“Allah için bir şeye kızın”
Abdurrahman Arslan Hoca Türkiye’de moderniteye en ciddi eleştirileri getiren mütefekkirlerin başında geliyor. Eleştirmekle de kalmıyor ferdî anlamda eleştirilerinin gereğini yapıyor. Mesela cep telefonu kullanmıyor, internete de girmiyor. Yani e-mail adresi, facebooku falan yok…
Televizyon ve gazete ile ilgisi konusunda şöyle diyor: “Gazeteleri pek fazla okuyan, televizyon seyreden de biri olmadığım için önemli bir şey olduğunda bazen bir bakıyorum birkaç gün sonra haberim olmuş” Böyle yapmakla çok şey kaybettiğini de düşünmüyor…
Konferanslara pek gitmiyor ve söylediğine göre konuşmaktan da pek hoşlanmıyor. Her ne kadar kendisinden bahsetmeyi sevmese de bu konuda kendisini şöyle ifade ediyor: “İçine kapanık demeyeyim ama asosyal bir adamım. Bir yere çağrılmadan giden biri değilim. Bunun için kimseyi pek tanımam; açık konuşmak gerekirse…” Hakikaten de ünlü birçok yazarçizer ismi söylüyorum, çoğunu tanımıyor. Üstelik söylediğim isimler yeni isimler de değil…
Geçtiğimiz günlerde Abdurrahman Arslan Hoca’yla hasbelkader bir yerde buluşma ve altı saat kadar vakit geçirme imkânı buldum. Bu altı saatte kendisini biraz daha yakından tanıma fırsatım oldu. Diyebilirim ki onun karakteri detaylarda saklı… Dikkat ettiği her bir inceliği karakterini ele veriyor.
Dakiklik, incelik ve samimiyet
Kendisinden bir hafta önce randevu aldığımda “o gün bir daha hatırlatayım mı” dediğimde “hayır gerek yok” demişti. Bu onun buluşma yerine zamanında geleceğine işaretti. Dolayısıyla oraya vaktinde gitmeye ben de çok dikkat etmeliydim. Dosdoğru olmanın da bir gereği olan bu konuyu hocanın önemsediğini sezmiştim. Biraz zor da olsa tam zamanında mekâna ulaştım. Kendisi de tam zamanında geldiği için kapıda karşılaştık…
İçeri girdiğimizde klima yerine pencereyi açmak istediğini söyledi. Ve bunun için benden kapristen uzak bir tavırla hatta bir de açıklama yaparak izin istedi. Karşısındakine değer vermek ve onu dikkate almak; onun için ahlakî bir meseleydi. Bu detay da zannederim ki onun karakterini ele veren bir detaydır. Sohbetimiz boyunca bana da arkadaşıma da çok nazik ve samimi davrandı. Fildişi kulelerden bizi seyreden bir entelektüel gibi davranmadı.
Kendisi benim özellikle düşünce planında takdir ve takip ettiğim üç büyük isimden birisiydi. Yani Hüseyin Hatemi Hoca ve Ümit Şimşek Hoca’yla birlikte benim en önemli beslenme kaynağımdı. Bu bakımdan saygıda kusur etmemeliydim. Ama gereksiz ihtiramdan da bir o kadar kaçınmalıydım. Bu düşünceyle bir türlü rahat olamıyordum. Hoca bana belki beş altı defa “rahat ol” telkininde bulundu. Ben de bundan cesaret alarak; “Yanımda bulunan arkadaşım Yücel’i ve beni kardeşliğe kabul ediyor musunuz?” dedim. Gülümseyerek; “Baş göz üstüne ne demek, benim için şereftir” dedi.
