Kare bir: Kahrolası savaşlarda ellerini, ayaklarını, gözlerini, başka uzuvlarını kaybeden, saçı kanla taranan çocukların fotoğrafları aklından çıkmıyor. Gece rüyasında o çocuklardan birine dönüşüyor, düşen bir bombayla elini, ayağını, sıçrayan bir şarapnel parçasıyla yüzünün yarısını kaybediyor. O kâbusla uyandığında kendisi. Ankara’da, evinde, sıcak yatağında… Eline bakıyor, diğer eliyle dokunuyor, aynanın karşısına geçip, yüzüne, gözlerine bakıyor. Sevinemiyor. Sevinemiyor çünkü onun acısı kanıksanan, tüketilen, soğuyan bir acı değil. Habil’den bu yana kaybettiğimiz, yaralanan, aç kalan, açıkta kalan kardeşlerimizin, çocuklarımızın, kadınlarımızın yaşadıklarını nasıl taşıyorsa yüreği… Verem olmamak için, çıldırmamak, aklını kaybetmemek, Allah’ım sen bilirsin, sen adilsin, sen hiçbir şeyi yapanın yanına kâr koymazsın demek için yazıyor biraz da…
Yüzündeki acılar bohçasını ağırlaştırma ustası
Kare iki: Sorulmayınca konuşmuyor. Konuşulan ne varsa kendisinde kendine özgü bir karşılığı var. Sarf edilen sevimli sözcüklerin bir riyakârlığın maskesi mi olduğunu, yoksa bir samimiyetten sızan aydınlık mı olduğunu, bir niyet mi taşıdığını yoksa suyun akışı, yağmurun yağması gibi doğal bir şey mi olduğunu o kadar biliyor, o kadar biliyor, o kadar biliyor ki… Aynı bilinçle bulunduğu ortamda bir yazıklanma, bir şikâyet, bir dert yanma varsa, resmi oluşturan sözcüklerin de…
Kare üç: Her ay, amatör dergiler dâhil, taşrada, bilmem hangi kasabada üç beş heveslinin çıkardığı dergiler dâhil, onlarca dergideki şiirleri gözden geçirip, kalbinde bir diken çiziği, ne bileyim bir gül yaprağı serinliği, bir titreme, bir ürperme yaratan dizelerin altını çiziyor. Sonra o dize sahiplerini de izliyor, yıllarca izliyor, çıkan kitaplarını, başka dergilerdeki şiirlerini, karşılaşınca o şairlerin yüzlerindeki ve yüreklerinin yüzlerindeki meymeneti de izliyor ve bunu kimseye hissettirmeden bir iyi şeyler takipçisi olarak iflah olmaz bir tiryaki gibi yapıyor.
Kare dört: Yolda yürürken, işyerlerinin, evlerin, durakların önünden geçerken, bu çocuğun eve dönecek parası mı yok, bu çocuk annesini mi kaybetmiş, bu çocuk har vurup harman savurma havasında başına iş açmak üzere, bu çocuk bıçkın, ha bu çocuk içinde henüz hiçbir dize söylememiş cins bir şair mi taşıyor, bu çocuk hasta annesine ve yatalak babasına yüksünmeden bakan zamane dervişi mi… Bir bakışıyla, bir süzmesiyle, buna benzer binlerce insanlık halini bir anda sezme, anlama ve onların o hallerinden yüzündeki acılar bohçasını ağırlaştırma ustası… Cümlesi kendi yaşanmışlığından, kendi yurtsuzluğundan, göçebeliğinden, kendi hayatından bir şeyler söylüyor çünkü…
Kare beş: Yalın haliyle insan olduğu için, kurallardan, kamusallıktan, yasalardan o kadar muzdarip oluyor ki, sıradan bir şey gördüğünüz nüfus cüzdanı yenileme, pasaport çıkarma, ruhsat alma, ne bileyim iyi hal kâğıdı çıkarma, elinde maaş bordosunu tutuyor olma gibi durumlar ona işkence gibi geliyor. Doğal ve fıtrî olmayan her durumun normalleşmesi, toplumsallaşması ve bunun bireyin yalınlığını tortularla, kurumlarla, isle, lekeyle kaplaması en çok ona dokunuyor.
Başparmak uçları kulak memelerine değdiğinde…
Kare altı: Kalbi ve zihni sistemin bir dişlisi, bir parçası olmayı bütün varlığıyla reddettiği halde kurgulanan rollerin, hayatta kalmasının sistemin bir parçası olmayı zorunlu kılmasından o kadar gerginleşiyor, kalp ve zihin telleri o kadar geriliyor ki, bu arada kalmışlıktan, sürekli müteyakkız halde bulunmaktan çatlayacakmış gibi olarak yaşamayı başarıyor ve işin tuhaf tarafı bunu kimseye hissettirmiyor.
Kare yedi: Uzak bir şehirden dönüyorsunuz. Yolculuk boyu uyumuyor, bir şiir yazıyor kafasında, bir deneme yazıyor, konuşmuyor, gözlerinizden uyku akıyor, otobüs terminaline inmişsiniz, daha metro çalışmıyor, servis yok, bankta uyumuşsunuz, başınız onun uyanık omuzlarına düşmüş, rahatsız etmiyor, uyandırmıyor sizi, gün ağarmış, metrolar servisler çalışmaya başlamış, Sayın Aycı, Sayın Aycı, Sayın Aycı, diye duyulur duyulmaz bir sesle, bir anne şefkatiyle uyandırıyor sizi…
Kare sekiz: Bir yerde çay içtiğinizde, yemek yediğinizde, eli sürekli cebinde, ola ki birisi hesabı benden önce ödemeye kalkar endişesiyle hesabı kimseye ödetmiyor, cüzdan taşımıyor ve tek düzenli olmayan eşyası cebinde taşımaktan iğrendiği para… Pareli…
Kare dokuz: Başparmak uçları kulak memelerine değdiğinde, Tanrım, her şey arkada, kendi iç çatışmaları da arkada kalıyor, el bağladığında sonsuz var olanın, sonsuz bir olanın karşısında el bağladığının bilincinde, eğildiğinde sadece Allah karşısında eğiliyor, o kadar ağırlaşıyor yahut o kadar hafifleşiyor ki ağırlık ve hafiflik sözcükleri de alnını toprağa değdiriyor.
Arif Ay bu… Dokuz kareye, buna benzer doksan dokuz kare daha ekleyin, birleştirin, işte Arif Ay’ın yüzü…
Şairimiz… Edebiyat Dergisi’nin her sayısında onun omuz izleri var. Denemeleri var bilirsiniz, bir hikâye kitabı, seçkileri… Şimdilerde Edep dergisini çıkarıyor. Bütün bunlar bildiğimiz Arif Ay’ın eyleminin ve eğleştiğinin belli olması içindir. Yoksa…
Bir de haiku söyleyelim:
ARİF AY
Ay’ın bilgesi
Bilir ki ay da bilir
Bilgeliğini…
Böyle biliriz.
Mehmet Aycı yazdı
Helal olsun! Arif Ay'ı bu kadar güzel anlatan başka bir yazı okumamıştım.Mehmet Aycı'nın yüreğine, kalemine sağlık.