmiş âlimlerimize, İslâm’a ve bu millete hizmet etmiş devlet adamlarına olan saygısı ve sevgisi; onunla oturup konuşan herkesin vehleyi ulada anlayabileceği bir hakikattir.
Osmanlı sultanlarını ve devlet adamlarını hayırla yâd eder, başta selâtin camiler olmak üzere Osmanlı eserlerine, hat yazılarına büyük hayranlık duyar, her konuşmasında onlardan saygı ile bahseder, hat yazmaya bütün talebeleri teşvik ederdi. Yurt dışına sürgüne gönderilmiş olup da maddi sıkıntı çeken bazı hanedan mensuplarına gizli gizli Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi ile maddi yardımda bulunurlardı. Hocamız; müsteşriklerden etkilenerek farklı şeyler söylemeyi marifet sayan akademisyenlere çok üzülür, onların bu tavırlarını “hubbuzuhur” (kendini gösterme hastalığı) diye nitelerdi. Bu düşüncede olanlara hangi ortamda olursa olsun tepki koymayı ihmal etmezdi.
“28 Şubat Öncesi İslâm Gerçeği” İsminde bir kitap yazılmıştı. Kitabın yazarlarından biri ile Suudi Arabistan konsolosluğunda karşılaştığında onun elini sıkmamış ve o zata, tevbe etmenin yeterli olmayacağını aynı zamanda o habis kitaptan teberri etmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir. FETÖ’nün çok aktif olduğu dönemlerde, bir gün hocamızla Fatih Camii’nde imam odasında oturuyoruz. İçeri birkaç delikanlı girdi. Hocaefendiye Zaman gazetesinden geldiklerini bir konuda röportaj yapmak istediklerini söylediler. Hocamız onlara, “Bakın çocuklar, siz namaz kılan insanlarsınız. Talebe-yi uluma hizmetle meşgulsünüz. O Amerika’daki adam var ya, o size hiç yakışmıyor. Atın onu başınızdan.” deyince, röportaja gelen gençlerin bütün keyfi kaçtı. Hiçbir şey demeden çıkıp gittiler.
Mehmet Emin Saraç Hocamız, bütün hayatı boyunca ifsad edilen dinî ve ahlakî değerleri ihya için çalışmış, bir sanatkâr gibi özenle yetiştirdiği talebeleri ile memleketimizin ilim ve maarif hayatına katkı sağlamış bir âlimdir. Mehmet Emin Saraç Hocaefendi için söylenecek en güzel söz Rasûlü Ekrem (sas) Efendimizin şu mübarek hadisi şerifidir: “İslâm garip bir halde başlamıştır. Tekrar o garip haline geri dönecektir. İnsanların bozduğunu düzelten gariplere ne mutlu!”
Hocamız, “Müslüman, mütebessim biri olarak hatıra gelmelidir.” derdi. Hocamız, biz talebelerinin hafızalarında, daima mütebessim bir yüz ifadesiyle hatırlanacaktır.
M. Emin Saraç Anadolu İmam Hatip Lisesi, İnşirâh Edebiyat dergisi “M. Emin Saraç Özel Sayısı”, Nisan 2018, sayı 4.