Kültür ve medeniyet meselesi
Hocaya Müslümanların benimsediği birtakım ön kabulleri yıktığını söyledim. “Yıkmadan bir şey yapılmaz” dedi. Tıpkı asr-ı saadetin gelmesi için cahiliyenin yıkılması gerektiği gibi... Hocanın bir çırpıda yıktığı kavramların başında “kültür ve medeniyet” kavramları geliyordu. Hoca, kültür ve medeniyet kavramlarını, batıdan kötü bir taklit yoluyla aldığımız için ve Müslümanca düşünceye uymadıkları için reddediyordu. Özetlemek gerekirse kültür kavramını insan kimliğini tanımlamaya yeltendiği için, medeniyeti de ilkellikle başlayan bir tarih algısına yol açtığı için kabul etmiyordu. Bir Müslüman’ın medeniyet için değil, inancını hayata geçirmek için çalışması gerektiğini söylüyordu. Kaldı ki eski Müslümanların da öyle yaptığını ilave ediyordu. Onu dinledikten sonra ben de bu ve benzeri kavramları sanki sırtımda bir yükmüş gibi hissetmeye başladım. İslam medeniyetinin bir unsuru değil de İslam ümmetinin bir ferdi olduğumu hatırladım.
Hakikaten de bu kavramlar bize o kadar bulaşmıştı ki bir şey hakkında “dinimizde yoktur” demek yerine “kültürümüzde yoktur” deme noktasına geldik. “İslam dini” için çalışmak yerine “İslam medeniyeti” için çalışmayı bir hedef olarak belirledik. Bu konu çok uzun ve detaylı bir konu… Onu tanıyanlar güçlü kanıtları olmadan kesinlikle konuşmadığını iyi bilirler. Özellikle kültür ve medeniyet kavramlarının dilimize ne zaman girdiğine şöyle bir bakacak olursak onu daha iyi anlayacağız…
Sünnete vurgu ve Gazzali
Konuşmamız esnasında kendisinin benim dünyamda ne anlama geldiğini kendisine ilettim. “Siz” dedim “benim için ehl-i sünneti temsil ediyorsunuz.” Çünkü onun hakkındaki samimi düşüncem böyleydi. Onun anlattıkları ehl-i sünnet olmanın özüydü benim için... Bu tanımlama zannedersem ki hoşuna gitti… Zaten kendisi de konuşmamız boyunca sürekli sünnete vurgu yapmış ve tek çare olarak hayat tarzımızı sünnete uygun hale getirmeyi göstermişti. Bir de onunla ilgili başka bir tespitim şuydu ki kendisi moderniteye karşı adeta bir sahabe inadı sergiliyordu. Bu tespitimi ise tevazu ile karşıladı…
Konuşmamız boyunca moderniteye ciddi fikrî darbeler indirdi. Cümlelerinin bazıları çok kesin ve keskin bir kanaatin yansımaları şeklindeydi. Kendisi bu durumu şöyle izah etti: “Bazı konularda çok kesin konuşmamın sebebi o konunun köklerini Gazzali’de bulmuş olmamdandır.” Bu önemli cümleyi söyledikten sonra Gazzali’nin kendisi için çok önemli bir isim olduğunu ifade etti ve şu cümleleri söyledi: “Benim tırnak içinde sosyolojik anlamda hocam Sait Halim Paşa; felsefi anlamda hocam ise İmam Gazzali’dir. İmam Gazzali olmasaydı ben batı felsefesine karşı bu kadar cüretli bir şekilde karşı gelemezdim.”
Kendisinin Marksist bir kökenden geldiğini söyleyen Abdurrahman Arslan Hoca 1977 yılında yurt dışındayken İslam’la buluşmasında Allah rahmet eylesin İmam Humeyni’nin çok katkısı olduğunu ifade etti. “Geçmişteki kirlenmiş bilgilerimi onunla birlikte attım” dedi. Bu sözünden onun Şii dünyaya bakışını da anlamış oldum. O sağlam bir ümmetçi olarak şii-sünni ayrışmasından son derece rahatsızdı ve asla böyle bir kompleks taşımıyordu. Taşımadığı için de İmam Humeyni’ye hakkını teslim etmişti. Diğer taraftan; “Ben kendimi itikat olarak Eş’ari kabul ediyorum. Eş’arilik bence batı rasyonalizmine karşı bir mücadele vermektedir” diyerek de itikadî görüşünü açıklamaktan geri durmadı.
Medrese metodolojisi
Direkt dini ilgilendiren konularda prensip olarak konuşmayı tercih etmeyen hoca medrese metodolojisinin bize ait ve orijinal bir metodoloji olduğunu ifade ettikten sonra; “Ben medrese eğitimi almadım. Eğer medrese kökenli birisi olsaydım bu teologların hepsine savaş açardım” ifadesini kullandı. Çok takdir ettiğim bu cümlesinde de el-hak haklıydı.
Medrese metodolojisini savunan hoca eski âlimlere karşı da derin bir saygı besliyordu. Bunu da; “O dönemin insanlarının çoğu mücahit ruhluydu. Allah onlara rahmet etsin. Sırf Kur’an okutmak için ne büyük riskler almışlardı” diyerek ifade ediyordu. Onların fotoğraf çektirmemeleriyle ilgili olarak da şunları söylüyordu: “Geçenlerde bir yazımda fotoğrafa karşı çıkmalarını bile savundum. Bugünkü sanal dünyadan şikâyet edenlerin fotoğrafa karşı çıkan zihni iyi analiz etmeleri lazım... Bu gericilik ilericilikle açıklanacak bir şey değil. Bugün bütün pislikler sanal olarak yayılıyor. Hem ‘bu dünya sanal oldu’ diyeceksiniz hem de gerçeklikle ilişkimiz koptu diye kızacaksınız, hem de fotoğrafa karşı olanları eleştireceksiniz. Bu çifte standarttır, hem de cahilliktir. Meseleyi iyi tahlil etmek lazım, bunu fotoğraf düşmanlığı olarak algılamamak gerekir.”
Allah için kızın
Fatih’te buluştuğumuz mekânda bir müddet sohbet ettikten sonra eski dostu Necati Aktülün Bey ile birlikte Cağaloğlu’nda İhsan Süreyya Sırma Hocanın da bulunduğu bir yere gittik. Yol boyunca İstanbul’a birer put gibi dikilen yüksek binaları eleştirdi ve şehirlerimizde Müslümanca bir mimarlık anlayışının olmadığından dert yandı. Sinirli bir üslupla kapitalizm mantığının her alanı işgal ettiği gibi bu alanı da işgal ettiğini söyledi. Hakikaten de öyle değil miydi? Onca belediyeden acaba kaç tanesi Müslümanca bir şehircilik ve belediyecilik anlayışı geliştirmişti ki… Binaların yüksekliğinden tutun meydanlara yerleştirilen ışıklı süslemelere ve reklam tabelalarına kadar hangisinin İslam’la ilgisi vardı?
Abdurrahman Arslan Hoca’nın uzun uzun konuşmalarını dinlemek benim için oldukça uyandırıcı idi, güzeldi. Kızdıkça güzelleşen bir insan idi kendisi, kızdı mı Allah için kızıyordu çünkü. Zaten kendisi de insanların Allah için kızmayı ve sinirlenmeyi terk ettiklerini düşünüyor ve kişisel sohbetlerinde; “Ya ne olursunuz Allah için bir şeye kızın” diye telkinde bulunduğunu söylüyordu. Kuşkusuz hocanın bu tavrı da Peygamberî terbiyenin bir örneğiydi. Allah için sevmek ve Allah için kızmak; her ikisi bir arada anlamlıydı ve bu tavır kökü kurutulan âlimlerimizin de bir özelliğiydi.
Aydın Başar anlattı
ben bir kaç kez konferansına katıldım hocanın.. ve gerçekten çok istifade ettim. Allah kendisinden razı olsun...